31 May 2005

Lodoscu ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı


Fotoğraf: 
Erdal Yazıcı
Öykü: 
M. Hakkı Yazıcı

LODOSÇU




Çok kızmıştı Şeyma’ya... Üstüne vazifeydi sanki...Yeni gelen öğretmen kendinizi tanıtın, demişti. Adınız soyadınız, babanız ne iş yapıyor, filan...Daha ağzını açamadan “Onun babası lodosçu,”diye atılmıştı. Ona neydi ki?.. Oysa o, “Babam serbest meslek sahibi,” diyecekti.

Öyle değil miydi zaten. Babasının patronu yoktu, canı istediği zaman çalışıyordu; daha doğrusu lodos olduğu günlerde...Serbest çalışıyordu yani... Babasının patronu olsa olsa lodos rüzgarı olabilirdi; ekmeğini o veriyordu. Kumkapı sahillerinde denizin kıyıya vurduğu çöpler arasından işe yarar bir şeyler varsa toplayıp satıyordu babası. Her akşam da eli kolu dolu gelirdi; Naciye’ye göre dünyanın en kıymetli babası onunkiydi: Ele güne muhtaç etmeden geçindiriyordu çoluğunu çocuğunu. Bazen lodos rüzgarının kıyıya vurdukları arasından oyuncaklar bulup getirirdi Naciye’ye. Yanından hiç ayırmadığı plastik bebeği Ebru’yu da babası getirmişti bir akşam. Sadece bebeği Ebru mu ki, bütün oyuncaklarını babası getirmişti. Bebeğin kafası keldi, bir gözü yoktu ama olsun; annesine onun için elbiseler diktirtmiş, süslemiş püslemişti. Ebru eski öğretmeninin adıydı. Çok severdi eski öğretmeni Ebru Hanım’ı. Tayinini isteyip başka bir şehire gitmişti; çok ağlamıştı arkasından.

***
Ne kötü bir kızdı, bu Şeyma!.. Daha önce de böyle yapmıştı: Önceki öğretmen Ebru Hanım zamanında, dersin ortasında, parmağını kaldırıp “Öğretmenim, Ercü Naciye’ye aşk mektubu yazdı,” diye bağırmıştı. Sanki öğretmen ona sormuş gibi. Kıskanmıştı besbelli...

Öğretmen gelip bulmuştu defterinin arasında itinayla sakladığı mektubu.

Bir ders arasında, bahçede Ercüment yanına yaklaşıp bir zarf içinde verip, bir şey söylemeden uzaklaşıvermişti. Önce ne olduğunu anlamamış; zarfı açıp okuyunca şaşırmış, bunun bir oyun olduğunu sanmıştı. Defalarca okumuştu mektubu. O hınzır kız, Şeyma, defterinin arasına sakladığı mektubu görmüş; zorla elinden alıp okumuş, sonra da alay etmişti. Bu kadarla kalacağını sanmıştı; öğretmene gammazlayacağını hiç tahmin etmemişti... Onu da yapmıştı işte.

Üç kişi aynı sırada oturuyorlardı. Aralarında Aysun oturmasa çimdiği basacaktı Şeyma’ya. Naciye kıpkırmızı olmuştu utancından. Göz ucuyla arka sıralara bakmıştı: Ercüment, aralarında oturduğu iki sıra arkadaşının arasında iyice büzülmüştü; minicikti zaten, utancından iyice küçülmüş, sıranın altında kaybolmuştu sanki.

Ebru öğretmen elinde mektupla kürsüye gidip oturmuş, Ercü’nün yazdığı mektubu okumuştu. Önce gülmüş, bir daha okumuş; sonra da gözleri buğulanmıştı. Mektubu özenle katlayıp cebine koymuştu. Çok kızdığını sanmıştı Naciye; öğretmenin Müdüre şikayet edeceğini düşünüp, işin iyice dallanıp budaklanacağından korkmuş, günlerce uyumamıştı. Daha sonra dediklerine göre Ebru Öğretmen mektubu nişanlısına göstermiş; “Bak, bacak kadar çocuklar sevgililerine ne güzel mektuplar yazıyor, örnek al!” demiş. Nişanlısı da dalga geçmiş, gülmüş. Gene dediklerine göre Ebru Öğretmen, nişanlısına küsmüş, nişanı atmış; bu nedenle de başka bir şehire tayinini istemişti.

***
Çok kötü bir kızdı bu Şeyma...Bu kaçıncı kötülüktü yaptığı... Babası da tuhaf bir adamdı zaten. Mahallenin bakkalı... O da serbest meslek sahibiydi yani... Ne farkı vardı ki babasından? Ama Şeyma kıskanıyordu Naciye’yi. Babası ona oyuncak getirmiyordu da ondan belki. Belki de Ercü’den... Bir gün bakkala gitmişti; annesi çamaşır mandalı almaya yollamıştı, bebeği de koltuğunun altında. Şeyma’nın babası bakkal Tahir Amca, “Kız Naciye bu bebeğin babası kim?” demişti. Aynı Şeyma’nın hınzır bakışları vardı yüzünde: Gülüyordu. “Babası yok onun,” demişti Naciye. Bakkal, “ Saklama kız, söyle bakim kim bu bebeğin babası?” diye ısrar etmişti. “Yok dedim ya Tahir Amca, bu bebek oyuncak; oyuncak bebeklerin babası olmaz ki,” demişti. Plastik bebeklerin babası olmazdı; keşke olsaydı da, Ercüment olsaydı...Bu Şeyma’nın yaptığı şeyden sonra Ercüment hiç yüzüne bakmaz olmuştu: Hep uzaktan uzaktan geçiyor, geçerken de gözlerini yere indiriyordu: Çok korkmuştu çocukcağız... Çipil çipil bakan gözlerinin rengini unutacaktı nerdeyse.

***
Bir akşam ufacık tefecik babası, sahilde kayalıkların arasında bulduğu, boyundan büyük bir vitrin mankenini sürükleye sürükleye gelmişti. Geldiğini duyunca yalın ayak kapıya koşturmuştu Naciye. Babasını koltuğunun altında endamlı bir vitrin mankeni ile görünce şaşırmıştı: Halbuki o kendisine yeni bir oyuncak getirdiğini sanmıştı.

Avluda çamaşır yıkayan annesinin hiçbir şeyden haberi yoktu.

Naciye’nin babası yüklükten annesinin artık içine giremediği genç kızlık elbiselerini bulup, mankene giydirip; süsleyip püsleyip baş köşeye oturttu. Pek de güzel bir şeydi. Babası bir kadeh rakı doldurup, bir tabakta beyaz peynir domatesle mankenin karşısına oturdu.

Annesi koltuğunun altında çamaşır leğeni ile içeri girince kızılca kıyamet koptu. Babası çok normal bir şeymiş gibi, “Ne var bağırıp çağıracak, o bir cansız manken! Naciye’nin plastik bebeğinden ne farkı var ki?!..”diyordu. Ama annesi sakinleşmiyor, bağırıp çağırmaya devam ediyordu. Sonunda da resti çekti: “Ya ben, ya bu manken,” diye kestirip attı. Babasının tepesi attı,” Ben dışarı çıkıyorum,”deyip, kapıyı çarpıp çıktı.

Ben dışarı çıkıyorum dediğinde nereye gittiği belliydi: Ya kahveye, ya da meyhaneye giderdi. Lodos esmediği günlerde babasının vakit geçirdiği yerlerdi kahve ile meyhane. Ne de olsa serbest çalışıyordu.

***
Babası her zamanki gibi sarhoş dönmüştü eve. Mankeni yerinde göremeyince sinirleri tepesine çıktı; annesine sert sert sordu. Annesi, başıyla bahçeyi göstererek, “Layığını buldu,” dedi.

Sarhoş babası sendeleyerek bahçeye çıktı; çitleri aşıp, evleri ile mezarlığın arasındaki koruluğa doğru koştu. Mahalleli çoktan toplanmıştı bile; her kafadan bir ses çıkıyordu; “Cinayet varmış,.. korulukta adam asmışlar,” diyorlardı. Komşuları Hatice Teyze koruluktaki ağaçlardan birinde asılı sallanan karaltıyı görünce avazı çıktığı kadar haykırmış, mahalleyi ayağa kaldırmıştı; konu komşu evinden dışarı fırlayıp koşmuştu. Yakındaki karakoldan bir ekip otosu gelmişti. Hava bulutsuzdu, mehtap vardı; ayın aydınlattığı ağaçların arasında bir erguvan ağacında asılı bir gölge rüzgarda sallanıyordu. Gelen polislerden biri elindeki feneri ağaca doğru tuttu: Erguvan ağacının pembe-mavi çiçeklerinin arasında sallanan vitrin mankenini aydınlattı.

Hatice Teyze, “Ah yavrum, pek de güzelmiş, pek de gençmiş,” diye dövünüyordu. Naciye’nin babası koşturarak gelmiş, herkesin şaşkın bakışları arasında ağaca tırmanıp vitrin mankenini indirmişti. Yine herkesin şaşkın bakışları altında boyundan büyük mankeni koltuğunun arasında sürükleye sürükleye uzaklaştı.

***
Babası o gece eve dönmedi. Naciye’nin de gözüne uyku girmedi; ertesi gün okula da gitmedi. Demek babası vitrin mankenini annesine tercih etmişti. Babası iyi adamdı halbuki; en azından Şeyma’nın babasından iyiydi. İçerdi falan ama çoluğunun çocuğunun nafakasını kazanırdı.

Bütün gün bebeği Ebru’yu kucağına alıp annesinin dizinde yattı. “Anne babam hiç gelmeyecek mi?” diye sorduğuna, annesi “Abuk sabuk sorular sorup canımı sıkma,”diye terslendi.

***
Ertesi akşam babası yine sarhoş geldi. Vitrin mankenini iyi fiyatla bir konfeksiyoncuya satmıştı. Gelirken de bir bahriyeli bebek getirmişti. Naciye, sevinçle koşturup elinden kaptı, “Bunun adı Levent olsun : Ebru’nun nişanlısı...”, dedi.


27 Nisan 2005, Kozyatağı

Bu öykü, İMGE ÖYKÜLER Dergisi'nin 6. Sayısında (ARALIK 2005 - OCAK 2006) yayımlanmıştır. 
(http://www.imge.com.tr/imgeoykuler/6/m_hakki_yazici.pdf )