19 July 2005

Nalbandın Fayton Sefası ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı




Nalbandın Fayton Sefası



Bu kaçıncı bardak çaydı içtiği? Dört mü, beş mi?

Sabah ezanından beri mutfak penceresinin önünde oturuyordu. Önce, sadece damlardaki martıların çığlıkları, sokaktan geçen tek tük arabaların sesleri vardı. Hava yavaş yavaş aydınlandı; apartman sahanlığı sesleri başladı; işe giden komşular, servise yetişmek için koşuşturan çocuklar paldır küldür indiler merdivenlerden. Karşı apartmanlardan birinin pencerelerinden sabahlıklı bir kadın, evin önüne yanaşmış korna çalan öğrenci servisinin şoförüne “geliyor, geliyor !! ” diye seslendi; apartman kapısından çıkan küçük bir kız çocuğu çantasını sürükleye sürükleye koşturdu. Üst katta oturanların tekir kedisi yine kapı aralığından miyavlayarak kaçtı; kedinin sahibi şişman kadın şıpıdık terlikleriyle koşturarak peşine düştü.

Damadı mutfakta bir göründü, bir kayboldu; arkasından kızı banyodan çıkmış ıslak saçlarıyla mutfağa girdi, torununa kahvaltılık bir şeyler hazırladı.

Saçlarını kurularken “Baba bu gün evde temizlik var, birazdan kadın gelecek. Sen de biraz dolaşsan... Kahveye falan gitsen... Yeni insanlarla tanışırsın. Hava da güzel... Bir dolaş istersen. Dört gündür evden hiç dışarı çıkmadın,” dedi kızı.

Doğru... Dört gündür evden hiç dışarı çıkmamıştı. Zorla alıp getirmişlerdi onu... “Baba, bir başına buralarda kalma, yaşlandın artık, kendine bakamazsın,” demişlerdi. Gelmezdi gelmesine, ama o gözü kör olası ihtiyarlık yok mu; dermanı kesilip, yatak döşeklik olunca direnememişti. Komşuların haber edip çağırdığı kızının, damadının ısrarlarına dayanamayıp, yetmişbeş yıllık evini, memleketini bırakıp, İstanbul’a kızının yanına gelmişti.

Eski dingillerle, paslı demir çemberlerle dolu dükkanını, örsünü, çekicini bırakıp gelmişti. Hoş artık dükkanın kapısı çalan da pek yoktu ya. Devir çoktan traktörlerin, Anadol kamyonetlerin, Reno steyşınların devri olmuştu. Dövülen örsün çın çın öten sesini, su verildikçe sertleşen nalın çıkardığı ıslığı, toynakların seslerini özler olmuştu.

Aysel: kızı,... apar topar hazırlanıp, “İşe geç kaldım, akşama görüşürüz”, deyip torunu Arzu’yu da alıp çıktı. Damat çoktan gitmişti.

Kalktı, giyindi. Başına kasketini geçirdi, tesbihinin ceket cebinde yerinde olup olmadığını yokladı.
Dört günde özlemişti kasabasını...”Cevriye’m beni bırakıp gitmeseydi ne işim vardı benim buralarda,”diye düşündü. Kaç yıl olmuştu karısı öleli? Ya Halil!? Kapı komşusu, saraç; atlara, eşeklere koşum takımları ve eyer takımları, işlemeli semerler yapan; yörenin meşin üzerine en güzel sırma, iplik işleyen ustası...Önce dükkandaki işi bırakmıştı; traktörlere, Anadol Kamyonetlere, Reno steyşınlara yenik düşmüştü; sonra da, o amansız hastalığa... Yalnız nalbantlar, saraçlar mı? Bakırcılar, kalaycılar, nalıncılar, sepetçiler...Hepsi bırakmışlardı mesleği. En son, direnip işini terketmeyen bir tek o kalmıştı çarşıda. Komşu kasabalardan bile nalbant olmadığı için ona gelirlerdi. Truva Atını yapma fikrini Odysseus'a veren Prylis'le meslektaş olduğunu bilmez ve farkında değildi; ama mağrurdu. Nalları dikmeye hiç niyetim yok benim, diyordu. Tek tük müşteri gelse de, iri pazulu, güçlü kollarından eser kalmasa da dükkanını her sabah açardı.-Ta ki elden ayaktan düşürüp, yatak döşek yatıran hastalığa kadar.

Temizlikçi kadın gelmiş, işe girişmişti bile.

“Nerelisin sen kızım?”

“Sivas’lıyım.”

“Pek güzel.”

Ben biraz dolaşacağım, ayak altında dolanıp sana engel olmayayım, deyip çıktı.

Birden beton irisi apartmanların sıralandığı sokakta buldu kendisini. İstanbul’a ilk gelişi değildi. Aysel üniversiteye girdiğinde, Cevriye ile birlikte onu yerleştimek için gelmişlerdi. Trenden Haydarpaşa’da indiklerinde Garın merdivenlerinde büyülenmiş gibi kalakalmış; camilerin, sarayların, koca koca binaların, denizin, bembeyaz gelinlik giymiş gibi salınan vapurların, martıların, sabırsızca vapur yanaşmadan iskeleye atlayan insanların şehrini; sadece kartpostallarda, Türk filmlerinde gördüğü o ünlü silüeti uzun uzun süzmüştü. Herhalde korkmuştu bu koca şehrin heybetinden, karmaşasından...Aysel’in elini iyice sıkmıştı avucunda. Pek gönlü yoktu kızını bu koca şehre emanet etmeye, ama çaresi yoktu.

Kahveye gitse gidemezdi, alışkanlığı yoktu; hem kimseyi tanımıyordu. Allahtan hava güzeldi. Beton irisi apartmanların arasından sahile doğru yürüdü. Ağaçlar kesilmiş; bahçeler, taşlarla betonla kaplanmıştı. Otopark olan bahçelerde güzelim ağaçların yerini dizi dizi otomobiller almıştı. Apartmanlar, balkonlara asılmış çamaşırlar, otomobiller, elektrik ve telefon kabloları, rengârenk tabelâlar arasından geçti. Eskiden beri bir alışkanlığı vardı; gördüğü tabelaları okuya okuya yürürdü: “Diş Hekimi Sevim Nalbantoğlu”, “Avukat Hasan Hüseyin Nalbant”... Nalbantların tükendiği bu dünyada ne kadar çok nalbant isimli insan yaşıyordu?!

İskeleye yakın parkta bir banka oturdu. Denizi, balıkçıları, vapurları, simit vapurlarının peşi sıra uçuşan martıları, martıların yemeğe davet ettiği kedileri, adaları seyretti.

Parkın bir köşesinde kurulu seyyar çay ocağının garsonunun getirdiği çaydan içti. Hava güneşli ve ılıktı. Sabahın bu ilerleyen saatlerinde her şey birden sessizleşmiş, sadece martıların, kıyıya vuran yumuşak dalgaların, vapur düdüklerinin sesi duyulur olmuştu. Telaşlı insanlar, yerli yersiz korna çalan arabalar birden yok olmuştu. Kalktı sahil boyunca iskeleye kadar yürüdü.

İskeleden Adalara vapurlar kalkıyordu. Bilet alıp bindi. Arka güverte püfür püfür esiyordu. Çımacıların halatları çözmesini; vapurun suları köpürtüp, ağır ağır manevra yaparak iskeleden ayrılmasını, arkasında beyaz köpükler bırakıp, denizi yara yara yol almasını seyretti. Onu ürküten beton irisi apartmanlar iskeleden uzaklaştıkça küçüldüler. Parmaklıklara abanmış küçük bir çocuk annesinin aldığı simitten bir lokma ağzına, bir lokma da denize, martılara atıyordu. Martılar simit parçaları daha denize düşmeden havada yakalayıp, yutuyorlardı. Önündeki sırada oturmuş kadınlar hararetli hararetli komşu dedikodusu yapıyorlardı. Yolda karşılaşan vapurların kaptanları birbirlerini selamlamak için “vuuup” diye öttürüyorlardı düdüklerini.

İlk adada indi. Vapur yanaşmadan, uzaktan baktığında en büyüğü buymuş gibi görünmüştü. İskeleden ara sokaklara amaçsızca girdi.

Akasya ağaçları, erguvanlar, çiçekler arasından yürüdü. Ağaçlar yavaş yavaş sararmaya başlamıştı. Yere düşen kurumuş yaprakların üstüne bastığı zaman çıkardığı seslerden başka ses yoktu. Bir bahçe duvarına oturup sararan yaprakların dallarından yavaş yavaş, süzüle süzüle yere düşüşlerini seyretti. Yavaş yavaş, süzüle süzüle düşen yaprakların ait oldukları yerden kopmamak için yerçekimine direnişini izledi. Rüzgarda savrulan yaprakların hışırtısının aslında hıçkırışlarının sesi olduğunu düşündü. Hüzünlü, ama hoş duygular kapladı içini.

Bir sokaktan girip, öbür sokaktan çıktı. Birden ummadığı bir manzara ile karşılaştı; şaşırdı, soluğu kesildi; yaşlı yüreği küt küt atmaya başladı. Şaşırtan sadece doğanın güzelliği değildi. Cennette miyim ben acaba, diye düşündü: Karşısına çıkan meydan atlarla, faytonlarla doluydu.

Faytoncuların bekleştiği kahvenin önüne oturdu. Heyecanlı kağıt, okey, tavla oyunlarını izledi.

Dayanamayıp en yakın gördüğü, esmer, genç bir faytoncuya sordu:

“Bu adada nalbant var mı?”

“Olmaz mı bey amca, bu kadar at olur da nalbant olmaz mı?”

“Beni gezdirir misin?”

“Tabii ki bey amca, işimiz bu.”

“Peki, beni nalbanta da götürür müsün?”

“Tabii ki...”

“Hadi öyleyse!”

Bardaklarındaki yarım kalmış çaylarını bir dikişte içip kalktılar.

Nalbant, kendisi kadar olmasa da yaşlı bir adamdı. Meslekdaş olduklarını söyleyince sarılıp öptü; birlikte gezmeyi teklif etti.

Tentesi körüklü, koltukları düğmeli, dikiz aynasının kenarında, atların boynunda renkli boncuklar, orlon ponponlar, ziller sallanan boyası dökülmüş eski zaman faytonuna kuruldular.

Faytoncu kırbacını şaklatıp atları tırısa kaldırdı. Kırbacını şaklattıkça atlar meşin gözlüklerinin arasından faytoncuya yan yan bakıyorlardı. Sağdaki at hışımla kuyruğunu sallayınca üstündeki bütün sinekleri savurdu.

“Şu atı görüyor musun bey amca sütçü beygiri falan değil,” dedi faytoncu, “Gazi Koşusunda dereceye girmiş bir yarış atı bu. Şimdi de yaşlanınca ben garibin sermayesi oldu.”

Sonra da sözleşmişler gibi hiç konuşmadılar; yol boyunca sadece sıralanan ağaçlarda ötüşen kuşların ve atların asfalt yolda takırdayan nallarının seslerini dinlediler. Faytoncu arabayı çeken iki atı tırısa kaldırıp, rüzgar yüzlerine vurmaya başlayınca keyifleri yerine geldi.

Yanyana oturan iki yaşlı nalbantın yüzünde dinledikleri bu musikinin verdiği huzur ve mutluluk vardı.

Faytoncu arabanın çanına bastıkça yollar açıldı. Akasyaların, mimozaların, zakkumların arasından geçtiler.

Atlar kanatlandı, fayton bir rakkase gibi indi adanın yokuşlarından. Terleyen atların altın rengi parladı güneşte. Esen rüzgar, buluttan bir kol sardı ihtiyarları; görünmez birer yıldız oldular. Faytonun çanı nalbandın parmaklarının arasındaki kehribar tespih gibi eski zamanı hatırlatıyordu. Atların nal tıkırtılarıyla zaman sahile vurdu. İhtiyar nalbandın anıları canlandı, hayalleri parladı, dönen tekerleklerin gıcırtısında.

Bütün yoklar; şamtatlıcı Recep Usta, macun şekerci Şevket Amca, aktar Halil Efendi, leblebici teyze, poşete girmemiş genç kızlar, hepsi gördüler önlerinden geçen faytonu ve içindeki nalbantları

***
Beklemediği kadar mutlu olmuştu. Dönüşte bindiği beyaz vapurda yine arka güverteye oturdu. Başka bir çocuk yine martılara simit atıyordu. Ada sefasından mutlu dönen sevgililer, güleryüzlü kadınlar, erkekler vardı. İhtiyarların bile yüzü gülüyordu. Kaptan köşkünün altında nazar değmesin diye, üstünde nazar boncuğu olan bir nalın asılı olduğunu gördü. Vapur iskeleden ayrılıp suları yara yara yol alırken ada yavaş yavaş küçüldü. Onu Adaya, bu sürpriz cennete götüren vapurun beyaz boyalı dökümden güvertesini okşadı, teşekkür etti.


19 Temmuz 2005, Kozyatağı

(*) Bu öykü ilk kez Eylül 2005 tarihinde Adalı Dergisi'nde yayımlandı.

15 July 2005

Adio Nonino

Adio NoninoElveda Büyükbabac1k, Hosgeldin Babac1k

Güçlükle gözlerini aralayıp uyandığında dedesi başucunda oturmuş, gülümseyip başını okşuyordu.

Bir yandan başını okşuyor, bir yandan da kalkması için uyarıyordu:

“Hadi evlat, uyanma zamanı.Okula geç kalma.”

Memet, uyku sersemi yatağında doğrulup, oturdu.Gönülsüz de olsa kalktı; banyoda elini yüzünü yıkadı.

Sabah olmuş; güneş ışıkları perdelerin arasından içeri sızıyordu.

Memet :

“Dede, bu gece de rüyamda babamı gördüm.”

“Hayırdır! Çok özledin, ondan herhalde.”

“Gerçekten çok özledim. Kaç yıl oldu gelmeyeli?”

“İki yıl olmuştur.”

“Fakat bu yıl da gelmezse çok kızacağım ona. Aşağı sokakta oturan Rıza var, bizim okuldan…Onun babası her bayram, yılbaşı olmasa bile senede bir kez geliyor.”

“Uygun bir zamanı olmamıştır,belki; izin ayarlayamamıştır. Hem ta oralardan kalkıp gelmek kolay mı? Çok masraflı…”
Giyinip, kahvaltısını ettikten sonra, apar topar hazırlanıp evden fırladı.

“Adio Nonino.”diye seslendi, dedesine. Dedesi bakıp güldü.

Dedesi, eskiden,emekli olmadan önce uzun seneler Sümerbank Beykoz Kundura Fabrikası’nda çalışmıştı. Fırsat buldukça, özlemle o günleri anlatırdı: Orada yeni gelen makinaların kurulmasında çalışan Giovanni isimli bir italyan montör varmış. Boylu poslu, yakışıklı; sevimli, konuşkan bir adammış. Dedesini çok severmiş. Çok da çalışkanmış; geceyarılarına kadar çalışırmış. Dedesi ondan da fazla çalışırmış. O, işini bitirip fabrikadan çıkarken dedesine, “benim işim bitti sana kolay gelsin” anlamında, “Adio nonino” diye takılıp, veda edermiş. Memet de dedesinin sık sık anlattığı o montörü hatırlatıp, takılmak için “Adio nonino,” diye veda ederdi.

Dedesi arkasından “Okuldan çıkınca çabuk gel, pazara gideceğiz,”diye seslendi.

Çantasını alıp evden fırladığında hava iyice aydınlanmıştı.

Beykoz sırtlarından aşağıya baktığında kocaman bir nehir gibi kıvrıla kıvrıla akan İstanbul Boğazı’nı gördü. Okula giden yokuşu tırmanırken her sabah aynı manzarayı da görse, yine de bir iki dakika durup, arkasına bakmaktan kendisini alamıyordu. Aşağıda vapur iskelesinin bulunduğu meydanda dolmuş minibüslerinin, koşuşan insanların karmaşası bir karınca yuvasını andırıyordu. İşine giden kadınların, erkeklerin,okuluna giden öğrencilerin, trafik karmaşasının gürültüsü ta yukarılara kadar ulaşıyordu. Martıların çığlıkları da bu gürültüye karışıyordu. İki yakası bir araya gelmeyen bir şehirdi burası.

Şimdi hazan mevsimi yaşanıyordu, bir anlamda hüzün mevsimi…Yerler sararmış yapraklarla doluydu. Sarı sarı yaprakların rüzgarla sürüklenirken çıkardıkları hışırtı, dallarından kopup ayrılmanın hüznüyle hıçkırışlarının sesiydi sanki.

Kendisini bir ara gösteren güneş aniden kaybolmuştu. Gökyüzü kara kara bulutlarla yüklüydü. Bulutlar da yağmurla… Havada bir sıkıntı vardı. Yağmur yağsa hava rahatlayacaktı sanki. Birden yağmurluğunu almadığını hatırladı. Ya aniden yağmur yağarsa?.. Eve dönmek için çok geçti; yokuş yukarı, okula doğru koşturmaya başladı.

Okullar açılalı daha bir ay bile olmamıştı. Okulunu, arkadaşlarını seviyordu. “Sevmek güzel bir duygu,” diye düşündü.
Ders zili çalmadan sınıfa girdi.

İki ders arasında bahçede öylece dolandı durdu; oyun oynayan arkadaşlarının arasına karışmadı.

O gün nedense kendisini derse veremiyordu. Ara ara dalıyordu.

Arka sıralardan birinde babası Memet’inki gibi Almanya’da çalışan Rıza oturuyordu. Babasının getirdiği uzaktan kumandalı arabayı kurcalıyordu gizli gizli. En sonunda öğretmene yakalandı. Öğretmen, uzun uzun yüzüne bakıp, “Bir daha okula getirme,”dedi. Arabayı alıp kürsünün yanına koydu.
“Dersten sonra alırsın,”diye fısıldadı.

Okul çıkışında, Rıza ile birlikte döndüler. Rıza’ların evi evlerinin yolunun üstündeydi.

Kızdırmak için “Artık oyuncak arabaları bırak ta, biraz yaşına uygun şeylerle uğraş,” dedi. Şaka olduğunu bile bile kızdı Rıza, ama sesini çıkarmadı.

“Yandaki sınıfta Okan diye bir çocuk var ya, babası ona bilgisayar almış. İnternete de bağlanmışlar. Geçen gün beni evine çağırdı. Korkunç bir şey: tam bir hayal dünyası; içinde yok, yok. İnternette gezinti diyorlar. Saatlerce başından kalkamıyorsun. Merak ettiğin herşeye ulaşabiliyorsun.”

“İnternet te neymiş?”diye sordu Rıza, safça.

“Valla, görmeden anlatması zor.”

Rıza’nın babası bahçede ağaçlarla ilgileniyordu. Almanya’dan izinli gelmişti. Bir kaç gün sonra geri dönecekti.

“Memet’in babası da Almanya’da çalışıyor.”dedi Rıza babasına.

Acaba benim babamı tanır mı sorayım, diye düşündü bir an. Soracak oldu, sonra vazgeçti; nereden tanısındı koskoca Almanya’da.

***

Öğleden sonra dedesiyle birlikte pazara gidip, alışveriş yaptılar. Dönerken tüyleri yoluk, cılız bir çilli horoz aldılar. Horozu eve kadar Memet taşıdı. Ürkek bir horozdu bu. Küt küt atan yüreğini elinde hissediyordu.
Eve geldiklerinde horozu diğer horozların ve tavukların bulunduğu kümese saldılar.

O gün mahalle maçları vardı. Memet, birşeyler atıştırdıktan sonra maça gitti.

Top oynayıp eve döndüğünde kümeste kıyamet kopuyordu. Horozlardan biri yeni horozu bir köşeye sıkıştırıp altına almış gagalayıp duruyordu. Pazardan alınan yeni horoz perişan bir haldeydi; ibiğinden kan sızıyordu.

Memet, hemen bir sopa alıp kümese daldı. Çilli horozun durumu kötüydü. Zor bela diğer horozun elinden kurtardı; kaptığı gibi kümesin dışına çıkardı. İbiğinden fena yaralanmıştı zavallı horoz. Memet, horozu kucağına alıp bir ağacın altına oturdu; mendiliyle kanayan yarasını temizledi. Horozun minik yüreği yine küt küt çarpıyordu; çok korktuğu her halinden belliydi.

Memet, sanki anlarmış gibi horozu “Üzülme,”diye avutmaya çalıştı,”Sana ayrı bir kümes yaparım. Hem de daha güzelini.”
Horozu koltuğuna alıp,otlatmak için evlerinin bulunduğu sokağın sonundaki boş arsaya götürdü. Horoz, taze otları midesine indirince kendine geldi; gezinmeye başladı.

Memet, bir ara dalmıştı; kafasını kaldırıp baktığında yaralı horozun başını almış, ilerideki ağaçların arasına doğru uzaklaşmaya başlamış olduğunu gördü. Birden telaşlandı; arkasından koşmaya başladı. Memet telaşlanıp koşmaya başlayınca, horoz kaçmaya başladı. Sanki biraz önce kümeste hırpalanan o değildi. Memet hızlandıkça o daha hızlı koşuyordu.

Memet, yine horoz anlarmış gibi bir yandan koşuyor, bir yandan da “Kaçma dur, ben senin dostunum,”diye bağırıyordu. İkna olmamış olacak ki kısa bir kovalamacadan sonra Çilli Horoz çalılıkların arasında kayboldu. Memet, sağa bakındı, sola bakındı, yoktu. Hayret sanki yer yarılmıştı da içine girmişti. Hava kararıncaya kadar her tarafı aradı. Akşam karanlığı bastırınca da iyice ümidini kesti. İçini bir sıkıntı bastı. Şimdi ne diyecekti, dedesine.

“Çilli Horoz, bu yapılır mı? Halbuki ben senin dostundum. Seni dayaktan kurtarmıştım,” diye sızlandı. Çaresiz eve döndü.

Akşam yemeğinde dedesi durumu farkedecek diye ödü koptu. Hemen anlatmak doğru değildi. Sabah erken kalkıp, gün ışığında bir daha aramaya karar verdi. Belki de horoz pişman olup geri dönerdi.

Yemekten sonra ders çalışmak için odasına girdi. Aksiliğe bak ki ertesi gün sınavı vardı ve ders çalışması gerekiyordu. “Ah horoz ah, seni bir bulur yakalarsam kesip, tüylerini yolacağım; anneme etinden yahni, suyundan da şehriyeli çorba yaptıracağım,” diye söylendi. Şaka yapıyordu, onunkisi horozun arkasından korkutmacaydı; hiç öyle bir şey yapamazdı.

Elinde kitap yatağına uzandı. Gözleri kitaplığına takıldı; rafları dolduran kitapların pek çoğunu okumuştu. “Ben, çok okuyan bir çocuğum”,diye böbürlendi kendi kendine. “Yaaa, hayırsız horoz, ben senin bildiğin kitap okumaz çocuklardan değilim. Eğer kaçmasaydın sana okuduğum kitaplardaki öyküleri anlatırdım,” diye mırıldandı.

Kitaplığının yanındaki duvarda bir dünya haritası vardı. Askerdeki ağabeyinin haritasıydı bu. Dedesinin bütün iyi niyetli tekliflerine karşın, onun coğrafya dersine yardımcı olmasını istemezdi; dedesi eski bilgileriyle kafasını daha çok karıştırıyordu. Harita güncel miydi, artık bilemiyordu. Çekoslavakya’nın neresi Slovakya, neresi Çek Cumhuriyeti olmuştu? Slovenya, Hırvatistan, Kosova, Makedonya neredeydi; Bosna Hersek’i daha kaç parçaya böleceklerdi? Eski Doğu Almanya, Batı Almanya sınırı nereden geçiyordu? Bu bölme, parçalama, birleştirme oyununu hangi amcalar seviyordu?

Babasının çalıştığı fabrika haritanın neresindeydi?

“Ah babacığım ah! Seni ne kadar özledim… Öf, hayırsız horoz, öf. Seni yarın sabah yakalayacağım; kesip, anneme etinden yahni, suyundan çorba yaptıracağım.”

***

Çok yorgun düşmüş; uykuya dalmıştı.
Bir ara çorabının ucundan çekiştirildiğini hissetti. Doğrulup, baktı. O da ne ?!.. Bizim Çilli Horoz, çorabını gagasının arasına almış, çekiştirip durmuyor mu?!

Memet:

“Hayrola, sen kaybolmamış mıydın ?”diye sordu.

“Yok canım. Bahçede geziniyordum.”

“Biliyordum, zaten geri döneceğini. Fakat ödüm koptu. Ne hesap verecektim dedeme.”

Horoz güldü:

“Dalmış gitmişsin.”

“Haritaya bakıyordum. Bak, babamın çalıştığı fabrika şuralarda bir yerde.”

“Hımmm. Oldukça uzaktaymış. Hiç gittin mi?”

“Yok canım. Ne zamandır babam da gelmedi. Çok özledim, onu.”

“Niye sen kalkıp gitmiyorsun, o zaman? Hem seni görünce sevinir, sürpriz olur.”

“Benimle alay ediyorsun galiba.” Bir koşu haritanın başına gitti, ”Bak burası İstanbul, bizim bulunduğumuz yer; burası da Almanya, babamın çalıştığı ülke. Ne kadar uzak değil mi? Otobüsle gitmeğe kalksak günlerce yolculuk etmemiz gerekir.”

“Otobüsle gitmeyeceğiz ki.”

“Hooop, n’oluyoruz! Birlikte bir yere mi gidiyoruz; gitsem bile seni de peşime mi takacağım!? Hem niye seni ilgilendiriyorki bu?”

“Vallahi sen bilirsin. Ben sana sadece yardımcı olmaya çalışıyorum. Ne de olsa benim dostum sayılırsın; senin de bana çok yardımın oldu. Sana can borçluyum.”

“Abartıyorsun. Ben sadece insanlık görevimi yaptım.”

“Ben de sana bir insanlık görevi yapayım diyemeyeceğim; çünkü ben bir horozum. Ama gene de sana yardımcı olmak isterim.”

Memet, toparlanıp “Amma saçma bir diyalog geçiyor aramızda diye,” düşündü; karşılıklı oturmuş bir horozla konuşuyordu. Horozlar insanlar gibi konuşamazdı ki. Çok yorulmuştu; “Okuduğum kitapların da çok etkisinde kalmış olabilirim; böyle saçmasapan hayaller görmemin nedeni bu,”diye mırıldandı. Yine de merak edip sormaktan alamadı kendisini.

“Anlat bakalım, şu muhteşem tasarını. Nasıl gideceğiz, Almanya’ya?”

“Biraz zor olacak. Ama kararlıysan gideriz.”

“Nasıl?”

“Basit. Sen benim üstüme ata biner gibi bineceksin. Ben de havalanıp uçacağım; uça uça gideceğiz.Tabii arada bir yere inip dinlenmemiz gerek. Uzun yol otobüs şoförleri bile arada bir ihtiyaç molası veriyor.”

“Sen benim yorgunluğumdan yararlanıp, dalga geçiyorsun.”

“Niye? Sen televizyonda “Uçan Kaz” adlı çizgi-filim dizisini seyretmedin mi hiç?”

“Ben doğmadan önce öyle bir şey varmış.”

Kazlar uçabilir, ama horozlar uçamaz, diye itiraz edecek oldu. Sonra düşündü ki zaten her şey baştanbaşa saçmalıklarla doluydu.Oturup, konuşabilen bir horozla söyleşip, sonra da onun uçup uçamayacağını tartışıyordu.

Memet :

“Babamı görmeyi çok istediğimi biliyorsun.”dedi.

“O zaman lafı uzatmayı bırak da, hemen hazırlan,”diye kestirip attı horoz.

Memet, kuşkuluydu; ya horoz doğruyu söylüyorsa? Kalkıp hemen giyindi. Yolculukta gerekli olabilecek şeyleri alelacele toparlayıp spor torbasına doldurdu.

Bir yandan hazırlanıyor, bir yandan da düşünüyordu: Bir horozun aklına uyup maceraya mı giriyordu yoksa?..

“Peki, sen daha önce o taraflara gittin mi? Yolumuzu nasıl bulacağız?” diye sordu.

“Kolay… Sen benim kuyruğumdan bir tüy kopart; havaya at. Tüyün düştüğü taraf, babanın çalıştığı şehrin yönünü gösterir.”

Zavallının yolunmuş kuyruğunda yalnızca bir kaç tüy kalmıştı. Bir kaç kere yönlerini kaybedip tüy yolsa kuyruğunda başka tüy kalmayacaktı. Horozun dediğini yaptı; bir tüy koparttı; havaya attı.

Horoz, garip bir tekerleme mırıldandı:

“Ayşe ninenin güğümü
Rüzgar uçursun tüyümü
Kara çıkarmasın yüzümü
Göstersin bana yönümü.”

Çok komik gelmişti; Memet’in gülecek oldu.

Tüy, rüzgarın etkisiyle havalandı. Havada bir kaç daire çizdi ve süzüle süzüle yere düştü.

Horoz:

“İşte, bu tarafa gideceğiz,”dedi, tüyün düştüğü tarafı göstererek.

“Atla üstüme.”

Memet, şaşkın bir halde Çilli Horozun üstüne çıkıp kollarını sımsıkı boynuna dolayıp sarıldı. Horoz, hızla kanatlarını çırpmaya başladı. Bütün tozlar havalandı. Yavaş yavaş havalandılar. Odasının penceresinden süzülüp, bahçeye, daha sonra ağaçların arasından, yapraklara sürtünerek yukarılara çıktılar; bir kaç ağacı ve komşunun evini teğet geçtiler. Sakar hayvan, nerdeyse karşıdaki evin bacasına çarpıyordu. İyice yükseldiler.

Yükseldikçe evler, ağaçlar ufaldılar, ufaldılar. Işıklarla aydınlanan asfalttan farlarını yakmış arabalar geçiyordu. Artık evler birer kibrit kutusu büyüklüğündeydi. Memet aşağılara baktıkça ürperiyordu.

“Yahu Çilli Horoz, ben sana bir şey söylemeye unuttum. Ben de yükseklik korkusu var,” dedi güçlükle.

“Çok geç. Alışırsın,” dedi Çilli pişkince.

Memet horozun yüzünü göremiyordu, ama onun hınzırca sırıttığını hissediyordu.

Tüyün düştüğü yöne doğru kaç bin kanat vuruşu uçtuklarının farkında değillerdi. Bir ara Memet korkusunu yenebilmek için saymayı denedi. Sonra vazgeçti. Herhalde saatlerce uçmuşlardı.

“Kaptanınız ihtiyaç molası veriyor,”dedi çilli horoz. ”Biraz dinlenelim; sonra yine devam ederiz.”

Sarsıla sarsıla yere indiler. Öfff, şükürler olsun. Acaba yürüyerek eve geri mi dönselerdi? Ama Memet alışmıştı.

Hiç zaman kaybetmeden bir ağacın altına yattılar, uyudular.

***

Uyandıklarında gün ışımıştı.

Memet mutfaktan alıp yanındaki torbaya tıkıştırdığı annesinin yaptığı böreklerden ve bir kaç domates çıkardı. Birlikte yediler.

Biraz kendilerine geldiklerinde yürümeye başladılar. Uzun süre ormanda ağaçların arasında yürüdüler.

Ormanın bitiminde bir yol inşaatı vardı. Kenarda bir taşa oturmuş, dinlenen iki işçiye yol sormak için yanaştılar. Selamlaşıp, söyleşirken Memet, işçilerin durgun ve üzgün olduklarını farketti; nedenini sordu.

“Çok uzun zamandır, memleketimizden uzakta, gurbetteyiz,” dedi, işçilerden biri. “Gelirken kızım hastaydı. İyileşti mi, n’oldu bilmiyorum; bir haber alamadık.”

“Mektup yazıp sormadınız mı?”

“Okuma yazmamız yok, yazamıyoruz.”

“Ben sizin için yazabilirim.”

İşçi arkadaşına baktı, sevindi. Memet, torbasından kağıt, kalem çıkardı. Birlikte büyük bir ağacın altına oturdular. O mektubu yazarken Çilli Horoz da ağaca çıkıp, dallardan birine tüneyip, kestirdi. İşçiler söyledi, Memet yazdı. Her ikisine de uzunca birer mektup yazdı. Pek sevinmişlerdi:

“Çok sağolasın kardaş, ellerin dert görmesin,” dediler.

Uzunca boylu bıyıklı olanı ceketinin cebinden ağaçtan yontarak yaptığı bir kaval çıkardı.

“Al kardaş, çam sakızı çoban armağanı; kabul et. Çaldıkça bizi hatırlarsın,” dedi.

Vedalaştılar. Memet yine Çilli Horozun üzerine çıktı. Yeniden havalanıp, uçtular. Alışmıştı, artık eskisi kadar korkmuyordu.

Az gittiler, uz uçtular, dere tepe düz uçtular; nice ormanlar, dağlar, köyler, kentler, nehirler aştılar. Uzunca bir süre uçtuktan sonra, Çilli, “Yoruldum,” dedi. Acıkmışlardı da. Memet torbasını karıştırdı; ancak torbada yiyecek bir şey kalmamıştı!

Memet horoza dönüp, “Biraz daha dayan,” dedi.

***
Yiyecek bulabilecekleri bir kente, ya da köye raslayıncaya kadar uçtular. Yollarının üstüne çıkan ilk köyün yakınındaki tarlalara indiler. Çok küçük bir köydü burası.Köyün dar sokaklarına girdiler. Dolaşırken sokaklardaki insanların Türkçe dışında, bilmedikleri bir dilden konuştuklarını farkettiler; artık Türkiye’de değillerdi. Bunu o zamana kadar hiç düşünmemişlerdi. Ne yapacaklardı şimdi? Nasıl anlaşacaklardı bu insanlarla; dillerini bilmiyorlardı. Konuştuklarını anlamıyorlardı; ama Memet, bu insanların bir tuhaf, şaşkın halleri olduğunu hissetti. Bazı evlerin pencerelerinden ağlayan insanların sesleri geliyordu. Sanki bir yas vardı.

Sokaklarda umutsuzca dolaşırken Türkçe konuşan birisine rasgeldiler. Onun yardımıyla yiyecek birşeyler buldular. Yine onun aracılığıyla köydeki tuhaf havanın sırrını da öğrendiler.

Köyün yakınındaki ormanda yaşayan kocaman bir ayı küçük çocukları kaçırıp, yiyordu. Şimdiye kadar altı yedi çocuk kaybolmuştu. Ayıyı bulup, öldürmek için bir grup avcı birkaç kez gidip aramışlardı. Ama eli boş dönmüşlerdi; bütün aramaları boşa gitmişti. Ayı çok kurnazdı. Bir türlü izine raslayamamışlardı.

Köylülerin durumu Çilli Horozla Memet’in içini parçaladı. Onlara sabır dileyip, ayrıldılar.Yırtıcı hayvanlardan, özellikle de köylülerin sözünü ettiği ayıdan çekindikleri için ormanın içine girmediler; olabildiğince yoldan ayrılmadan uzunca süre yürüdüler. Bir ara dinlenmek için yolun kenarına oturdular. Köyden aldıkları yiyecekleri çıkardılar, biraz yediler. Daha sonra Memet,işçilerin armağan ettiği kavalı çıkarıp, çalmaya başladı; çalarken derin düşüncelere kapılıp daldı.

Memet, ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi; bir ara durdu, kafasını kaldırdı: Gördüklerine inanamayıp, donup kaldı. Karşısında kocaman bir boz ayı oturmuş, onu dinliyordu.
Bizim uyanık Çilli horoz durumu Memet’ten önce farkedip bir ağacın üstüne çıkıp, kendisini güvenceye almıştı bile. Memet de koşup kaçmayı düşündü; ama beceremedi, kıpırdayamadı bile: Korkudan dizlerinin bağı çözülmüştü.

Kendisini toparladığında ayının gözlerinin dolu dolu olduğunu, bir iki damla gözyaşının tüylü yanaklarından aşağı süzüldüğünü farketti. Ayı ağlıyordu.Memet korkusunu yenip cesaretle sordu:

“Ağlıyorsun, galiba?”

Aslında ne saçma bir soruydu? Ayının ağladığı zaten görülüyordu. Neyse, konu açmak için böyle bir giriş yapması gerekiyordu belki de.

Ayı :

“Elimde değil, duygulandım,” diye yanıt verdi.

“Söyleseler inanmazdım.”

“Neden? Hep kaba hayvan derler bizim için, ondan mı? İnsanlar birbirlerine hakaret etmek için bizim adımızı kullanırlar; kızdıklarında birbirlerine ‘ayı’ derler.”

Memet, bir şey diyemedi.

Ayı, “Böylesi bir duygusallığı benden beklemiyordun, değil mi?” diye devam etti.

“Doğrusu öyle.”

“Meyva yer misin?” Topladığı en güzel armutlardan uzattı.

Memet, armutları elinin tersi ile geri çevirdi. Korkusunu iyice yenmişti; kızgınlıkla çıkıştı:

“Ağlayarak kendini iyi yürekli biriymiş gibi göstermeye çalışma boşuna. Beni kandıramazsın. Senin gibi bir canavarın sunduğu armutları yemem.”

“Canavar mı? Ben mi canavarım!?”

“Evet!”

“Haksızlık ediyorsun. Sen canavar görmemişsin. Bir kere işin gerçeğini söyleyeyim mi? Aslında kaba ve kötü olan, insanlar. Hele o avcı dedikleri?.. Av denilen saçma bir zevk için hayvanları öldüren; doğayı kirleten siz insanlar değil misiniz?”diye sitem etti.

“Doğru olabilir; ama senin de küçük çocukları kaçırıp yemeğe hiç hakkın yok.”

“Küçük çocukları kaçırıp yemek mi? Neler saçmalıyorsun?”

“Yalan mı!?” diye bağırdı Memet.

Çilli horoz, kaçıp çıktığı ağacın tepesinden dehşet içinde onları izliyordu.

Ayı :

“Doğru değil, bütün bunlar.Bunu sana kanıtlarım,”dedi, kararlı bir tavırla,”Lütfen, beni takip et,” diye ekledi.

Çilli Horoz, ağacın üzerinden Memet’e gitmemeleri için yalvardı, ama dinletemedi; birlikte ayının arkasına takıldılar. Sık ağaçların arasından geçtiler; ormanın içine doğru yarım saat kadar yürüdüler; sonunda kocaman bir mağaranın ağzına geldiler. Bu ayının ini olmalıydı. Ama o da ne ?! Mağaranın önündeki açıklıkta , bir kaç küçük çocuk kendilerinden geçmiş, neşe içinde oynuyorlardı. Çocukların bazıları da ayının onlar için topladığı meyvaları iştahla yiyorlardı. Memet’le, Çilli Horoz hayret içinde kaldılar.

“Gördün mü, ne kadar mutlu görünüyorlar,” dedi boz ayı; ”Burada ormanda tek başıma çok sıkılıyorum; yalnızlık çok kötü bir şey. İnsanlar da benden gereksiz yere korkuyor, dostluk göstermiyorlar. Bazılarının ormana gelip kötülük etmelerine karşın, onlarla dost olmayı ne kadar çok isterdim. Onlarla dost olamadım, ama kaçırdığım çocuklarıyla dost oldum. Onları çok seviyorum. Birlikte çok mutluyuz.”

Memet:

“Ne olursa olsun yaptığın gene de çok yanlış. Bu çocukların ailelerinin ne durumda olduğunu biliyor musun? Çocukları ailelerine geri vermelisin. Hem de hemen!” dedi.

Boz ayı sus pus olmuştu. Yaptığının yanlış olduğunu anlamış olacak ki hiç sesini çıkarmadı.

“Pekala,” diye başını salladı.

***
Çocukları toplayıp köye doğru yola çıktılar. Köylüler ayıyı görünce tedirgin oldular; ama Memet, durumu anlattı. Köydekiler çocuklarına sağ ve sağlıklı kavuşunca sevinç çığlıkları attılar. Anneler, babalar çocuklarıyla sarmaş dolaş oldular.

Memet, olanı biteni bütün ayrıntılarıyla köylülere anlattı. Onlar da boz ayıyı affettiler; dostluk ellerini uzattılar. Boz ayı çok mutluydu: Artık yalnız değildi, onun da dostları vardı. Her gün köye gelip çocuklarla oynayabilecekti.

***
Gece köyde konuk oldular. Ertesi sabah yola çıkmak için erkenden kalktılar, hazırlandılar. Köy halkı yolda ihtiyaçları olur diye çeşitli yiyecekler getirmişlerdi. Yaşlı bir nine eski püskü çizmeler getirmişti:

“Bu çizmelerin böyle eski göründüğüne bakma yavrum,” dedi Memet’e nine,”Bunlar sihirlidir.Babamdan kaldı. Ona da babasından kalmış. Yıllardan beri çatı arasında saklıyorum. Giyenlerin ayak ölçülerine göre büyür, küçülürler. Bunlarla attığın her adımda bir fersahlık yol alırsın.”

Memet, “Aynı ‘Parmak Çocuk’ masalındaki çizmeler gibi, desene ninecim!”diye sevindi.

En çok da Çilli Horoz sevinmişti. Hem uçup, hem Memet’i taşıyarak çok yorulmuştu. Memet,hemen çizmeleri ayağına geçirdi. Köylülerle vedalaştılar; boz ayıyla birbirlerine sarıldılar.

“Yolda pek kimseye görünmemeye dikkat edin. Yabancısınız; pasaportunuz, vizeniz falan da yoktur,”diye öğüt verdi köylüler.

Çilli Horoz iki gündür çokça yorulmuştu. Bu kez Memet onu kucağına aldı. Arkadaş dayanışması diye buna denirdi.Torbasını da sırtına astı.Yola çıktılar. Bir adımda bir fersah yol alarak, az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler; dağlar, tepeler aştılar. Dura dinlene gün batımına kadar yol aldılar. Karanlık bastırmadan geceyi geçirecek güvenli, kuytu bir yer bulmaları gerekiyordu. Onlar aranırken telaşlı telaşlı koşuşturan bir kız gördüler. Zararsız birisine benziyordu; ona bir şeyler sorabilirlerdi.

“Bir dakika bakar mısınız?”diye seslendi Memet.

Kız durmakla durmamak arasında kararsız bir tavırla:

“Acelem var. Ne istiyorsanız lütfen çabuk söyleyin,”dedi.

Memet, birden kızı çok yakından tanıdığı birisine benzettiği duygusuna kapıldı:

“İsminiz ne sizin?”

“Alis. Niye sordunuz ki?”

“Yoksa ‘Alis Harikalar Diyarında’ki Alis mi?”

“Evet!?”

Ne şaşırtıcı, garip şeyler oluyordu. Masalların içinde yaşıyordu sanki. Defalarca, yutarcasına okuduğu bir kitabın kahramanı karşısındaydı. Bir imza alsam, arkadaşlarıma göstersem arkadaşlarımı ne biçim etkilerim diye düşündü.

“Ben sizi tanıyorum.” dedi, bilgiççe.

Alis, kibirli bir şekilde “Beni tanıman değil, tanımaman şaşırtıcı olurdu.”diye cevap verdi.

“Benim adım Memet. Bu da arkadaşım Çilli Horoz.”diyerek, tanıttı kendisini. Bir çırpıda nereden geldiğini, nereye gittiklerini, başlarına neler geldiğini anlattı. Alis, geç kalmanın sıkıntısıyla sabırsız, koşturmaya devam ediyordu. Memet’le Çilli Horoz da onunla birlikte, hem konuşuyor, hem de koşturuyordu.

“Geceyi geçirebileceğimiz bir yer arıyoruz. Bize yardım edebilir misin?”

Alis, “Hımmm,”diye duraksayıp, düşündükten sonra, “Sen iyi bir çocuğa benziyorsun. Sana yardım edebilecek birilerini tanıyorum.Benimle gelin. Yalnız acele etmeliyiz, çok geç kaldım,”dedi.
Koşturmaya devam ettiler.

Alis, koştururken anlatıyordu : Ormanda bütün masal ve öykü kahramanlarının özel bir toplantısı vardı. Yılda bir kaç kez böyle toplanıp çeşitli sorunları tartışırlarmış. Masal ve öykü kahramanlarından başka kimse katılamazmış bu toplantılara. Aslında Memet’le Çilli Horoz’un toplantıya katılması uygun değildi, ama Alis’in içi ısınmış, güven duymuştu onlara. İnşallah diğerleri kızmazdı.

Nefes nefese toplantı yerine vardılar.

Toplantı yerinin yakınında, bir ağacın tepesinde gözcülük yapan Peter Pan, “Gene geç kaldın, Alis,” diye payladı Alis’i.

Herkes oradaydı: Kül Kedisi Sinderella, Küçük Prens, Kırmızı Şapkalı Kız, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Keloğlan, Pinokyo, Çizmeli Kedi, Bremen Mızıkacıları, Tom Sawyer ve diğerleri… Memet’in hayatının en mutlu anlarından biriydi; bütün sevdiği masal ve öykü kahramanları bir aradaydı.

İhtiyar Ezop toplantıya katılanların en yaşlısıydı. Toplantıyı yönetmek işi de ona düşmüştü. Alis, geç kaldığı için özür dileyerek, Memet’le Çilli Horoz’u tanıştırdı. Durumlarını anlattı; önceden onay almadan, danışmadan onları toplantıya getirdiği için de ayrıca özür diledi. Toplantıya katılanların hepsi Memet’le Çilli Horoz’un toplantıya katılmalarından hoşnut olduklarını belirttiler.

Yaşlı Ezop, “Öhö öhhö,” diye hafifçe öksürerek boğazını temizledikten sonra toplantıyı açtı:

“Hoşgeldiniz arkadaşlar! Herbiriniz değişik ülkelerden, dünyanın çeşitli yerlerinden uzun bir yol katederek geldiniz.Hepiniz geleneksel toplantılarımızı neden yaptığımızı biliyorsunuz. Bizler çocuklara iyiyi, güzeli, sevgiyi, hoşgörüyü anlatmak, kavratmak için yazılmış, söylenmiş yıllardan, yüzyıllardan beri, anlatılan, okunan öykülerin, romanların, masalların kahramanlarıyız. Ama görüyoruz ki bizim öykülerimiz, romanlarımız, masallarımız nesiller boyu okunmuş, anlatılmış; bunları okuyan, dinleyen çocukların çoğu koca koca adamlar olmuş olmasına rağmen kötülükler bizim güzel dünyamızın yakasını bırakmadı. Kötülükler hala kol geziyor. Bu da bizi hem çok üzüyor, hem de düşündürüyor. Kötülükleri tümüyle yok etmenin yolunu bulmalıyız.”

Toplantıya katılanların hepsi:

“Evet!.. Mutlaka bir yolunu bulmalıyız,”diye bir ağızdan bağrıştılar.

Uzun uzun konuşup, tartıştılar.

Pamuk Prenses’in yedi cücesinden Öfkeli, “Ne kadar üzücü,”diye haykırdı, sinirli sinirli, ”Dünyamızda hala savaş tehlikesi var; bir çok ülkede küçük çocuklar açlıktan ölüyor; milyonlarca çocuğun babası işsiz; milyonlarca insan yoksul ve mutsuz.”


Memet, o zamana kadar konuşulanları sessizce ve ilgiyle dinlemişti. Öfkeli’nin konuşmaşı onu iyice heyecanlandırdı; dayanamayıp fırladı:

“Evet, Öfkeli amca doğru söylüyor. Benim babam da kendi ülkesinde bizi geçindirecek bir iş bulamadığı için Almanya’ya gitti; yıllardır orada çalışıyor. Bense uzun zamandır babamı göremedim. Bu yüzden çok mutsuzum. Babamı çok özledim,”dedi.

Son sözcükleri söylerken zor yutkunuyordu. Gözlerinden boşunan yaşlara engel olamadı. Bir anda ortalığı sessizlik kapladı; kimseden çıt çıkmıyordu. Herkesin gözleri dolu dolu olmuştu.

Sessizliği yine yaşlı Ezop bozdu:

“Arkadaşlar, kardeşimizin öyküsünü dinlediniz. Gördüğünüz gibi insanları mutsuz kılan çok sorun var.”

Pollyanna, her zamanki iyimser tavrıyla :

“Ama gene de çok umutluyuz. İyilik oldukça yol aldı. Ve gün gelecek sevgi ve iyilik, kötülükleri tümüyle yenecek, yok edecektir,”dedi.

“Pollyanna haklı, ama biraz fazla iyimser,”dedi Pinokyo, “Sevgi, güzellik ve iyilik, çirkinlikleri, kötülükleri her geçen gün yeni yeni yenilgilere uğratıyor. Durum gerçekten de umutsuz değil, umut vericidir. Gelecek, bize sevgi dolu, güzel günlerin sözünü veriyor. Yalnız bize de önemli görevler düşüyor. Vargücümüzle iyiyi, güzeli, doğruyu öğretme görevimizi sürdürmeliyiz.”

Kırmızı Başlıklı Kız :

“Evet, evet,”diye onayladı, “Hem de çok fazla çalışmalıyız.”

“Ve kötü kurtlara yem olmamalıyız,” diye muziplik yaptı Keloğlan.

Yaşlı Ezop söze karıştı, “Toplantımızı bir sonuca bağlamalıyız,”dedi; bir sonuç konuşması yaparak konuyu toparladı.

Hepsi birden çocuklara iyiyi, güzeli, doğruyu aşılamayı sürdürmeye karar verip, and içtiler.

Memet’le Çilli Horoz, o gece Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’in ormandaki evinde konuk oldular. Ertesi sabah gün doğarken kalktılar. Yedi Cüceler, onları ormanın bitimindeki yola kadar götürüp yolcu ettiler. Kestirmeden nasıl gidileceğini tarif ettiler.

***
Memet’in babasının çalıştığı kent pek fazla uzakta değildi. Uzunca bir süre tarla aralarından, patikalardan yürüdüler. Bir süre uçtular, bir süre de sihirli çizmelerle yol aldılar. Kenti uzaktan gördüklerinde güneş iyice yükselmişti.

Kente vardıklarında sokaklar nerdeyse bomboştu. Büyük ve görkemli bir kentti burası. Herkes işinin başına varmış, çalışmaya başlamıştı bile. Tek tük insanlar dolaşıyordu sokaklarda. Memet, bunlardan bir ikisiyle konuşmayı denediyse de pek ilgilenen olmadı. Dükkanlardan birinin önünden geçerken içeride alışveriş yapan gür bıyıklı, esmer bir adam gördü. Mutlaka Türk olmalıydı bu adam. Alışverişini bitirinceye kadar dükkanın kapısında beklediler. Memet, adam dışarı çıkınca arkasından ürkerek seslendi:

“Amca.”

Adam başını çevirip baktı:

“Efendim yavrum ?”

“Size birini soracaktım…”

“..!?”

Tutturmuştu; adam Türktü, adı Ali’ydi; onyedi yıldır Almanya’da çalışıyordu; raslantıya bakın ki Memet’in babasını tanıyordu.

Ali amca :

“Bak hele şu işe,”dedi.”Baban seni görünce çok sevinecek. Bugün izinliyim. Seni babanın çalıştığı fabrikaya götüreyim.”

Memet’le Çilli Horoz, Ali Amca’nın otomobiline binerek kentin dışındaki fabrikaya gittiler. Kapıdaki yüzü gülmeyen, asık suratlı bekçi, Çilli Horoz’u içeri almak istemedi. O da bahçede kaldı. Canına minnetti; her taraf yemyeşil çimdi. Ye, ye bitmez.

Ali Amca, bekçiyle uzun uzun almanca birşeyler konuştu. Fabrika binasına girip merdivenle bir kat yukarı çıktılar; camlı bölmelerden oluşan bir yere geldiler. Burası yönetimle ilgili odaların bulunduğu kısımdı. Odaların kapılarının açıldığı koridorun öteki yanında, aşağıda üretimin yapıldığı çok büyük bir alana bakan, boylu boyunca uzanan bir cam vardı.

Üretimin yapıldığı kocaman alanda işçilerin üzerinde çalıştıkları yürüyen bantlar vardı. Yürüyen bantlarda çalışan her işçi, kendi önüne geldiğinde yapılan ürünün bir parçasını takıyordu. Parçalar, takıla takıla yürüyen bandın sonundan bir otomobil olup çıkıyordu. Kimi işçi bir arabanın tekerleğini, kimisi jantını, kimisi de direksiyonunu takıyordu. Sonunda ortaya herşeyi tastamam bir araba çıkıyordu.

Memet, koridorda, camın arkasından bakarken yürüyen bantların önünde çalışan işçilerin arasında babasını gördü. Camı tıklatıp, elini sallamaya başladı. Babası bir türlü onu farkedip göremiyordu. Cama daha hızlı vurmaya başladı. Gürültüye bürolarda çalışanlar çıktı. Rahatsız olup koridora çıkanlar, kızgın bakışlarla Memet’i süzüyorlardı. Gözlüklü, uzun boylu, sarışın bir alman kolundan çekip sürükleyerek onu dışarı çıkarmaya çalıştı. Pencerenin pervazına tutunarak direndi. O sırada babası Memet’i farketti. Memet, adamın elinden kurtulup cama yaslandı. Elini salladı. Babası da elini sallamak istedi; ancak yürüyen bandın üzerinde, önüne gelen arabaya kendisinin takacağı parçayı monte etmesi gerekiyordu; yoksa üretim altüst olurdu: Elini kaldırıp sallayamadı. Kafasını kaldırıp bakmaya bile fırsatı olmuyordu. Tam parçayı yerine takıp kafasını kaldıracağı sırada yürüyen bant yeni bir arabayı önüne getirdi. Ona da parçayı taktığında bir yenisi geldi önüne.

Memet, yukarıda bir yandan camı yumrukluyor, bir yandan da “Baba, baba,”diye bağırıyordu. Sarışın alman yine kolundan yakaladı, sürüklemeye çalıştı.

Babası bir türlü fırsatını bulup, kafasını kaldırıp bakamıyordu. Durmaksızın, bir makina gibi, önüne gelen arabalara parçaları takıyordu.

***
Memet, sabah uyandığında gördüğü ilginç rüyanın etkisiyle sersem gibi olmuştu. Çilli Horoz, onunla birlikte yaptıkları yolculuk, başlarına gelenler : Ne garip bir rüyaydı bu…

Evin içinde de bir tuhaflık vardı. Odasının penceresinden güneş ışıkları sızıyordu; güneş yavaş yavaş yükseliyordu. Bir kere ilk tuhaflık buradaydı; dedesinin çoktan kalkıp başını okşayarak okula gitme vaktinin geldiğini söyleyip, Memet’i uyandırması gerekirdi.

Yataktan kalkıp sofaya doğru yöneldi. Annesi ve babaannesi sedire oturmuş için için ağlıyorlardı. Eve konu komşu doluşmuştu.

Dedesi ölmüştü. Sevimli, iyi yürekli, birilerini incitmekten ödü kopan Büyükbabacık gürültüsüz, patırtısız terketmişti bu dünyayı…

Ağlamak gerekiyordu, ağlayamıyordu. Annesi alelacele giydirip, okula gönderdi Memet’I; belli ki ölüm sessizliğine bürünen bu ortamdan uzaklaşmasını istiyordu.

Okul yolunda geriye dönüp baktı: Herşey aynıydı. Aşağıda vapur iskelesinin olduğu meydanda işine giden kadınlar, erkekler, okuluna giden öğrenciler, çığlık çığlığa uçuşan martılar, minibüs şoförleri, iskeledeki vapurun kaptanı dedesinin öldüğünün farkında değil miydi? Niye kaptan vapurun düdüğünü “Vuuuup!,” diye öttürüp dedesine veda etmiyordu. Yoksa dedesi ölmemiş miydi?

Değişen bir şeyler de vardı. Hazan mevsimindeydiler. Memet’in hayatının belki de en hüzünlü dönemecinde… Gökyüzünde kuşlar göç ediyor ; çığlık çığlığa İstanbul’u terkedip daha sıcak yörelere gidiyorlardı. Yapraklar da çırılçıplak bırakıp terkediyordu dallarını ; hışırtılı hıçkırıklarla ve belli ki istemeyerek…Yolda yağmur başladı ; gökyüzü boşanıyordu. Sonbahar ve yağmur… Sonbahar ve ölüm… Rüzgarda sararmış yapraklar uçuşuyordu. Uçuşup giden yaprakları kim geri getirecekti, dedesini kim geri getirecekti. Ölenler ne olurdu ki ? Ruhları aramızda dolaşır mıydı ? Mesela dedesine internetten ulaşabilseydi ; her gün internet aracılığıyla haberleşebilseydi, hoşbeş edebilseydi…

***
Memet, okula gitti; ama okulda mıydı, yoksa başka bir yerde mi farkında değildi. Bütün gün dedesiyle birlikte yaşadıkları, anıları gözünün önünden film şeridi gibi geçti. Öğretmenlerin biri çıkıp, öbürü giriyordu sınıfa. Sessiz sinema oynuyorlardı sanki. Memet, söylediklerini, anlattıklarını duymuyordu bile. Başı uğulduyordu ; son dersin bitimini zor getirdi. Okuldan süklüm püklüm çıkıp evin yolunu tuttu. Yoksa bu da kötü bir rüya mıydı ; eve vardığında dedesini bahçede tavuklara yem verirken mi görecekti?
Evdeki komşu kalabalığı bahçeye taşmıştı. Durumda bir değişiklik yoktu.

Akşam olunca erkenden yattı.
Bütün bu olanların kötü bir rüya olmasını; sabah dedesinin başını okşayarak uyandırmasını diledi uyumadan önce.

Niyeyse gece hiç rüya görmedi.

***
Memet, sabah yine erken uyandı. Dedesinin olmadığı bir gün geçmişti. Herhalde buna alışamayacaktı.

Oturma odasından konuşmalar geliyordu. Ev yine kalabalıktı. Kim gelmiş olabilirdi? Yoksa?.. Evet, yoksa babası mı?

Merak ve heyecanla yatağından fırladı. Annesi, babaannesi, amcaları, yengeleri ve babası oturma odasında oturuyorlardı. Babasının yüzü sapsarıydı; belli ki çok üzülmüştü. Dedesinin ölümünü duyunca bulduğu ilk uçağa atlayıp gelmişti. Memet, koşarak kucağına attı kendisini. Doyasıya babasının yanaklarından öpmeye başladı. O da Memet’e sımsıkı sarılmış yanaklarından öpüyordu. İşte bu düş değildi; sımsıkı sarıldığı babasıydı. Altın kaplama dişleriyle ona sırıtıyordu. Hasret bitmişti; ama keşke böyle bitmeseydi.

Öğle yemeği için oturduklarında annesi sofraya kızarmış bir tavuk getirdi. Memet’in Çilli Horoz geldi aklına: Bu kızarmış tavuk o olmasındı sakın. Ama olamazdı; zaten o kaçmıştı.

Annesi Memet’e:

“Evvelsi gün dedenle aldığınız horozu kümese koymayı unutmuşsun,”dedi,“Onu bahçede gezinirken buldum.”

Demek sofraya gelen Çilli Horoz değildi. Kaybolmamıştı da. Derin bir nefes aldı:

“Çilli Horoz’a güzel bir kümes yapacağım. Öbür kümeste ona rahat vermiyorlar,” dedi.