24 May 2007

Yine Selam Var Dido Teyzeden !

'Ve sen Kör Mehmet'in damadi! Hele sen! Niye öyle tiksinerek bakiyorsun yüzüme? Öldürdüm evet seni, ne olmus! Ve iste agliyorum... Sen de öldürdün! Kardesler, dostlar, hemsehriler... Koskoca bir kusak, durup dururken katletti kendi kendini!.. Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet'in damadi! Benden Selam Söyle Anadolu'ya!.. Topragini kanla suladik diye bize garezlenmesin... Ve kardesi kirdiran cellatlarin Allah bin belasini versin!..'

Böyle bitiyor Dido Sotiriyu’nun, Benden Selam Söyle Anadolu’ya“ isimli romani.1982 yilinda Abdi Ipekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü'nü alan bu kitap, kökleri Türkiye'de olan, Kurtulus Savasi'ndan sonra Türkiye'den göç etmek zorunda kalan ünlü Yunanli yazar Dido Sotiriyu'nun en önemli, etkileyici kitabi.

Türkiye'nin kültür mozayiginde çok önemli bir yer tutan Yunan azinliklarin, Kurtulus Savasi öncesindeki ve savas sirasindaki yasamlarindan gerçekçi kesitler sunan Dido Sotiriyu, kendisini söyle tanitiyor:

“1911'de Küçük Asya'da Aydın'da doğmuşum. Babam, Volos'tandır. Kökü, Volo'dan gelir. Annem, 12 Adalardan. Dedem ise, Rodos'tan gelmiş. İstanbul'da Fener Lisesi'nde öğretmenmiş.

Çocukluk yillarimda ailemle birlikte, dogdugum il olan Aydin'da yasadim. 1922'de Anadolu'dan ayrilarak Yunanistan'a, amcamlarin yanina gitmek zorunda kaldim. Ailem daha sonra göçtü oraya. Ilk çocukluk yillarinin anilari bellegimden silinmiyordu. Babamin arkadasi Talat Beyler, sokakta oynadigim Rum ve Türk çocuklari bugün bile aklimda.

Yaşadığım yerlerde insan ilişkileri çok sıcaktı. Babam sabuncu idi ve halkla yoğun ilişkiler içinde idi. Ben küçükken evimizin önünden develer geçerdi ve önünde de bir merkep olurdu. Bu merkep'in üzerinde bulunan bir çocuk beline kuşak sarardı. Bunları hatırlıyorum… O dönem Türk halkı ile de ilişkilerimiz çok sıcaktı...

Yasadigim günlerin, duydugum gerçek olaylarin o kadar etkisi ve büyüsü altinda kalmistim ki, bu konuyu ele alan bir kitap yazma istegi içimde çig gibi büyüyordu. 1962 yilinda, Benden Selam Söyle Anadolu'ya adli kitabim yayinlandi. Bence ilk kez gerçekleri ortaya koyan bu kitapta geçenler tümüyle tarafsiz bir gözle yazildi.

1947'de siyasi bir kitap hazırlamıştım, ama basamadım. O zaman gazetecilik yapıyordum. Basılı olan eserlerim ise şunlardır:
-1962, “Benden Selam Söyle Anadolu'ya”. Bu eserim Türkçe bir çok kez ve ayrı yayınevleri tarafından basıldı. En iyi çevirisi Türkçe oldu. 8 dilde yayınlanmıştır.
-1959, “Ölüler Bekliyor”. Bu kitabım Rusça ve Romanca'ya çevrildi. Ayrıca, Fransa'da Sorbon'da Mirabel kaynak olarak kullanıldı. Roman türünde. Aydın'da bir çocuğun doğup büyümesi anlatılıyor. Oradan buraya gelmeleri, ilerici aydınlarla nasıl karşılaştıkları, faşizm olgusu vb... anlatılıyor. Türkiye'de yayınlanacaktı fakat cuntanın gelmesiyle, Türkiye'deki yayını durduruldu.
-1961,” îlektra” 1943 ulusal direnişinde Almanların yakıp kaleden attıkları bir gencin hayatı anlatılıyor. Bu kitap Rusça'ya çevrildi.
-1975, “Emperyalizmin Stratejisi ve Küçük Asya'nın Yıkılışı”.
-1976, “Endoli”. Bu kitap Beloyanis’in davasını anlatmaktadır. Beloyanis.benim kız kardeşimin kocasıdır ve 1952'da kurşuna dizildi. Çocuklarına ben baktım. Bu kitapta ayrıca, Yunanistan iç savaşı ve ulusal direniş sonrası durum anlatılmıştır.
-1979, “Misafirler”. Roman türünde, 19yy. da aile, çocuk ve kadın ilişkilerini anlatıyor.
-1982, “Yıkılıyoruz” Roman türünde, 1950-60 arası Yunanistan'daki durum anlatılıyor.

Sonuç olarak şunu söyleyeyim: Ben daha çok ülkemin acılarını ve sorunlarını anlatmaya çalıştım. Bunlar üzerinde durdum. Genel olarak iki dönemi işledim. Bunlardan birincisi. Küçük Asya'dan geliştir, ikincisi ise, iç savaş ve sonraki dönemdir.

Bence önemli olan barıştır, esas düşman savaştır. Bunu söylüyorum.”

İki halk arasındaki barış ve dostluğu öne çıkaran Sotiruyu, Yılmaz Güney'in bu kitabı filme almayı da düşündüğünü ama kısmet olmadığını belirtiyor.

Hemen herkesin kütüphanesinde bulunan "Benden Selam Söyle Anadolu'ya"nın unutulmaz yazarı Dido Sotiriyu 95 yaşında aramızdan ayrıldı.

Sotiriyu, kitabında Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu'daki Rum köylüleriyle Türkler arasında yaşanan tarihsel bir dramı anlatıyordu. Öykü Manoli Aksiyotis adlı bir Rum köylüsünün gerçek yaşamından kaleme alınmıştı. Sotiriu'nun şu sözlerine katılmamak mümkün mü...

"Bütün bu çekilen acı, kötü bir rüya olsaydı, ah... Ve yan yana, omuz omuza verip yürüseydik tarlalara yeniden. Saka kuşlarının türküsüyle şenlenen ormanlara doğru yürüyebilseydik. Ve her birimizin sevdiceği kendi kolunda, çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp, yan yana eğlenmek üzere şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik. Anayurduma benden selam söyle kör Mehmet'in damadı. Benden selam söyle Anadolu'ya... Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin. Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin..."
Bu kitapta Manoli Aksiyotis isimli Anadolu Rum köylüsünün öyküsü kendi ağzından aktarılmıştır. 1914-1918 arası Amele Taburu'nda bulunmuş, Anadolu'yu Rum istilasıyla birlikte Elen( Helen) üniformasını sırtlamış, esaret görmüş ve nihayet Yunanistan'da mülteciliğin zehirli ekmeğine ortak olmuştur. İltica ettikten sonra kırk yıl boyunca dokerlik, sendikacılık yapmış; İkinci Dünya Savaşını izleyen Yunan Milli Direnme Hareketine katılmıştır. Emekli olunca da, altmış yılı aşkın yaşantısını kaleme almıştır Manoli. Büyük bir sabırla cefa çekerek: Çünkü, doğru dürüst okuma yazma bilmemektedir.
”İki kudret vardı evde, önünde titrediğimiz! Allah ve babam. Anadolu yaşam tarzı hüküm süren bir kasabanın çocuğuydu Manoli. Baba yıldızlar ışırken uyanır, küçük takkesini ve çoraplı pantolonunu giyinir, elini yüzünü büyük bir gürültüyle yıkar, ikonaların karşısına geçer istavroz çıkarır, biraz közde kızarmış ekmeğini şaraba banar birkaç zeytin ve bol küfürle yola çıkardı.
Bağları, incirleri, tütünleri, zeytinleri, pamukları, mısırları, susamları, şarapları, iki katlı evlerinin önünde meyve ve sebze bahçeleri, kiliseleri olan bir hayat. Köylüleri iliğine kadar sömüren beyler yok. Tüm dükkanlar, kahveler, iki kiliseyle üç okul ve köyün tek Türk binası olan Zaptiye Dairesi; defne ve mersin dallarından görünmüyor. (Bu gün ise otellerden, pislikten ve bakımsızlıktan) Yazın herkes yazlığına gidiyor, sonbahara doğru dönüp büyük bir temizlik başlıyor, o kadar ki yollarda yürümeye çekinilecek bir temizlik. Evlerin önü rengarenk çiçeklerden geçilmiyor. (Bu gün İstanbul ve İzmir'de bu renkleri sadece pencerelerinin önünde sürdürüyorlar) Ürün satımı sonunda en çokta incirden cepler doluyor ve doğru İzmir; çeyiz, giysi vs.”

Stelyo Berberakis :
“Yunan edebiyatıyla tanışmam öğrencilik yıllarımda, Dido Sotiriu'nun "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" kitabıyla olmuştu. Romanında I. Dünya Savaşı'na kadar Anadolu'da yaşayan Rum ve Türkler'in ilişkilerini; Anadolu'nun Yunan işgaliyle yaşadığı kanlı savaş ortamını ve savaş sonrasında iki ülke arasındaki mübadeleyi anlatmıştı. 'ANADOLU ANASI' Onun kitaplarıyla soyum arasında bir ilişki olduğunu sezdiğim öğrencilik yıllarımda Dido'yu evine gidip ziyaret etmiştim. Atina'nın İlisia semtindeki evinde matematik profesörü yaşlı ve kötürüm eşiyle oturan Dido, beni tam bir 'Anadolu anası' gibi karşılamıştı. Yanaklarımdan öpmüş; salonun en rahat koltuğuna oturtmuştu... Ben kocasıyla konuşurken; Dido, köfte pişirdiği mutfaktan, sohbetimize katılıyordu. "Türk olsun Rum olsun fark etmez... Anadolu'nun havası, suyu bizim en büyük zenginliğimizdir" diyordu. Savaşa gelince "Bak evladım. Savaşta iyiler ya da kötüler yoktur" dediğini hatırlıyorum. 70 yaşına rağmen, hayat doluydu. Dido ile tanıştığım günden bu yana ya telefon ederek ya da ziyaret ederek halini hatırını sorar; kahvesini içerdim. Kendisiyle beş yıl önce yapmış olduğum mülakatta "Çok yakında bu dünyadan ayrılacağını" biliyordu. Hep "Ben büyüyorum ama yaşlanmıyorum bir türlü" diyen Dido, gerçekten de yaşlı ve yorgun bedeninin içinde genç bir devrimcinin ruhunu taşıyordu. 'Kara haberi' radyodan duyduğumda Dido'nun bu dünyadan 'mutlu' olarak ayrıldığını düşündüm. Hayatı boyunca hedeflediği her şeyi yapmıştı. 'Abdi İpekçi Barış Ödülü'nü alan Dido'nun kitapları 50 dile çevrilmişti. "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" kitabıysa, Yunan ilkokullarında okutuluyordu. Mücadeleleri yeterince meyve vermişti. Eceli bekliyordu. Bu dünyadan mutlu ayrıldı Dido...”

Refik Durbaş:
Dido Sotiriyu, Stelyo Berberakis’in de tanımlamasıyla, Yunan kimliği taşımasına rağmen bizi anlatan, bu toprakları, bu toprakların insanlarını, güneşini, gökyüzünü, akan ve duran sularını yazan bir "Anadolu anası" idi,."Benden Selam Söyle Anadolu'ya" da 1. Dünya Savaşı öncesi Anadolu'da yaşayan Rum ve Türklerin kardeşliğini, Ege'nin Yunan işgaliyle yaşadığı kanlı savaş ortamını ve savaş sonrasında iki ülke arasında yaşanan mübadele öncesinde yaşananları yazmıştı."Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü"nü alması da bu kardeşliğin bir göstergesiydi.Çünkü bu topraklarda doğmuştu. Uc yıl once o ölümsüz "selam"ını son kez Anadolu toprağına bırakarak çekip gitti dünyamızdan...
70'li, 80'li yıllarda Türkiye'de en çok okunan romanlardandı "Benden Selam Söyle Anadolu'ya"...
Sotiriu, 75. yaşının baharında, 1986 yılında ülkemizi ziyaret etmiş, doğduğu köy Şirince'yi ziyaret ederek kitaplarını imzalamıştı.
Şirince, o zamanki adıyla "Kırkıca" anayurduydu çünkü... Bu köyde doğmuş, 12 yaşına kadar bu köyde yaşamıştı.
Şirince'yi ziyaretinde Köy muhtarının evinde çay içerken küçük bir kız iken yaşadıklarını düşünecek, çok güzel bir kadın olan annesine hayranlık duyan Türk subayı Talat Bey'i hatırlayacak ve "Bütün anılarımı kendime sakladım, kalbime gömdüm" diyecekti.
Sotiriu, Şirince'den ayrılırken de toprağı öptükten sonra şöyle diyecekti:"Şu anda burada kalan bu güzel gök, bu güzel güneş sanki beni bekliyordu. Gökyüzü, kuşlar, ağaçlar, Anadolu sıcaklığı hiç değişmemiş... Her şey eskisi, yani benim yazdığım gibi...Sotiriyo, "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" diyerek ayrıldı aramızdan...
"Sotiriu'nun ölümü dolayısıyla Başbakan Kostas Karamanlis bir açıklama yayınladı."Bakalım, bizim devlet büyüklerimizi ne zaman bir ünlü yazarımızın doğum ya da ölüm gününü hatırlayacak? Bir mektupla olsun doğum gününü kutlayacak, iki satırlık bir açıklamayla ölümünü uğurlayacak?”

16 January 2007

Geç Gelen Mutluluk ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı




Geç Gelen Mutluluk



“Peki, Cemal’cim tamam. Şimdi telefonu kapatmam lazım…İki üç gün içinde gözden geçirir, düzeltmelerle sana yollarım.”

“Abi yalnız fazla vaktimiz yok… Yeni baskıyı Kitap Fuarı’na yetiştirmemiz lazım.”

Bir elinde telefon, öbür elinde ütü konuşuyordu.

Bir an önce bu konuşmanın sona ermesini istiyor; akşam davetli olduğu yere geç kalacak yoksa…Çıkmaya hazırlanırken gömleğini giymiş, kravatını takmış, sıra pantolonunu giymeye geldiğindeyse ütüsünün bozuk olduğunu fark etmişti… Alelacele bir ütü basayım demişti.

İşte tam o sırada gelmişti telefon…

Telefondaki Cemal’di, yayıncısı…

“Tamam Cemal’cim…Merak etme, en kısa zamanda düzeltip gönderirim.”

Kapı çalıyor…

Ütüyü bırakıp, elinde telefonla kapıya yöneliyor, açıyor: Kapıcı…
Kapıcı Cemal, şaşkın gözlerle; gömleğini giymiş, kravatını takmış, traşını olmuş, saçları taralı, üst tarafı şımşıkır; alt tarafında ise sadece don, yarı çıplak kapının ağzında telefonla konuşan Süleyman’a, onun aşırı kıllı bacaklarına hiç beklemediği bir anda bir sapığın tecavüzüne uğramış mağdur hissiyle bakıyor.

“Çöp var mıydı abi?”

“Hayır Cemal efendi, sağol çöp yok.”

Telefonun öbür ucundaki yayıncısı soruyor:

“Efendim abi, bir şey mi dedin!?”

Birden yayıncısının isminin de aynı olduğunu hatırlıyor.

“Hayır, Cemal’cim kapıcıyla konuşuyordum… Onun adı da Cemal de…”

“Peki abi, derdimi anladın herhalde. Senden haber bekliyorum.”

“Tamam merak etme.”

Oflayıp telefonu kapattı. Bir an önce çıkması lazımdı. Niye önceden hazırlanmamıştı da yine böyle telaşa sokmuştu kendisini.

Çok gerginim, inşallah Cemal’i kırmamışımdır, diye düşündü. Aslında onun kitabını basmasa ne kaybederdi ki? Hiç!...Hiç bir şey kaybetmezdi. Koskoca bir yayınevi, tek bir kitabın sonrasında ürün veremeyen, önemsiz bir öykü yazarının kitabının yeni baskısını yapmazsa ne olurdu ki?... Cemal’inki bir vefaydı; eski bir dostun hatırını saymaydı aslında.

Eskiden Cemal’in küçücük bir han odasında, yine küçücük bir yayınevi vardı. Nefesi kokuyordu; kirasını bile verebilecek durumu yoktu. Matbaalara borcu boyunu aşmıştı; dağıtımcılara kitaplarını dağıttıramıyor; kitapevlerine ulaşamıyordu. Telif falan da ödeyebilecek durumda değildi. Hiç yılmamış, senelerce direnmiş; o küçücük yayınevini, koskoca, itibarlı bir yayınevi haline getirmişti. Takdir etmek lazımdı.

Birkaç büyük yayınevi dosyasını reddedince bir tanıdık aracılığıyla Cemal’le tanışmıştı. Öykü dosyasını ona vermişti. O da okumuş, yeniden buluştuklarında, “Abi bu müthiş bir dosya,… Öykülerini çok sevdim; ben, ne yapıp yapacağım, bu kitabı basacağım,” demişti.

Kitabın ilk baskısı 86 yılında yapılmıştı. O zamanlar otuz beşlerinde idi. İkincisi 96’da,…üçüncüsü yapılacaktı şimdi de. Elli beşli yaşlarına gelmişti. 20 yılda üç baskı; hepsini toplasan 3 bin adet.

Aradan geçen bunca zamana, kitabın daha önce iki defa basılmış olmasına rağmen, her seferinde düzeltilecek bir şeyler olurdu. Kurguya pek dokunmasa bile, bazen virgüllerin yerini beğenmez değiştirir, sözcüklerin yerine anlama daha uyan yenilerini koyardı.

Hele o malum “Geç Gelen Mutluluk” isimli öyküyü her seferinde değiştirmişti. Öykü, aslında bir öz yaşam öyküsü değildi, kurmacaydı… Hikayenin kahramanı olan adam kendisinden yaşça çok küçük genç bir kıza aşık olmuştu; adam otuz beşlerinde, kız ise yirmili yaşlarındaydı. On sene sonra ikinci baskı yapılacağı zaman kızın yaşını yine yirmilerinde bırakıp, adamın yaşını kırk beş olarak değiştirmişti. Bu sefer de kızın yaşını yirmide bırakıp, adamın yaşını elli beş olarak değiştirecekti.

Çoraplarını giyerken güldü… Evet, bu bir öz yaşam öyküsü değildi, ama öyküde anlatılan şeyler kendisinin şimdiki durumuna çok uyuyordu…

Kitap, ilk çıktığında çok heyecanlanmıştı. Kapı kapı dolaşıp, dergilerde kitap eleştirisi yazan tanıdıklarına belki hatır için iyi bir şeyler yazarlar umuduyla elden vermişti. Beyoğlu’ndaki bütün kitapçıları her gün dolaşıp, raflardaki kitabını yeni çıkanlar-çok satanlar bölümüne çaktırmadan yerleştirirdi; tanıdık kitapçılara kitabını vitrine koymaları için özel ricalarda bulunmuştu. Sonra?...Sonrası malum…

Öykünün ekonomisi yoktu.

İşte bütün mesele bu…

***

Bu lafı ilk kez karısına mı söylemişti : Öykünün ekonomisi yok.

Dün gibi hatırlıyordu bu lafı ilk söylediği günü.

Bir tatil sabahıydı… Kalkmışlardı…Çocuklar o zaman daha çok küçüktüler; oğlu Devrim ile aralarında altı yaş bulunan kızı Öykü henüz uyanmamışlardı. Karısı mutfakta kahvaltı hazırlığındaydı.

“Çocuklar uyuyor mu?”

“Hı hı..”

“Acıktıysan beklemeyelim. Kahvaltı hazır… Ben çayı demledim; sen kapıya bak; kapıcı ekmeği, gazeteyi getirmiş mi? ”

Oturmuşlardı…

“Gazete ister misin?”

“Yok başka bir şey okuyorum.”

“Kahvaltıda da mı öykü okuyacaksın?”

“Canım şimdi gazete okumak istemiyor, sonra okurum.”

“Öykü okumak yetmiyormuş gibi bir de yazıyorsun!”

“Kime ne zararı var ki? Öyküyle ruhumu temizliyorum.”

“Aman aman…”

“N’apim, enişten ya da diğer erkekler gibi araba, futbol, karı kız muhabbeti mi yapayım?”

“Keşke öyle yapsan; belki daha sevimli olursun.”

“Onu da yapıyorum… Sana ofsayt kuralını öğreteyim mi?”

“Aman eksik kalsın.”

“…”

“Çayın açık mı olsun?”

“…”, “Öykü dünyasının insanları iyi insanlardır. Okurları, yazarları, yayıncıları…Çıkar ilişkisi yoktur aralarında…Zira öykü, çok okunmaz, satılmaz; ticari bir yanı yoktur. Öykünün ekonomisi yoktur.”

“Başkaları kötü mü yani?”

Tatsız bir tatil sabahı kahvaltısıydı. Şüphesiz bir iki sene geçmeden ayrılmalarının sebebi olabilecek gerginliklerden değildi. Ama sanki dün olmuş gibi hatırlıyordu.

***

Sonunda pantolonunu, ayakkabılarını giyip kendisini sokağa atabildi. Telaşlı adımlarla caddeye çıkıp, bulduğu ilk taksiye atladı.

Çok geç kalmamıştı inşallah… Seda ısrarla annesiyle tanıştırmak istemişti. Haklıydı tabii: Hayatını paylaşmayı düşündüğü insanı yine hayatını paylaştığı başka biriyle, üstelik hayatta en fazla değer verdiği insan olan annesiyle tanıştırmak onun da hakkıydı.

Seda, “anneme biraz çıtlattım,” demişti. Tepkisi ne oldu, diye sorduğunda , “Hiç sorma… Felaket…: İki göz, iki çeşme,” diye cevap vermişti. “Tanımadığı birisine niye karşı çıkıyor ki?” diye yakındığındaysa Seda gülmüş, “Hayatım, ikide bir yüzüne vurmak istemiyorum, ama aramızdaki yaş farkını unutuyorsun galiba…”

Hiç başka laf etmeden başını öne eğmiş, “Haklısın, canım…haklısın,” demişti.

Seda, sarılıp, yanaklarından öpüp, “ Sıkılma canım, o da zamanla alışır,” diye avutmuştu.

Geç kaldığı yetmiyormuş gibi, yağmurun etkisiyle gıdım gıdım ilerleyen trafik yüzünden, sıkıntıdan ter içinde kalmıştı. Taksi nihayet Sedaların evinin önünde durdu.

İndiğinde uzun süre acaba geri mi dönsem, diye düşünerek ayakta dikildi. Sonunda cesaretini toplayıp apartman kapısından içeri girdi. Öfff, şu akşam bir bitse…


***
Kapı çalıyor.

Heyecanlı bekleyiş anlarının doruğu…

Kendisine çeki düzen vererek koridorda telaşlı adımlarla kapıya yöneliyor. Açıyor. Kapıda bir adam. Yakışıklı, orta yaşlı bir adam. Bu adamı bir yerlerden hatırlıyor.

“Aaaa, Süleyman Abi !... Nerden çıktın sen ?!”

Adam kapının ağzında kala kalıyor.

Böyle anlarda anılar, en unutulmuş ayrıntılar dahil saliseler içinde belleğimizde canlanır.

Çok gerilerde kalmış; bir yanıyla güzel, bir yanıyla acı ve korku dolu günleri aralayıp gelen Süleyman abi kapıda.

Belki de şimdi arkaya bakıldığında güzel gelen günler… Genç, umutlu olunan; ancak bir o kadar da karanlık günlerdi aslında… Okul günleri,…gerçek dostluklar, inanılan umutlu gelecek…Provokasyon,… çatışma,…baskı,…ve arkasından darbe.

Eylemlerde; afiş yapıştırmada, kuşlamada, korsan mitinglerde Süleyman Abi de yanlarında olduğunda kendilerini güven içinde hissederlerdi hep. Bütün tehlikelerden koruyacak olan Süleyman Abi…

Hayran olunan bir Süleyman Abi…Belki de aşık olunan…

Sonra darbe,…savruluşlar,…gözaltılar, tutuklamalar,…işkence,…kaçışlar, ölümler.

Süleyman Abi, kaçak… Bir dağ köyünde saklanıyormuş…Dağ köyünden ayrılıp Filistin’e geçmiş…Filistin’den dönüşte, sınırda yakalanmış, gözaltına alınmış…Süleyman Abi çok işkence görmüş, ama yiğitçe direnmiş…

Arkadaş çevresinden gelen yarım yamalak haberler.

Sonra günlük debeleniş günleri,…Maişet derdi,.. aceleye getirilen evlilikler,..çoluk çocuk,…ayrılıklar… Çocukluk-gençlik ve orta yaş arasına sıkıştırılmış yaşam yumağı…Gençliklerini yaşayamadan çocukluktan orta yaşa atlayan, harcanmış bir kuşak.

“Nerden buldun beni? Nuran mı verdi adresimi?”

Nuran !? Kimdi Nuran?..

“Handan?”

“Çok değişmişim d’il mi, Süleyman Abi?”

Düşünülen, ama söylenemeyen sözcükler geçiyor zihninden : Değişmek de laf mı, Handan. Gözlerin, şu güzel gözlerin olmasa asla seni tanıyamazdım. Ama onlarda da o eski parlaklık, sevinç, umut yok.

“Niye kapıda kalakaldın Süleyman Abi, içeri gelsene.”

Süleyman şaşkınlığını atmış, içeriyi kolaçan eden gözleri iki adım önde içeri giriyor.

Üzeri mezeler, zeytinyağlılar, çeşit çeşit peynirler, salatalarla donatılmış bir masa girdiği özenle döşenmiş salonun hakimi. İçeride başka kimse yok…

Şaşkın, ama içinde hala bir ümit : Keşke yanlış bir eve gelmiş olsa.

***

Kendisine gösterilen bir koltuğa oturdu.

Handan :

“Eee…Anlat bakalım Süleyman abi,…seni hangi rüzgar attı?”

Daha ağzını bile açmaya fırsat bulamadan salona banyodan yeni çıkmış; en güzel giysisi üstünde, buhardan pembeleşmiş yanakları ile Seda girdi.

“Aaaa, Süleyman sen geldin mi? Duymadım…”

Handan, sen Süleyman ağabeyi tanıyor musun, diye soran gözlerle kızına bakıyor.

Seda:

“Annecim, işte merakla tanışmak istediğin müstakbel damat adayın bu yakışıklı adam,” diyor.

Handan, Süleyman abi ben artık sana “damat” mı diyeceğim, sen de bana “anne” mi diyeceksin diye, soran gözlerle bakıyor Süleyman’a.

Süleyman’da ses yok… Belli ki karşılaştığı durumun şaşkınlığını üstünden atamamış. Sadece vaziyeti idare eden bir gülümseme var dudaklarında.


16 Ocak 2007, Kozyatağı-İstanbul