16 January 2007

Geç Gelen Mutluluk ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı




Geç Gelen Mutluluk



“Peki, Cemal’cim tamam. Şimdi telefonu kapatmam lazım…İki üç gün içinde gözden geçirir, düzeltmelerle sana yollarım.”

“Abi yalnız fazla vaktimiz yok… Yeni baskıyı Kitap Fuarı’na yetiştirmemiz lazım.”

Bir elinde telefon, öbür elinde ütü konuşuyordu.

Bir an önce bu konuşmanın sona ermesini istiyor; akşam davetli olduğu yere geç kalacak yoksa…Çıkmaya hazırlanırken gömleğini giymiş, kravatını takmış, sıra pantolonunu giymeye geldiğindeyse ütüsünün bozuk olduğunu fark etmişti… Alelacele bir ütü basayım demişti.

İşte tam o sırada gelmişti telefon…

Telefondaki Cemal’di, yayıncısı…

“Tamam Cemal’cim…Merak etme, en kısa zamanda düzeltip gönderirim.”

Kapı çalıyor…

Ütüyü bırakıp, elinde telefonla kapıya yöneliyor, açıyor: Kapıcı…
Kapıcı Cemal, şaşkın gözlerle; gömleğini giymiş, kravatını takmış, traşını olmuş, saçları taralı, üst tarafı şımşıkır; alt tarafında ise sadece don, yarı çıplak kapının ağzında telefonla konuşan Süleyman’a, onun aşırı kıllı bacaklarına hiç beklemediği bir anda bir sapığın tecavüzüne uğramış mağdur hissiyle bakıyor.

“Çöp var mıydı abi?”

“Hayır Cemal efendi, sağol çöp yok.”

Telefonun öbür ucundaki yayıncısı soruyor:

“Efendim abi, bir şey mi dedin!?”

Birden yayıncısının isminin de aynı olduğunu hatırlıyor.

“Hayır, Cemal’cim kapıcıyla konuşuyordum… Onun adı da Cemal de…”

“Peki abi, derdimi anladın herhalde. Senden haber bekliyorum.”

“Tamam merak etme.”

Oflayıp telefonu kapattı. Bir an önce çıkması lazımdı. Niye önceden hazırlanmamıştı da yine böyle telaşa sokmuştu kendisini.

Çok gerginim, inşallah Cemal’i kırmamışımdır, diye düşündü. Aslında onun kitabını basmasa ne kaybederdi ki? Hiç!...Hiç bir şey kaybetmezdi. Koskoca bir yayınevi, tek bir kitabın sonrasında ürün veremeyen, önemsiz bir öykü yazarının kitabının yeni baskısını yapmazsa ne olurdu ki?... Cemal’inki bir vefaydı; eski bir dostun hatırını saymaydı aslında.

Eskiden Cemal’in küçücük bir han odasında, yine küçücük bir yayınevi vardı. Nefesi kokuyordu; kirasını bile verebilecek durumu yoktu. Matbaalara borcu boyunu aşmıştı; dağıtımcılara kitaplarını dağıttıramıyor; kitapevlerine ulaşamıyordu. Telif falan da ödeyebilecek durumda değildi. Hiç yılmamış, senelerce direnmiş; o küçücük yayınevini, koskoca, itibarlı bir yayınevi haline getirmişti. Takdir etmek lazımdı.

Birkaç büyük yayınevi dosyasını reddedince bir tanıdık aracılığıyla Cemal’le tanışmıştı. Öykü dosyasını ona vermişti. O da okumuş, yeniden buluştuklarında, “Abi bu müthiş bir dosya,… Öykülerini çok sevdim; ben, ne yapıp yapacağım, bu kitabı basacağım,” demişti.

Kitabın ilk baskısı 86 yılında yapılmıştı. O zamanlar otuz beşlerinde idi. İkincisi 96’da,…üçüncüsü yapılacaktı şimdi de. Elli beşli yaşlarına gelmişti. 20 yılda üç baskı; hepsini toplasan 3 bin adet.

Aradan geçen bunca zamana, kitabın daha önce iki defa basılmış olmasına rağmen, her seferinde düzeltilecek bir şeyler olurdu. Kurguya pek dokunmasa bile, bazen virgüllerin yerini beğenmez değiştirir, sözcüklerin yerine anlama daha uyan yenilerini koyardı.

Hele o malum “Geç Gelen Mutluluk” isimli öyküyü her seferinde değiştirmişti. Öykü, aslında bir öz yaşam öyküsü değildi, kurmacaydı… Hikayenin kahramanı olan adam kendisinden yaşça çok küçük genç bir kıza aşık olmuştu; adam otuz beşlerinde, kız ise yirmili yaşlarındaydı. On sene sonra ikinci baskı yapılacağı zaman kızın yaşını yine yirmilerinde bırakıp, adamın yaşını kırk beş olarak değiştirmişti. Bu sefer de kızın yaşını yirmide bırakıp, adamın yaşını elli beş olarak değiştirecekti.

Çoraplarını giyerken güldü… Evet, bu bir öz yaşam öyküsü değildi, ama öyküde anlatılan şeyler kendisinin şimdiki durumuna çok uyuyordu…

Kitap, ilk çıktığında çok heyecanlanmıştı. Kapı kapı dolaşıp, dergilerde kitap eleştirisi yazan tanıdıklarına belki hatır için iyi bir şeyler yazarlar umuduyla elden vermişti. Beyoğlu’ndaki bütün kitapçıları her gün dolaşıp, raflardaki kitabını yeni çıkanlar-çok satanlar bölümüne çaktırmadan yerleştirirdi; tanıdık kitapçılara kitabını vitrine koymaları için özel ricalarda bulunmuştu. Sonra?...Sonrası malum…

Öykünün ekonomisi yoktu.

İşte bütün mesele bu…

***

Bu lafı ilk kez karısına mı söylemişti : Öykünün ekonomisi yok.

Dün gibi hatırlıyordu bu lafı ilk söylediği günü.

Bir tatil sabahıydı… Kalkmışlardı…Çocuklar o zaman daha çok küçüktüler; oğlu Devrim ile aralarında altı yaş bulunan kızı Öykü henüz uyanmamışlardı. Karısı mutfakta kahvaltı hazırlığındaydı.

“Çocuklar uyuyor mu?”

“Hı hı..”

“Acıktıysan beklemeyelim. Kahvaltı hazır… Ben çayı demledim; sen kapıya bak; kapıcı ekmeği, gazeteyi getirmiş mi? ”

Oturmuşlardı…

“Gazete ister misin?”

“Yok başka bir şey okuyorum.”

“Kahvaltıda da mı öykü okuyacaksın?”

“Canım şimdi gazete okumak istemiyor, sonra okurum.”

“Öykü okumak yetmiyormuş gibi bir de yazıyorsun!”

“Kime ne zararı var ki? Öyküyle ruhumu temizliyorum.”

“Aman aman…”

“N’apim, enişten ya da diğer erkekler gibi araba, futbol, karı kız muhabbeti mi yapayım?”

“Keşke öyle yapsan; belki daha sevimli olursun.”

“Onu da yapıyorum… Sana ofsayt kuralını öğreteyim mi?”

“Aman eksik kalsın.”

“…”

“Çayın açık mı olsun?”

“…”, “Öykü dünyasının insanları iyi insanlardır. Okurları, yazarları, yayıncıları…Çıkar ilişkisi yoktur aralarında…Zira öykü, çok okunmaz, satılmaz; ticari bir yanı yoktur. Öykünün ekonomisi yoktur.”

“Başkaları kötü mü yani?”

Tatsız bir tatil sabahı kahvaltısıydı. Şüphesiz bir iki sene geçmeden ayrılmalarının sebebi olabilecek gerginliklerden değildi. Ama sanki dün olmuş gibi hatırlıyordu.

***

Sonunda pantolonunu, ayakkabılarını giyip kendisini sokağa atabildi. Telaşlı adımlarla caddeye çıkıp, bulduğu ilk taksiye atladı.

Çok geç kalmamıştı inşallah… Seda ısrarla annesiyle tanıştırmak istemişti. Haklıydı tabii: Hayatını paylaşmayı düşündüğü insanı yine hayatını paylaştığı başka biriyle, üstelik hayatta en fazla değer verdiği insan olan annesiyle tanıştırmak onun da hakkıydı.

Seda, “anneme biraz çıtlattım,” demişti. Tepkisi ne oldu, diye sorduğunda , “Hiç sorma… Felaket…: İki göz, iki çeşme,” diye cevap vermişti. “Tanımadığı birisine niye karşı çıkıyor ki?” diye yakındığındaysa Seda gülmüş, “Hayatım, ikide bir yüzüne vurmak istemiyorum, ama aramızdaki yaş farkını unutuyorsun galiba…”

Hiç başka laf etmeden başını öne eğmiş, “Haklısın, canım…haklısın,” demişti.

Seda, sarılıp, yanaklarından öpüp, “ Sıkılma canım, o da zamanla alışır,” diye avutmuştu.

Geç kaldığı yetmiyormuş gibi, yağmurun etkisiyle gıdım gıdım ilerleyen trafik yüzünden, sıkıntıdan ter içinde kalmıştı. Taksi nihayet Sedaların evinin önünde durdu.

İndiğinde uzun süre acaba geri mi dönsem, diye düşünerek ayakta dikildi. Sonunda cesaretini toplayıp apartman kapısından içeri girdi. Öfff, şu akşam bir bitse…


***
Kapı çalıyor.

Heyecanlı bekleyiş anlarının doruğu…

Kendisine çeki düzen vererek koridorda telaşlı adımlarla kapıya yöneliyor. Açıyor. Kapıda bir adam. Yakışıklı, orta yaşlı bir adam. Bu adamı bir yerlerden hatırlıyor.

“Aaaa, Süleyman Abi !... Nerden çıktın sen ?!”

Adam kapının ağzında kala kalıyor.

Böyle anlarda anılar, en unutulmuş ayrıntılar dahil saliseler içinde belleğimizde canlanır.

Çok gerilerde kalmış; bir yanıyla güzel, bir yanıyla acı ve korku dolu günleri aralayıp gelen Süleyman abi kapıda.

Belki de şimdi arkaya bakıldığında güzel gelen günler… Genç, umutlu olunan; ancak bir o kadar da karanlık günlerdi aslında… Okul günleri,…gerçek dostluklar, inanılan umutlu gelecek…Provokasyon,… çatışma,…baskı,…ve arkasından darbe.

Eylemlerde; afiş yapıştırmada, kuşlamada, korsan mitinglerde Süleyman Abi de yanlarında olduğunda kendilerini güven içinde hissederlerdi hep. Bütün tehlikelerden koruyacak olan Süleyman Abi…

Hayran olunan bir Süleyman Abi…Belki de aşık olunan…

Sonra darbe,…savruluşlar,…gözaltılar, tutuklamalar,…işkence,…kaçışlar, ölümler.

Süleyman Abi, kaçak… Bir dağ köyünde saklanıyormuş…Dağ köyünden ayrılıp Filistin’e geçmiş…Filistin’den dönüşte, sınırda yakalanmış, gözaltına alınmış…Süleyman Abi çok işkence görmüş, ama yiğitçe direnmiş…

Arkadaş çevresinden gelen yarım yamalak haberler.

Sonra günlük debeleniş günleri,…Maişet derdi,.. aceleye getirilen evlilikler,..çoluk çocuk,…ayrılıklar… Çocukluk-gençlik ve orta yaş arasına sıkıştırılmış yaşam yumağı…Gençliklerini yaşayamadan çocukluktan orta yaşa atlayan, harcanmış bir kuşak.

“Nerden buldun beni? Nuran mı verdi adresimi?”

Nuran !? Kimdi Nuran?..

“Handan?”

“Çok değişmişim d’il mi, Süleyman Abi?”

Düşünülen, ama söylenemeyen sözcükler geçiyor zihninden : Değişmek de laf mı, Handan. Gözlerin, şu güzel gözlerin olmasa asla seni tanıyamazdım. Ama onlarda da o eski parlaklık, sevinç, umut yok.

“Niye kapıda kalakaldın Süleyman Abi, içeri gelsene.”

Süleyman şaşkınlığını atmış, içeriyi kolaçan eden gözleri iki adım önde içeri giriyor.

Üzeri mezeler, zeytinyağlılar, çeşit çeşit peynirler, salatalarla donatılmış bir masa girdiği özenle döşenmiş salonun hakimi. İçeride başka kimse yok…

Şaşkın, ama içinde hala bir ümit : Keşke yanlış bir eve gelmiş olsa.

***

Kendisine gösterilen bir koltuğa oturdu.

Handan :

“Eee…Anlat bakalım Süleyman abi,…seni hangi rüzgar attı?”

Daha ağzını bile açmaya fırsat bulamadan salona banyodan yeni çıkmış; en güzel giysisi üstünde, buhardan pembeleşmiş yanakları ile Seda girdi.

“Aaaa, Süleyman sen geldin mi? Duymadım…”

Handan, sen Süleyman ağabeyi tanıyor musun, diye soran gözlerle kızına bakıyor.

Seda:

“Annecim, işte merakla tanışmak istediğin müstakbel damat adayın bu yakışıklı adam,” diyor.

Handan, Süleyman abi ben artık sana “damat” mı diyeceğim, sen de bana “anne” mi diyeceksin diye, soran gözlerle bakıyor Süleyman’a.

Süleyman’da ses yok… Belli ki karşılaştığı durumun şaşkınlığını üstünden atamamış. Sadece vaziyeti idare eden bir gülümseme var dudaklarında.


16 Ocak 2007, Kozyatağı-İstanbul