“Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Ödülü Seçici Kurul Başkanlığına,
Elime geçen 184 öykü okunduktan sonra aşağıdaki sonuçlara varmış bulunuyorum:
Gelen öyküler, genel olarak bana zayıf göründü. Birçok yazar, işçi ve işçilik konusunu, anlattığı herhangi bir olaya dekor olarak kullanmış. Kimi de grev, sermaye emek çelişkisi, sendika, sigorta gibi konuları öykü içine yedirmeden, olay örgüsü dışında makale anlatımıyla toplumsal nutuklara dönüştürmüş. Dolayısıyla anlatılanlar, her ne kadar yarışma konusuna, belirlenen temaya uygun düşüyorsa da öykü olamamış. Bunları eledim. Bir de Hasan Cüneyd Boz-kurt’un Helios adlı 60 sayfalık öyküsünü kısa bir roman konumunda olduğu için derecelendirmeye almadım.
Öyküleri gözden geçirirken önce öykü olup olmadıklarına baktım. Dereceye girebilecekleri temaya uygunluğu, dili, anlatımı, kurgusu yönünden değerlendirdim.
...
Yayınlanabilecek düzeyde gördüklerimse şunlar:
86 İlkay Noylan- Kalorifer Petekleri, 64 Uğur Becerikli- Taş, 65 Uğur Becerikli-İndirim Zamanı, 47 Mehmet H. Yazıcı- Kış Halleri, 46 Mehmet Fırat Pürselim- Ölümün Ötesindeki Köy, 114 Ayten Kaya Görgün- Baban Tezek Kokardı, 89 Nermin Gürbüz-Kule İhsan, 97 İlkay Aydoğan- Kestane Ayıklamak Zor İş Arkadaş, 94 Perihan Taylan- Suç ve Tıkınma, 90 Tülin Çetin Bektaş-Eller, 92 Zekiye Yüksel- Kefillik, 93 Mevlut Kırnapçı – Beş Tireni, 106 Ahmet Taşcıoğlu- Bir de Devran Dönmese.”
Bu sanal ortamdan öykülerime, yazılarıma, şiirlerime ulaşanların bunları okuyarak düşlerime ortak olmaları dileğimle...M.Hakkı Yazıcı
26 September 2008
12 June 2008
Dedem Dimitri ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı
Fotoğraf:
Kemal Cengizkan
Dedem Dimitri
Çok
sevinçliyim?!.. Doktora tezimin konusunu seçme zamanım yaklaştıkça uykularım
kaçıyor, uyuyabildiğimde de kabuslar görüyordum. Ama işte, korktuğum başıma
gelmemişti. Kolayca altından kalkabileceğime inandığım bir tez konusu almıştım.
İçeriğini tam detaylandırmasam da ana başlık: Lozan Nüfus Mübadelesi.
Tez hocam
Profesör Kevorkyan, “Bak hemşerim, bu konu çok yazılmış, çizilmiştir. Sakın
kolayına kaçıp, baştan savma bir tez yazma. Hemşerimsin diye seni kayırırım
sanma”demişti.
Üzme kendini
hocam. Senin yüzünü kara çıkarmayacağım.
Tez hocam
Kevorkyan olunca çok korkmuştum; Ermeni asıllı bu sevimli ihtiyar tarihte olan
biten her şeyin hesabını ya benden sormaya kalkarsa diye…
Bu korkum da
boşa çıkmıştı. Dünyanın bir başka ucunda, Kanada’da, gurbette köylüsüne
rastlamış insanlar gibi kaynaşıvermiştik. Benim Türk olduğumu öğrendiği
zamandan beri hep Türkçe konuşuyorduk. “Buralarda bu dili konuşabileceğim
birilerini bulmak zor” diyordu. Göz kırpıp, “Haaa bak küçük hanım! Tezini de
Türkçe yazmak yok, onu İngilizce yazacaksın” diye ekliyordu.
Kevorkyan, tez konum belirlendikten sonra, “Bunu
kutlayalım,” dedi. Kutlama
olur da hiç kaçırır mıyım? Birlikte Ontaria’daki bir Yunan tavernasına gittik.
Uzomuza eşlik eden mezelere hücum etmişken,
“Mübadelenin etnik esaslı olduğu söylenir, ama ilginç, farklı durumlar da var,”
dedim.
Kevorkyan, “Ne gibi?” diye sordu.
“Gerçi Anadolu topraklarında yerleşmiş Rum-Ortodokslar ile Yunanistan topraklarında
yerleşmiş Müslüman Türkler zorunlu göçe tabi tutuldular; ancak Yunanistan’a göç
edenler arasında dini ortodoks olan, ama tek kelime Rumca bilmeyen ve İncilleri
dahi Türkçe olan insanlar vardı. Bunlar önemli iddialara göre Selçuklulardan
önce Anadolu’ya gelip ortodoks olan Türk boylarından idiler. Buna benzer
durumlar Yunanistan’dan Türkiye’ye göç edenler arasında da var.”
Ben heyecanla kitabi, uzun cümleler kurup konuşurken,
Kevorkyan kısa cümlelerle geçiştiriyordu. Ancak elinde olmadan benim sıkıcı
ayrıntılara girmeme neden olacak sorular sorma tuzağına düşüyordu.
“Bu konuyu çok araştırmış değilim. Emin misin?” diye
sordu.
“Herhalde yani hocam, ailem Mübadelede göç
edenlerden.”
“Senin bir mübadil torunu olman tezin için büyük bir
avantaj” dedi Kevorkyan.
Kitaptan konuşmaya devam etmeye niyetli idim; ancak
hocamın yüzünde muhtemelen “Yahu küçük hanım, n’olur bu işkenceyi yapma bana…
Buraya eğlenmeye geldik; sırası mı şimdi dersten, tezden konuşmanın?” diye
düşünen bir adamın yalvaran ifadesini fark ettim ve son bir cümle ile konuyu
kapatmaya karar verdim.
Ağzımda
Ege mutfağının güzelim mezeleri, yüzümde özlediğim bir lezzete kavuşmanın
mutluluğu, haklısınız anlamında başımı salladım. Uzoma uzanırken:
“Tarihin
tekerleği her iki halkın üzerinden geçti. Tarihten, yüzlerce yıl bir arada
yaşamış olmaktan, benzer kültürlerinden, ortak ezgilerinden, yemeklerinden,
yaşam biçimlerinden kaynaklanan yakınlıkları vardı. Aslında aralarındaki fark,
sadece rakı ile uzo arasındaki fark kadar“ dedim.
Bu sırada
müzik grubu sahne almış, ezgisi ortak şarkılardan birini çalmaya başlamıştı.
« Sala sala, mes sti sala ta milisame
Na me paris, na se paro simfonisame. »
Melodiyi yakalayıp,
en şirin halimi takınarak şarkıya Türkçe eşlik etmeye başladım.
« Bir dalda iki ceviz
Aramız
derya deniz
Sen orada ben burada
Ne bet kaldı ne beniz. »
Kevorkyan da keyiflenmiş elindeki çatal bıçakla masaya
vurarak tempo tutmaya başlamıştı.
***
Geç vakitte yurda döndüğümde gözümden uyku akıyordu.
Başımı bir an önce yastığa koymak için
sabırsızlanırken başucumdan hiç ayırmadığım iki eski resme gözüm kaydı. Biri
dedemle birlikte olduğumuz, ben küçükken çekilmiş bir resim. Diğeriyse iki genç
erkeğin görüldüğü daha eski bir resim.
Bu sararmış resimde Selanik’te, arkalarında eski yazıyla Selanik
Hatırası yazılı bez, Beyaz Kulenin önünde fotoğraf çektiren iki delikanlı yan
yana poz vermiş objektife bakıp gülümsüyorlardı: Mehmet ve Dimitri. Mübadeleye
tabi tutulan; biri Anadolu’dan, diğeri Yunanistan’dan göçe mecbur edilen iki
ailenin çocukları.
Aslında
dedem kendisini mübadilden saymazdı. “Ben köşeden döndüm, be evladimu. Mübadil
denmez bana” derdi.
O zaman ben bunun ne anlama geldiğini anlayamazdım.
Yüklükte bir kutuyu karıştırırken bulduğum resimlerden birindeki iki delikanlının
kim olduğunu sorduğumda da hep kaçamak cevaplar aldım. Ailenin diğer
fertlerinden, ninemden, babamdan, annemden de aldığım cevaplar hep aynı
türdendi. Gençlerden biri dedem, diğeri eski bir arkadaşıydı.
Aslında
dedemin ara sıra dalıp gitmesinden, yalnız kaldığı zamanlarda mırıldanıp, iç
çekmesinden bir şeyler anlamalıydım. Gerçi bir şeylerden kuşkulanmıyor da
değildim.
Dedemin o
müthiş sırrını öğrendiğimde on beş yaşımdaydım. Benim artık bu sırrı öğrenme ve
saklama yaşımın geldiğini düşünmüştü herhalde. Ninemle birlikte
bahçede otururken aniden “Bak sana ne anlatacağım,” diye başladı. Önce şaka
yapıyor zannettim. Şakası hiç eksik olmazdı zaten. İnanmadım, üsteledim. Ancak
ninem de hikayeyi doğrulayınca ikna oldum. Öğrendikten sonra da defalarca
dinlesem de gizemli bir masal gibi usanmadan, yeniden anlattırdım.
O yaşta bir kız çocuğu için heyecan verici, matrak bir
hikaye idi. Çarpılmıştım. Günlerce ağzım açık dolaştım. Dedemin peşinden
ayrılmıyor, hayran hayran onu izliyordum. O benim için aşkı uğruna inanılmaz
bir macerayı göze alan bir kahramandı.
“Anlatsana be
dede,” derdim.
“Ne anlatayım
be evladimu? Kaç kere anlattım, dinlemekten usanmadın mı?” dediğinde “Anlat
işte!” diye üstelerdim.
Dedem önce
nazlanır, sonra ilk kez anlatıyormuşçasına bütün ayrıntılarıyla hikayesine
başlardı.
***
Yeni bir hayata başlamak hiç kolay değildi. Hele
bildik güzel bir memleketi bırakıp, bilinmedik yeni bir geleceğe doğru zorunlu
bir yolculuğa çıkmak…
Bütün göç hikayelerinde hüzün vardır. İnsan köklerinden, sevdiği
topraklardan, komşularından kopmak istemez.
Göçmek...Göç...Hicret...Daha da ötesi hicran.
Yahu ben, öyle dindar falan da değildim. Kiliseye gitmiyorum diye köyün
papazıyla papaz olmuştum.
Helenikayı da bilmezdik be yavrumu.
Yunanistan’a göçtüğümüzde şaşkındık.
Günün birinde zabitler kapımıza dayandılar. Sizi Yunanistan’a
göndereceğiz, buraya da oradan Müslümanlar gelip yerleşecek; toparlanın, hazır
olun dediler. Ama niye, biz memleketimizden memnunuz; burada Hıristiyan,
Müslüman hep birlikte yaşarız; aramızda hiç kavga gürültü olmaz; birbirimizi
severiz sayarız dedik. Zabitler, bizi dinlemediler; biz bilmeyiz emir böyle
dediler.
Yanınıza
fazla bir şey almayın; hayvanlarınızı, taşıyamayacağınız eşyaları ya satın, ya
da komşularınıza bırakın demişlerdi.
Önce inanmadık,
olmaz böyle şey dedik; ancak iş ciddiydi. Yavaş yavaş toparlanıp, hazırlandık.
Evimizi, bağımızı bahçemizi, pınarlarımızı, hayvanlarımızı, o senenin
hasadından arda kalan ürünümüzü, ecdadımızın kabirlerini arkada bırakıp;
komşularımıza veda edip, ağlaya sızlaya yanımızda götürebileceğimiz
eşyalarımızla yola çıktık.
İlkin
katırlarla, arabalarla köyden Mudanya’ya indik. Oradan vaporla
Tekirdağ’a gittik. Orda da biraz
eğleştik. Sonra trenle Selanik...
Güzelim
memleketimizi bırakıp yaban ellere gelmiştik.
Selanik’ten
bizi bir kasabaya gönderdiler. Müslüman bir ailenin evine yerleştirdiler. İki katlı
bir evdi. Evin bir katını boşalttılar. Bir katında onlar oturuyorlardı, bir
katına da biz yerleştik.
Uzun süre birbirimize alışamadık. Selam sabahın dışında pek bir şey konuşmuyorduk.
Konuşmamamızın sebebi dilimizin farklı olduğundan değildi. Bizimkiler Türkçe
dışında bir dil bilmiyorlardı zaten. Onlarsa Türkçeden başka konu komşudan
öğrendikleri kadarıyla çat pat Urumca da konuşuyorlardı.
Mutfağımız,
banyomuz, helamız ortak idi. Evin içinde su yoktu. Bahçedeki kuyudan kovalarla
taşıyorduk.
Geldiğimizin
ikinci günüydü. Anam elinin altında buyuracağı beni bulmuş olacak ki elime bir
kova ile bir güğüm tutuşturdu. Kuyunun yerini öğreniver de şunları doldurup
getiriver, dedi. Elimde kovayla güğüm bahçeye çıktım. Kuyunun yerini
sorabileceğim karşıma çıkan ilk kişi yandaki evin küçük kızı idi: Ayşe, bizim
yerleştiğimiz evin hanımının kız kardeşinin kızı…
Karşı karşıya gelince birbirimize bakakaldık.
Konuşamadım önce… İnsanın içine bir görüşte sevda ateşinin düşmesi buymuş
meğer…
Toparlanıp
kuyunun yerini sordum. “Gel benimle, seni götüreyim”, dedi. Meyve ağaçlarının
arasından geçtik. Büyükçe bahçenin bir köşesindeki kuyuya gittik. Bana yardım
etti. Kuyunun başındaki kovayla çektiğimiz suyu benim götürdüğüm kovaya, güğüme
doldurduk.
Bahçedeki ağaçtan
kopardığı iki incirin birini bana verdi.
“Şu incir ağacını kıskanıyorum biliyor musun?” dedim.
“Niye?” diye sorduğunda, “O kadar sağlam kökleri var ki onu toprağından söküp
başka bir yere dikmek imkansız,” dedim. “Oysa biz!?..”
Gözlerine
baktım. Merakla bana bakan, hayatımda gördüğüm, görebileceğim bu en güzel
gözlerde hüzün vardı.
“Biz de
kendimizi toprağımızda köklü zannediyorduk, ama koparıldık. İşte şimdi
buradayız,” diye devam ettim.
Bana hak veren bir ifade ile başını salladı:
“Kuşlar bile istediği dala konar. Sen bu dala konma,
şu dala kon denebilir mi?” dedi.
O günden sonra Ayşe’yi görebilmek için kuyudan su
taşıma işini gönüllü olarak üstlendim. Ayşe de öyle. Su taşımak bahanemiz,
kuyunun başı buluşma yerimiz oldu. Haliyle de evimiz hiç susuz kalmadı.
Bir süre sonra aileler birbirine alıştı. Kaynaştık. Farklı toprakların
insanları olsak da aynı kaderi, aynı evi paylaşan iki aileydik sonuçta. Daha
önemlisi hepimiz mağdur olan taraftaydık.
Bazı akşamlar
aynı evin içinde birbirimize misafirliğe giderdik. Konu hep memleket
hikayeleriydi.
Bizimkilerin
hali haraptı… Memleketimizden ayrıldığımıza, doğduğumuz büyüdüğümüz,
sevdalandığımız toprakları belki de bir daha hiç göremeyeceğimize hala
inanamıyorduk. Onlarsa bizi avutmaya, gönlümüzü almaya çalışıyorlardı; ama
yakın bir zamanda aynı akıbetin onların da başına geleceği akıllarına gelince
üzerlerine bir hüzün çöküyordu.
Halimiz haraptı,
ama onların durumu da bizden farklı değildi. Ayrılık günleri yaklaştıkça kara
kara düşünüyorlardı.
Ayşe’nin babası komşumuz Salim Aga’ya bir haller
olmuştu. O koca gövdeli, sert görünüşlü adam yumuşamış, dokunsan ağlayacak bir
halde geziniyordu. Sabah erkenden, gün ağarmadan evinden çıkıyor; önce camiye
gidip namazını kılıyor, sonra da dağ tepe dolaşıyordu. İlkin bahçesinde
dolanıyor; ağaçlarına bakıyor, sarılıyor okşuyor; kümesindeki, ahırındaki
hayvanlarına, ineklerine, eşeğine tavuklarına bir şeyler söylüyordu. Sanki
onlarla vedalaşıyordu. Sonra da dağ tepe gezmeye başlıyordu. Karacaova’da
sarılıp, okşamadığı, vedalaşmadığı tek bir ağaç kalmamıştı.
Ben, o vakitler on dokuz yaşındaydım. Onların da
Mehmet isimli ben akran bir oğulları vardı. Arkadaşları ne demekse ona Şuşut
Mehmet derlerdi. Lakabı öyleydi. Boyumuz posumuz, yüzümüz birbirine pek
benzerdi.
Benim ilk görüşte sevdalandığım komşu kızı Ayşe, evin
oğlu Mehmet’in teyzesinin kızı idi.
Zamanla Mehmet’le iyi ahbap olmuştuk. Yediğimiz
içtiğimiz ayrı gitmiyordu.
Sık
sık yaptığımız gibi bir gün yine kaçamak yapıp, mahalledeki diğer
arkadaşlarımızla, Kokoz Ali, Burunsuz Yorgo, Baydak Salih’le birlikte Selanik’e
gittiğimizde ırakı içip, çok sarhoş olduk. Yol üstünde rastladığımız bir
şipşakçıda Mehmet’le ikimiz resim çektirdik.. Sana gösterdiğim bir resim var
ya, o resmi işte… Beyaz Kule’ye yakın bir yerde denizin kenarına oturduk.
Saatin
ilerlediğine aldırmadan tatlı bir muhabbetin koynuna bırakıverdik kendimizi. Mehmet,
bir türkü tutturdu. Sonra ağlamaya başladı. Sarhoşluk işte. Meğer kara sevdalı
imiş. Komşu köyden bir Hıristiyan kızını severmiş. Adı Eleni imiş. Ben de
Mehmet’in teyzesinin kızına, Ayşe’ye gizliden sevdalanmıştım, ama açık
etmiyordum.
Efkar dağıtmaya
gitmiştik, ama iyice efkarlandık.
O gece eve
döndüğümüzde aklıma bir cin fikir geldi: Mehmet’le kimliklerimizi
değiştirecektik.
Ben Mehmet’in
ailesiyle memlekete geri dönecektim, Mehmet de benim kimliğimle Dimitri adını
alarak Yunanistan’da kalacaktı; böylece hiç kimse memleketinden ve sevdiğinden
ayrılmayacaktı.
Sevda ateşi
yüreğe düşünce akıl senelik izne çıkarmış, ama benim kafam çalışmıştı be yahu…
Mehmet’in bu fikri seveceğinden nerdeyse emindim. Eleni’den
ayrılmak istemezdi. Ailesini de ara sıra görmeye gelirdi. Ya ben? Niyetim
sadece Mehmet’e kıyak yapmak değildi. Anamdan babamdan, kardeşlerimden ayrılmak
kolay değildi, ama öbür tarafta da Ayşe’ye olan sevdam, daha da ötesi memleket
hasreti vardı. Kafam karmakarışıktı.
Ertesi sabahı
zor ettim. Sabahın köründe Mehmet’i uyandırdım; planımı anlattım. Önce anlamsız
anlamsız yüzüme baktı, olur mu gibilerinden.
“Yahu, dedim
biz birbirimize benzemiyor muyuz? Yaşlarımız da aynı sayılır. Bizi tanımayan
kim bilebilir ki benim Dimitri, senin de Mehmet olduğunu? Yeter
ki
ailelerimizi ikna edelim; onlar he derse bu iş olur.”
“Delilik ulan bu!” dedi.
“Tamam, be biraderim, biz de delikanlı değil miyiz zaten!”
“Peki ya ailelerimiz; sen ailenden ayrılabilecek misin?” dedi Mehmet.
Ayrılmak
zordu, ama başka çözüm yoktu ki.
“Yahu Mehmet, gurbete çalışmaya gitsek ya da askere gitsek
ailemizden ayrılmayacak mıyız?.. Ne farkı var ki?” dedim.
Mehmet, ikna
olmuş gibiydi. Sen ne uyanıksın, der gibi baktı:
“Alavere dalavere…fan fini fiston fistana…” dedi ve
güldü.
Sırtıma
muzırca vurduktan sonra,
“Bak bu işi yapacaksak senin de sünnet olman lazım. Ne
olur ne olmaz, önünde askerlik falan olacak, sünnetsiz olduğun fark edilirse
başın derde girer,” dedi.
Gırgır
geçme der gibi gülmüştüm, ama o sıralarda yapılan bir sünnet düğününde
sünnetçiyi ayarlayıp gizliden beni sünnet ettirdi. Eee tabii kolay olmadı.
Kimseye çaktırmadan idare etmek daha zordu.
***
İki ailenin
bir araya geldiği bir akşam konuyu açtık. Herkes şaşırmıştı. Önce
itirazlandılar. Ama Mehmet’le benim kararlı olduğumuzu görünce çaresiz
kabullendiler.
Bir sabah
erkenden kalktık. Ayrılık zamanı gelmişti… Mehmet, at arabasını hazırladı.
Birkaç kap kacak, yatak döşeği, denklerimizi arabaya yükledik. Ayşe, bir daha
böyle güzel şeftali bulup yiyemeyiz diye bir sepet rodakino almıştı
yanına.
Yorucu bir yolculuktan sonra Selanik’e geldik. Bizi
götürecek vaporu beklerken, birkaç gün eğleştik.
Ayrılık
zor oldu. Mehmet’in ailesi, iki teyzesinin aileleriyle vapora, meşhur
Gülcemal’e binip İzmir’e geldik.
Böyle olmasını
ben istemiş ve planlamıştım, ama garip duygular içindeydim. Hem seviniyor, hem
hüzünleniyordum; yüreğimde anaforlar vardı. Memleketime yeniden kavuşmuştum,
sevdalandığım kızla beraberdim; ama geride öz ailemi bırakmıştım. Anamı,
babamı, kardeşlerimi bir daha ne zaman görebilecektim? Ayrılık-kavuşma, kavuşma-ayrılık; her şey iç
içe idi.
Mehmet’in
ailesi, daha doğrusu benim yeni ailem nereye yerleşeceklerini bilmez, kararsız
haldeydiler.
Bir süre
oradan oraya dolandırıldıktan sonra Ayşe’nin ailesiyle aynı kasabaya
yerleştirildiler. Bir ay onlarla kaldım. Mehmet’in kimliği ile güvendeydim.
Kendi köyüme gidemezdim. Tanınır, yakalanır, yeniden Yunanistan’a
gönderilirdim.
Sık sık
Mehmet’in ailesini ziyaret ediyordum.
İşin ikinci
safhası benim için daha da zordu. En az yüz okka çeken, her zaman ciddi ve sert
görünümlü olan Salim Aga’dan kızını istemek kolay iş değildi. Bir gün ziyaretlerine gittiğimde Ayşe’yi
babasından istedim.
Ortalık
yeniden karıştı. Ama beni seviyorlar ve aileden sayıyorlardı. Biraz
nazlandıktan sonra Ayşe’yi bana vermeyi kabul ettiler. Böylece kağıt üzerinde
Mehmet teyzesinin kızı Ayşe ile evlenmiş oldu.
***
“Yaaa, dede kafam karıştı. Kim Dimitri, kim Mehmet?”
“Yahu be evladimu, ne var karışacak! Ben Dimitri idim, Mehmet oldum;
Mehmet de Dimitri oldu. Mehmet memleketinde kaldı, ben de memleketime geri
döndüm.”
“Offf, yine çok karışık. Peki sonra?”
“Sonrası
işte, bildiğin gibi… Büyük aşkımla, Ayşe ninenle evlendim, çocuklarım oldu,
güzel torunlarım oldu.”
Nineme baktım.
Bizim konuşmalarımızı dinlerken tebessüm ediyordu. “Canım ninecim, tontoşum,”
diye sarıldım.
“Peki ya
gerçek Mehmet’e ne oldu?”
“Uzun zaman birbirimizden haber alamadık. Zor zamanlardı…
Bir gün bir adam geldi bizim oraya. Dükkandaydım… Adım Dimitri, dedi. O kadar sene
birbirimizi görememiştik, ama hemen anladım. Sarıldık birbirimize...Eleni’yle
evlenmişti. Yanında karısı ve oğlu vardı. Bak, dedi karısını ve oğlunu
gösterip, kaldığım iyi olmuş değil mi, dedi.
Eve götürdüm.
Ayşe nineni, teyzesini, anasını babasını, kardeşini görünce ağlamaya başladı.
Sarılıp, karşılıklı ağlaştılar.
Sonra ara sıra
mektuplaştık. Birbirimizden haber aldık. Bir ara mektupların arası kesildi.
Karısından mektup aldık. Meğer Alman işgaline karşı komitacılarla birlikte dağa
çıkıp direnişe katılmış. Yaralanmış.
Seneler sonra
yine çıkıp geldi. Bu sefer yanında beş yaşında bir kız çocuğu da vardı.
Almanları, vatanımızdan kovduk, dedi gururla. Gömleğini sıyırıp yara izini
gösterdi.
Sonra bir süre haber alamadık. İç savaşta başını yine belaya
sokmuş. Faşistlerin eline düşmüş, hapse atılmış. Daha sonraları birkaç kere
anası babası kardeşi de görmeye gittiler. Ben gidemedim.”
“En son ne
zaman görüştünüz, dede?”
“Albaylar
Cuntasının iktidarda olduğu sıralardaydı oğlundan bir haber aldık. Bu kadar
rezalete dayanamıyorum, diyormuş. Bir sabah kalp sektesinden vefat etmiş.
Ölmeden önce de benden söz edermiş. Epeydir görüşemedik diye… Allah rahmet
eylesin.”
***
Ha Mehmet, ha Dimitri ne fark eder ki? Dedem dedemdi
işte… Aşkı uğruna muhteşem bir macerayı göze alan bir kahramandı benim için.
Hem nineme, hem de memleketine, doğduğu topraklara sevdalı biri!.. Ya öbür
Dimitri !? O da bir kahramandı. Evlendiği kıza sevdalı; doğduğu, vatan saydığı
toprakları işgalcilere karşı savunmuş, halkının mutluluğu için mücadele etmiş
bir kahraman.
Ah dedecik sağ
olsan ne çok sevinirdin senin o müthiş maceranın doktora tezi konuma ilham
verdiğine…
Haziran 2008, İstanbul- Kozyatağı
(Bu öykü, ilk kez 2009 yılında Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından yayımlanan Mübadele Öyküleri seçki kitabında yer aldı.)
(Bu öykü, ilk kez 2009 yılında Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından yayımlanan Mübadele Öyküleri seçki kitabında yer aldı.)
Kadir
Yüksel yazmış:
"Mehmet Hakkı Yazıcı’nın üçüncü öykü kitabı Yaşam
Annemin Hatırladıklarıysa.
Geniş bir zaman dilimine ve coğrafyaya, tarihsel arka
yapıya oturtuyor öykülerini. Kitapla aynı adı taşıyan öyküde darbelerin içine
yol alıyoruz. Darbelerin yıkıntılarıyla bellek yitimine uğrayan bir annenin
trajik boyutlu öyküsünü okuyoruz. Bir başka öyküde mübadele günlerine götürüyor
bizi yazar, bir başkasında 6-7 Eylül olaylarına. Yaşamın ağır yanlarını
anlatıyor Mehmet Hakkı Yazıcı, acılardan, kayıplardan, ölümlerden, baskılardan
söz ediyor ama aşksız, umutsuz bırakmıyor bizi, bütün sıkışmışlığımıza rağmen.
Öykü dilindeki ironiden, gülümseten bakıştan mutlaka söz edilmeli. Akıcı, yalın
bir anlatımı var öykülerin. Sahiciliği hiç zedelemiyor, kolay iletişim kuruyor
okuyucusuyla."
* Bu öykü, ilk kez 2009 yılında Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından basılan "Mübadele Öyküleri" isimli kitapta yer almıştır.
19 March 2008
Fyyyatma
Fyyyatma
Güzel bir gündü; havada tatlı bir serinlik vardı. Bu küçük Ege kasabası bahar başlangıcını yaşıyordu; günlerce süren yağmurun arkasından güneşli bir güne gözlerini açmıştı kasabalılar.
İstasyonda duran yorgun tren yolcularını boşalttıktan sonra uflayıp puflayarak yeniden yola koyulmuştu. Trenin gidişiyle istasyonu dolduran kalabalıktan kısa bir süre sonra eser kalmamıştı; yolcular, yakınlarını karşılayanlar, seyyar satıcılar, faytoncular hepsi birden yok olmuşlardı.
Fötr şapkalı, papyonlu, ince bıyıklı, orta yaşlı bir adam, bir süre elinde küçük tahta valizi, koltuğunun altında keman kutusuyla ayakta dikilerek etrafı süzdükten sonra kasabanın içine doğru yürüdü. İlk defa geldiği bu Ege kasabası da diğerlerine benziyordu. Mübadelede el değiştiren eski Rum evleri mimariye damgasını vurmuştu. Yol boyu sıralanan ağaçlar bahar çiçekleriyle bezenmişti. Kasaba meydanında küçücük bir kaidenin üzerine oturtulmuş Atatürk büstü, meydanın arkasında kasabanın en görkemli binası olan kaymakamlık, hemen yanında ise büyükçe bir park vardı. Görkemli ağaçları burasının çok
eski bir park olduğunu belli ediyordu.
Adam, sol elinin baş parmağı yeleğinin köstekli saatinin bulunduğu cebinde, yavaş yavaş çarşı içine doğru yürüdü. Ortalığı ışıl ışıl aydınlatan güneş aniden bir bulutun arkasına girdi. Bu aylarda sık yaşanan bir bahar sürprizine, yağmura yakalandı; ufak yağmur taneleri düşmeye başlamıştı. İlk gördüğü kahvehaneye girdi; cam kenarında bir masaya oturdu. Kirli camdan çarşıdan gelip geçenleri görebiliyordu. Yağmur biraz daha hızlanmıştı. Sokaktakiler telaşla kaçışmaya başladılar.
...
Bu öykünün tamamı Nisan 2015 tarihinde Kanguru Yayınları tarafından yayımlanan "Akvaryumdaki (Ba)balık" isimli kitapta yer almaktadır.
20 February 2008
Aşkı Tiyatro ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı
Aşkı
Tiyatro
“Ama beyaz cam bizi çağırıyor abi,” dedi İsmet
elindeki zarları attıktan sonra. Bunları
söylerken kafasını tavladan kaldırmamıştı bile…
Ortaköy’deki kahvelerden birinde oturuyorlardı.
İsmet bir yandan Orhan’la tavla oynuyor, bir yandan da laflıyordu. Rıza
sandalyeye ters oturmuş onları seyrediyordu.
“İçine ettiniz be sanatın, tiyatronun. Ne oldu
bizim ideallerimize?” diye çıkıştı Fuat.
“İdeallerimize bir şey olduğu yok, abi. Aç mı
kalalım, işportacılık mı yapalım?”
Kızdı :
“Hadi siz oyununuza devam edin. Ben gidiyorum.”
İşportacılık, tezgahtarlık yapsınlardı. Pazarda
limon satsınlardı, ama sanata ihanet etmesinlerdi. Beşiktaş’tan Taksim’e
çıktı. Eski bir tiyatro salonunun
önünden geçti. Uzun süredir kapalıydı. Şimdi bilardo salonu olmuştu. Yahu ne
olmuştu böyle? Eskiden ne çok tiyatro salonu vardı. Sinemalar pasaj, tiyatro
salonları bilardo salonu oluyordu. Kültürsüzlük, köşe dönmecilik toplumun her kesiminde egemen
unsur olmuştu.
Eve giderken bir seyyar satıcıdan incir aldı. Birini soyup yemeye başladı.
Satıcının incirleri koyduğu gazeteden yapılmış kesekağıdının üzerinde Mahir
Canova ile yapılmış bir söyleşi vardı. “Şairler reklam ajanslarına metin yazarı
olarak, öykücüler TV dizileri yazarlığına, eleştirmenler dolarize maaşlı özel akademi
“hocalığı” na ve tiyatrocular dizi oyunculuğuna, showman’liğe, sunuculuğa
“intisab” ederek hayat yollarında yükselme boyutunu yakalamaya çalışıyorlar.”
diyordu.
“Ağzına sağlık, üstadım. Tam da benim şu anda
düşündüklerimi söylemişsin. En önde gidenler kuşkusuz bizim tiyatrocu inekler.”
diye mırıldandı. Bir duvarın üstüne oturup kesekağıdını iyice açıp okudu.:
“Beyaz camın karşı konulmaz çağrısına ve büyük
servet tekliflerine karşı koyamayan tiyatro efradı, yazarından, oyuncusuna,
kostümcüsünden, ışıkçısına TV kanallarının yolunu tutup, sanatı reddedip
maskaralığı seçmişlerdi. Ülkenin tiyatro salonları terkediliş ve çöküntüyle
yüzyüze gelmişlerdi.”
Bunları düşünerek yokuşu indi.
Eve geldiğinde ter içinde kalmıştı. Sıcak,
nemli bir hava vardı. Merdivenleri uflayarak ağır ağır çıktı. Apartmanın
girişinde Madam Eleni ile karşılaştı. Selamlaşıp hal hatır sordular,
birbirlerine.“İşte toplumdaki negatif seleksiyonun bir tezahürü” diye düşündü.
Eskiden kadıncağız bütün bu apartmanın
sahibiydi. 6-7 Eylül Olaylarından sonra çocukları Yunanistan’a göçmüş, kocası
ve o, doğup büyüdükleri, sokakları, insanları ve kültürü ile özdeşleştikleri
İstanbul’u terkedememişlerdi. Onlar için İstanbul ve Türkiye vatanları,
Yunanistan ise yabancı bir ülke idi. İstanbul’un her köşesinde anıları vardı,
Madam Eleni’nin. Atina’ya yerleşen çocukları yılda bir iki kere ziyaretine
gelirlerdi. Bu gidiş gelişler her sene biraz daha seyrelerek yapılır hale
gelmişti. Malum iş, güç, çocukların okulu filan gibi mazeretlerle...Hele kocası
da ölünce Madam Eleni yapayalnız kalmıştı. Arkasından maddi sıkıntı da gelince
Madam Eleni apartmanı köşedeki Elazığ’lı bakkala haraç mezat satmıştı. Şimdi
eskiden sahibi olduğu apartmanın kiracısıydı. Ama duruşundan,
hanımefendiliğinden zerre kadar ödün vermemişti.
Kapının zilini çaldı. Açan olmayınca anahtarla
kapıyı açıp içeri girdi. Sanem evde yoktu. Çocuk da okuldan henüz gelmemişti.
“Negatif seleksiyon.” , ” Beyaz cam bizi
çağırıyor, abi.” ...Bu iki laf diline takılmıştı. Koltuğa yığılıp ayakkabılarını
çıkardı. İçeri odalardan koşarak gelen Fındık, zıplayarak kucağına çıktı.
Yüzünü gözünü yalamaya başladı. Fındık oğlunun köpeğinin adıydı. İttirerek
kucağından indirdi.Televizyonu açmak için uzaktan kumandasını arandı. Vazgeçti.
Televizyonu sanatı erozyona uğratan bir araç gibi görmeye başlamıştı.
Sinemaları, tiyatro salonlarını, komşu gezmelerini hatırladı tek tek.
“Ulan beyaz cam, toplumsal olan her şeyi yok
ettin. “ diye söylendi.
Ayakkabılarını tekrar giydi. Ayağa kalkıp
televizyonu kucakladı. Kapıyı açıp yavaş yavaş merdivenlerden indi. Madam
Eleni’nin kapısına gelince zili çaldı. Yaşlı kadın kapıyı açtı. Bütün
zerafetiyle gülümseyerek “Buyrun, Fuat Bey?” dedi.
“Madam Eleni bu televizyonu biz pek
seyredemiyoruz. Vaktimiz olmuyor. Çocuğun da dersleri var, malum. Çalışmasına
engel olmasın istiyoruz. Bari bir işe yarasın, size verelim.”
Kadıncağızın sevinçten gözleri ışıldadı.:
“Ah, çok mersi. Çok zarifsiniz.” dedi.
İçeri girip televizyonu kurdu. “Ulan beyaz cam
bir işe yara bari,” dedi içinden. Belki bu televizyon kadıncağızın yalnızlığına
çare olur, onu oyalardı.
***
Sanem’in bu kadar tepki göstereceğini hiç
beklemiyordu. Hele ufaklığın “Anne ben çizgi film izleyecektim.”diye
zırlaması?! Hiç ses çıkartmadan dinledi bütün söylediklerini.
Sanem mutfakta yemek için soğan doğrarken hem
ağlıyor, hem de bağıra bağıra konuşuyordu.:
“Sen bu evde yalnız yaşamıyorsun... Nasıl bizim
tercihlerimizi hiçe sayarsın...Bıktım artık senin takıntılarından...Bu
memlekette tiyatro sanatı bir tek sana kalmıştı, sanki... İyice manyaklaştın
son zamanlarda.”
Ufff…Makineli tüfek gibi ne çok şey
sıralamıştı.Gözlerinden akan yaş soğandan mı, yoksa üzüntüden mi akıyordu,
anlayamamıştı. Ne vardı ki bu kadar kızacak?
Çok kırılmıştı. Başkası söylese bu kadar
kırılmazdı. Tiyatro sanatını yüceltme mücadelesini birlikte verdikleri, karısı,
can yoldaşı bunları söylüyordu. Her şey bitmişti, o zaman. Yenilgiyi kabul
etmek gerekiyordu.
Yatağa erkenden yatıp kafasına yorganı çekti.
Hava zaten sıcaktı, ter içinde kalmıştı. Düşünceler uykuya dalmasına engel
oluyordu. Fındık’ın ayakucundan yorganın
altına girdiğini farketti. Sürünerek yatağın başucuna kadar geldi. Başını
göğsüne koydu. Yüzünü öper gibi yaladı. Göz göze geldiler. Mahsun, şefkatli bir
ifadeyle, “Sen haklısın, ama boşver, üzülme” mi demek istiyordu?
***
Sanem, Üsküdar Amerikan Koleji’ni bitirmişti. İçlerinde
bir tek o, ingilizce okuduğunu
anlayabiliyordu.
İngiltere’den bir arkadaşlarına rica ederek
getirttikleri Türkçede yayınlanmamış Stanislavski’nin, Brecht’in
kitaplarını Rıza, Sanem ve o, soba
başında, sabahlara kadar, demledikleri çayı içerek, satır satır okuyarak
ezberlemişlerdi, adeta.
Konservatuvarı da birlikte bitirmişlerdi.
Sınıfın en parlak öğrencileri idiler. Yaz tatillerinde İngiltere’ye gençlik
kamplarına gidip, çilek toplamışlar, dönüşte biriktirdikleri paralarla
Londra’ya uğrayıp en gözde tiyatro oyunlarını seyretmişlerdi. Bunu aşağı yukarı
bütün öğrencilik yıllarında, hacca gider gibi, kutsal bir görev olarak, her
sene tekrarlamışlardı.
Sanem’le zaman içinde oluşan duygusal
beraberliklerinin temelinde de ikisinin bu tiyatro sevgisi vardı. Hayatında
sadece, ama sadece iki şey vardı: Sanem ve tiyatro. Sanem’i sevdiğini ve
evleneceklerini söylediğinde Rıza
şaşırmıştı. “Çok sevindim.” demişti. Ama söyleyişinde bir tuhaflık
vardı. “Sevindim.” diyordu, ama hiç sevinmemiş, hatta üzülmüş gibi bir hali
vardı. Yoksa o da mı Sanem’i seviyordu? Pek üstünde durmamıştı. Olsaydı
söylerdi diye düşündü. Sanem, Rıza ve o, en yakın arkadaşlardı. Onlar bir takımdı.
Tiyatro sanatının birer neferi idiler.
***
Sanem’le bir hafta hiç konuşmadılar. Aynı evin
içindeydiler, ama konuşmuyorlardı. Sanem geç geleceği, bir yere gideceği zaman
haber vermiyordu. Bütün bu süre içinde pek dışarı çıkmadı. Suratında bir karış sakal
olmuştu. Sabah kalktığı gibi yatıyordu geceleri.
Sıkıntıdan
tek başına Gogol’ün “Bir Delinin Hatıra Defteri”ni oynamaya başladı.
Zaten tek kişilik bir oyundu. Genco Erkal ne kadar güzel oynardı? “İyi ki Genco
Erkal gibiler var.” diye düşündü.Onun tiyatrosu da kapanmış, kitapevi olmuştu.
“Hiç olmazsa kitapevi oldu. Bilardo salonu olmasından daha iyi.”diye
mırıldandı.
Bütün teksti ezbere biliyordu. Kendini iyice
oyuna verdi. Teksti eline alıp başlıyordu:
“Bugün
önemli bir olay geçti. Hayli geç kalktım bu sabah. Hizmetçim Mavra dışarıda
fırçaladığı ayakkabılarımı getirince saati sordum. 10’u çoktan geçmiş olduğunu
duyunca aceleyle kalktım, giyindim. Doğrusu bu saatten sonra daireye gitmesem
daha iyiydi…”
Prova yapar gibi bir gün içinde defalarca oynuyordu.
Her defasında daha iyi oynadığına inanıyor ve kendi oyununa hayran
kalıyordu.”Genco Erkal kadar olmasa bile iyi oyuncuyum.”diye düşündü.
”İşte tiyatro bu, ulan!” diye bağırdı.
İçinden :
“Yoksa ben de Gogol’ün kahramanı gibi
yavaş yavaş kafayı sıyırıyor muyum?” diye düşündü ve güldü. “ Yok canım, daha neler.”
***
Kim kime küsmüştü? O haklıydı. Sanem, tiyatro
sanatına ihanet etmişti. Tıpkı Rıza ve diğerleri gibi. Her şeyi affederdi, ama
bunu asla.
Bir haftanın sonunda koridorda karşılaştıklarında
Sanem ilk kez konuştu.:
“Sen” dedi, “Bu evin nasıl döndüğünün farkında
mısın, yoksa sandığımdan da mı fazla
salaksın?”
Güzel iki çift laf edecek sanmıştı. Ama yine
makineli tüfek gibi içindekileri kusuyordu. Bu sefer ağlamıyordu.
“Ben artık dayanamıyorum. Günlerdir ve hatta
aylardır şu evin geçimine katkıda bulunacak tek bir gayretin yok. Seni hayal
dünyandaki tiyatronla başbaşa bırakıp Aynur’a gidiyorum.”
Yarım saat içinde ufak tefek eşyalarını
toplayıp, oğlunu da yanına alıp kapıyı çarparak çıktı.
Bir süre şaşırmış bir halde, elleri cebinde,
ayakta salonun ortasında kalakaldı. Aile fertlerinden bir tek Fındık kalmıştı.
O da sanki onu teselli etmek istercesine, paçasından geçirdiği dişleriyle
pantalonunu çekiştirip oyuna davet ediyordu.
Köpeğe bakıp “Biz de seninle ortaklaşa bir
tiyatro oyunu yazalım mı?” Gülüp, köpeğin başını okşadı. Tiyatro metninde o gün
çalıştığı bölüm aklına geldi :
“Köpeğe
baktım: ne işti bu! Doğrusu bir finonun insanca konuşmasına şaşırmadım desem
yalan olur. Sonradan durumu kavrayınca hayretim geçti….Her şey olabilirdi ama
köpeklerin yazı yazdığını hiç duyamıştım! Yazı yazmayı insanlar bile doğru
dürüst beceremiyor, ancak soylu kişiler bu işin altından çıkabiliyor…”
***
Onbeş gün Sanem’le birbirlerini aramadılar.
Gogol’ün oyununu oynamaya devam ediyordu.
“Bugün Çarşamba olduğu için umum müdürün
odasında çalıştım. Mahsus erkenden geldim, ne kadar kalemi varsa hepsini
yonttum…”
Kusursuz oynayabilecek hale gelmişti.
“Şube
müdürümüze fena halde içerledim. Kaleme gelir gelmez beni çağırdı,
-Nedir
bu halin? Diye başladı muştalamağa.
-Ne
gibi? Bir şey yaptığım yok, dedim.
-Daha
ne olacak be! Kırkını geçmiş adamsın, kafanda kavak yelleri esecek zamanın
çoktan geçti. Kendini dev aynasında gördüğünün, maskaralıklarının farkında
değilim sanıyorsun galiba: müdürün kızına kur yapmak neyine senin! Kendine gel;
ne olduğunu düşün bir kere: sıfırsın, sıfır! Beş parasızın biri…Onu da bırak,
aynaya bak-yeter.”
***
Bir gün o balkonda oturmuş bir yandan Gogol’ün
tiyatro metnini okuyup, bir yandan da dışarıyı seyrederken Sanem gelip birkaç
parça eşyasını daha alıp gitti. Ama hiçbir şey konuşmadılar. Kapıyı çarpıp
çıktıktan biraz sonra zili çaldı. Açtığında bir şey söylecek sandı. Yine bir
tek söz söylemeden köpeği de alıp çıktı.
Arasıra oğlan okul çıkışı uğruyordu. Bir
keresinde “Baba biz ne zaman eve geri geleceğiz?” diye sordu.
“Bilmiyorum oğlum, annene sor.” diye cevap
verdi.
Sanem’in öfkesi günün birinde biter, geri döner
diye düşünüyordu. Onu hiçbir zaman affetmiyecekti. Rıza’yı anlıyordu. Ama
Sanem’in, hayatını, ideallerini paylaştığı bir insanın düşünceleri,
söyledikleri onu yıkmıştı.
***
Yalnızlık duygusu iyice içine oturmaya
başlamıştı. “Köpeği bari almasaydılar” diye hayıflandı. Kapının zili çalmıştı.
“Hah” diye düşündü içinden.”İşte dayanamayıp geri döndüler.” Nazlana nazlana,
ağır ağır yürüyerek kapıyı açtı. Kapıcıydı. Altın dişlerini göstererek
sırıtıyordu. Sanki her şeyin farkında ve bir tiyatro oyununun sonunu merak eden
bir seyirci tavrı içindeydi.
“Abi, apartmanda ilaçlama yapılacak, sizin
daireyi de ilaçlatacak mısınız?”
“Yok sağol, teşekkürler.”
“Sen gene de bir yengeye sor, abi. Belki o
ilaçlatmak ister.”
“Yok dedim ya! İlaçlatmak istemiyoruz.” Diyerek,
kapıyı sertçe kapattı. “Ne ilaçlatması bir de ona verecek para mı var?” diye
mırıldandı. Kapıcının son sözüne takıldı. “Yengeye sor “ lafını büyük bir
olasılıkla hınzırlığından söylemişti.
Çok kızmıştı. Erkenden yatıp, uyumadan önce
metne sığındı:
“Yemekten
sonra dışarı çık epey dolaştım ama, işe yarayacak bir şey sağlayamadım bu
gezintiden. Dönünce yatağa girdim, yattığım yerde İspanya meselesini çözmeye
çalıştım.”
***
Bir sabah erken kalkmıştı. Yıkanıp traş oldu.
Aynadaki görüntüsü biraz endişelendirdi, onu.. Zayıflamış mıydı, ne?
“Dünyanın sonu gelmedi ya. “ diye düşündü. “Beyaz camın kirletmediği
yerler de vardır, elbet.”
Dışarı çıkıp ortalığı kolaçan edip, iş
kovalamaya karar verdi. Sanem haklı olabilirdi. Hayatlarını devam ettirebilmek
için para kazanmaları lazımdı. Hem sanatlarını icra ederek, hem de onurlu bir
şekilde para kazanmaları mümkün olabilirdi. Çocuk da vardı. Onun beslenmesi,
eğitimi önemliydi.
“Bugün
en büyük bayram günü! İspanya, kralına kavuşuyor. Bulunmuş kralları!.. Bu kral
-benim. Ve bunu ancak bugün öğrendim.
Yani bu düşünce kafamda birdenbire şimşek gibi çaktı…Bir yandan da, benim şu 7.
derece memurluk işinin nerden çıktığına şaşıyorum. Ne saçma düşünce! İyi ki bu yüzden şimdiye kadar tımarhaneye
tıkmadılar beni.”
Evden çıktı. Kapıdan çıkarken Madam Eleni ile
karşılaştı. Kadıncağız her zamanki zerafetiyle ona selam verdi.
Canı Ortaköy’e gitmek istemedi. “O zibidiler
gene kahvede oturup, pinekliyorlardır”diye düşündü. Beyoğlu’na çıktı.
Konservatuvardan arkadaşı Selim aklına geldi. İçlerindeki en yeteneksiz herif
oydu. Gazetede okumuştu. Büyük bir müzikal projesine başlıyorlardı. Belki o bir
iş falan ayarlayabilirdi.
Taksim’e yakın, yeni restore edilmiş eski büyük
binalardan birini kiralamışlardı. Kapıda
o yeni plazalardaki gibi elektronik güvenlik turnikeleri, dedektörlü, üst baş
arayan, iriyarı, genç, yakışıklı güvenlik elemanları vardı. Ne sinir şeylerdi,
bütün bunlar. Çaresiz bütün aramalardan geçti. Üzerinde metal paranın ve
anahtarların dışında hiçbir şey yoktu, zaten. Cep telefonu kullanmıyordu. Bütün
“post modern” şeylere olduğu gibi ona da karşıydı. Çağın yozlaşan değerlerinin
bir simgesi gibi görüyordu cep telefonunu. Danışmada mini etekli, göğüs
dekolteli, yirmili yaşlarında çok güzel bir kız vardı.
“Randevunuz var mıydı?”diye sordu, kız.
“Hayır. Geçerken bir uğrayıp hal hatır sormak
istedim. Eski bir arkadaşıyım..”
Kız telefonla birileri ile konuştu. Selim’in
sekreteri imiş. O da asistanı ile konuştu. Birazdan cevap vereceğini söyledi.
Ufff. Ne biçim bir bürokrasi vardı. Wall Street’te çok uluslu bir şirket
merkezine gelmişti, sanki.
Aslında geri çıkıp kaçmalıydı. Ama girmişti
içeri bir kere. En azından merakını giderirdi. Nihayet yukarı çıkmasına izin
verdiler. Güvenlikçinin yardımıyla, danışmadan aldığı elektronik kartla diğer
turnikeden geçti. Daha sonra garip, hızlı, nasıl çalıştığını tam anlayamadığı
bir asansöre bindi. Eski binaya nasıl da eklemlenmişiti, bu modern garip
şeyler. Niye bu eski binayı seçmişlerdi ki? Maslak’taki yeni plazalar daha
uygun değil miydi? “Havasından, herhalde.” diye geçirdi içinden. Sekreter,
asistan barikatlarını teker teker aştı. Onu bir odaya aldılar. Beklemeye
başladı. Onbeş dakika kadar beklemişti. Sekreter kız geldi. Selim’in onu
beklediğini haber verdi. Selim kapının önünde karşıladı. Lacivert İtalyan takım
elbisesinin içinde pek bir fiyakalı idi. Gözlük takmış, sakal bırakmıştı.
Ağzında piposu vardı. “Bu işlerin raconu böyle herhalde?” diye düşündü.
Sarılıp, yanaklarından öptü.
“Hoş geldin Fuat’cığım. Hangi rüzgar attı?”
“Epeydir görüşemedik. Geçerken bir uğrayıp
hatırını sorayım dedim.”
“Sağolasın.”
Çay kahve faslından sonra durumunu anlatmak
için cesaret topladı. Ne hallere gelmişti. Selim’den iş talep edecekti.
Telefonlardan da konuya giremiyordu ki. Tam bir şey söyleyecekken bir telefon
geliyordu. Sekreter iki de bir içeri girip bir takım evraklar getiriyordu.
“Fuat’cığım biz de yeni bir projeye başlıyoruz.
Dev bir müzikal projesi.”
Selim’in ortak olduğu prodüksiyon şirketi
yabancı ortaklı büyük bir şirketti.
“Ha, ben de onu soracaktım. Kadroyu
tamamladınız mı, diye?”
“Valla Fuat’cığım, zaman sanattan ziyade
show’un ağırlıkta olduğu bir zaman. Öyle senin gibi değerli tiyatro oyuncuları
değil de, ismi olan popçuları falan çıkarıyoruz. Anlarsın ya. Maalesef seyirci
buna itibar ediyor. Ticari şansı olan bir prodüksiyon yaratmak için buna dikkat
etmek lazım. Hiç hoş bir şey değil, ama oyunun kuralı böyle.”
“Öyle oldu galiba. “
“N’oldu, siz Sanem’le ayrıldınız mı?”
“Yooo. Nerden çıktı şimdi, bu?”
“Ne bileyim, öyle duydum. Sen Sanem’le
ayrılmışsın, Sanem Rıza ile birlikte imiş, falan.”
“Amma iş, nerden uyduruyorlar böyle şeyleri?”
Hoppala. İşe bak herife yarasına merhem olsun
diye gelmişti, kafasını bozacak neler
konuşuyorlardı. Konuyu değiştirmeye çalıştı. Yeni bir konu bulmalıydı. İş
aramak için gelmiş durumunda da olmak istemiyordu. “Havalar da nasıl, çok sıcak
değil mi?” gibilerinden genel abuk konulardan birini mi açsaydı, ne?
Beceremedi.
“Rıza ulusal programlardan birinde yarışma
programı sunuculuğunu almış. Astronomik transfer ücreti almış diyorlar. Köşe
olmuş.”
“Bilmiyorum.”
“Bir çay daha alır mısın?”
“Yok, sağol ben kalkayım. Bir iki yere daha
uğramam gerek.”
Yalana bak, aslında hiç bir işi yoktu.
“Bak seni bir yere göndereceğim. Bizim
çalıştığımız “cast” ajansına. Bütün
prodüksiyonlarımızla ilgili oyuncu kadrosunu onlar ayarlıyorlar. Sana
bir kartımı da vereyim. Telefon da ederim, senin gideceğine dair. Bir onlarla
görüş.Belki bir şeyler çıkar.” Çekmecesinden bir kart çıkarıp verdi.
Yine öpüştüler. Dışarı kendisini zor attı.
Bu ziyaretinden aklında kalacak tek olumlu şey
danışmadaki güzel kız olacaktı. Çıkarken dönüp “İyi günler.” dedi. Kız da,
gülümseyerek “İyi günler, efendim.” diyerek karşılık verdi. Ne kadar hoş,
insanın içini ferahlatan bir gülümseyişi vardı? Aslında şimdi işten de önemli
olarak böyle genç ve güzel bir sevgiliye ihtiyac duyuyordu.
Niye gelmişti ki? Böyle bir şeyler olacağını
zaten tahmin ediyordu. Demek Sanem ve Rıza... Herifin içten içe Sanem’e tutkusu
olduğundan hep şüphelenmişti, zaten. Vay alçaklar! Gerçekten böyle bir şey
olabilir miydi? Vardı ki milletin diline düşmüştü. Ve onun dünyadan haberi
yoktu. “Çok salağım ben, çok salak!” diye mırıldandı. Sanem’in dediği kadar vardı.
Dayanamadı Ortaköy’e indi. Herifler yine aynı
kahvedeydiler. Rıza yoktu. İçlerinde bir zerre de olsa güven duyabildiği
İsmet’i çekti bir kenara. İsmet, önce hıkmık etti, sonra döküldü. Selim’in
söyledikleri doğruydu. Sanem, bir süredir Aynur’da değil, Rıza’nın evinde
kalıyordu.
Yüzü bembeyaz olmuştu. Eyvallah falan demeden
ayrıldı. Beşiktaş’a kadar yürüdü.
Cebinde yine Gogol’ün oyunu vardı :
“Para
için yalnız anasını babasını değil, tanrısını bile satar bu çıkarcılar. Hırs
boğmuştur onları; hırsın tohumu da küçük dilin altında, ufacık bir kesenin
içinde, topluiğne başı kadar minnacık bir kurttur.”
Vapur iskelesinin orada, parkta bir yerlere
oturdu. Öylece hiçbir şey yapmadan bir saat kadar denize baktı. Aslında nereye
baktığının, ne yaptığının bilincinde değildi.
“Piç kuruları, alçaklar, hainler!” diye
bağırdı. Yandaki bankta oturan sevgililer şaşırıp baktılar. Aldırmadı.
“Kimliğimi
açıklamadan Nevski caddesinde dolaştım. Tam o sırada arabası içinde çar
caddeden geçti. Gelen geçenler şapkalarını çıkararak hakanımızı selamladılar.
Ben de aynı şeyi yaptım ama, İspanya kralı olduğumu sezdirmedim. Gerçeği ulu
ortaya açıklamayı yakışıksız buldum.”
***
Boşanma işlemleri çok uzun sürmedi.
Koridordaki bankta mahkeme saatini beklerken,
sıkıntıdan tiyatro metnini okumayı sürdürdü. Zaten son zamanlarda gittiği her
yere cebinde taşıyıp, her fırsatta okuyordu :
“Aah,
ne hain yaratıklar şu kadınlar!.. kadının ne olduğunu, kalbini kime adadığını
ancak şimdi anladım. Bunu ilk anlayan benim galiba: kadın şeytana aşıktır.
Evet, evet, şaka etmiyorum. “
Ne kadar da kolaylaşmıştı, artık her şey.
“Şiddetli geçimsizlik”: Kalıplaşmış,
bildik gerekçe. Hakim kafasını bile kaldırmamıştı. Ezberlediği şeyleri zabıt
memuruna yazdırdı. Hemencecik bitiverdi. Aşklar, idealler, birlikte yaşanmış
anılar, acılar, mutluluklar, hepsi hikayeydi.
Mahkeme çıkışında Sanem yanına gelip
yanaklarından öptü. Gözlerinden iki damla yaşın süzüldüğünü farketti. Niye
ağlıyorsa? Rıza her zamanki haliyle koridorun bin ucunda sinmiş, ortalıkta
gözükmeden Sanem’i bekliyordu. Görmüştü onu. Ondan tarafa doğru döndü. Bir şey
söylese duymayacaktı. Duygularını ifade etmesi gerekiyordu. Rıza’ya doğru kol
işareti yaptı. Rıza yılışıkça güldü. “Sen istediğini yap, ben malı
götürüyorum.”der gibi bir ifadesi vardı.
***
Eve girdiğinde koridorda, mutfakta, banyoda bir
sürü hamamböceğine rasladı.
Apartmanda ilaçlama yapılmıştı. Diğer
dairelerden kaçan, sağ kalan hamamböcekleri onun evine sığınmışlardı.
Ne garip, gerçek ailesini kaybettiği gün
hamamböceklerinden oluşan yeni bir ailesi olmuştu.
***
Sanem ne kadar haklıydı. Parasız da
yaşanmıyordu. Cebinde beş kuruş kalmamıştı. İş bulamamıştı. Para isteyebileceği
kimse yoktu. Bir kişi vardı: Doktor ağabeyi. Yüzünü kızartıp bir miktar daha
para istemeye karar verdi. Borç tabi. Başka türlü hayatta olmazdı.
Ağabeyinin muayenehanesine geldiğinde hastalar
içeride sıra bekliyorlardı. “Para basıyor herif.” dedi içinden. Ama hakkıydı.
Konusunda Türkiye’nin sayılı doktorlarındandı. Hep iyi bir evlat olmuştu.
Ailenin kıymetlisiydi. Hemşire Zeliha hastaların kayıtlarını yapıyordu. Onu
görünce mutluluğunu belli eder bir şekilde güldü. Her gittiğinde cilve yapardı.
Dikkatlice baktı. “Yahu, bu da hoş bir kız.”diye düşündü. Hiç bu gözle
bakmamıştı, kıza.
Hastalar seyreldiğinde ağabeyi odasına çağırdı.
“N’aber?”
“İyilik. Yengem, çocuklar nasıllar?”
“Hepsi iyiler.”
“Ha, biz Sanem’le boşandık.”
“İyi halt yediniz.”
“Ben istemedim, öyle gelişti.”
Uzun bir sessizlik oldu.
“Senden son kez bir miktar borç alabilir miyim?
Çok kötü durumdayım.”
Ağabeyi elini cebine attı. Cüzdanından
çıkardığı paraları verdi.
“Borç morç değil. Nasılsa ödeyemeyeceksin. Bir
an önce bir baltaya sap ol. Rahmetli anam babam da az çekmedi senin
haytalıklarından.”
Kaşıkla verip sapıyla çıkarmak diye buna
denirdi. Ağzını açıp bir şey söyleyebilecek durumda değildi. Demek annesi ve
babası da çok çekmişti. Ne demeliydi?
“Sağol. Ben yine de borç olarak kabul ediyorum.
İnşallah bu son olur.”
Ne de olsa ağabeyiydi, sırtını sıvazladı.
Ensesinden kendisine doğru çekti.
“Hadi güle güle. Kendine iyi bak.”dedi.
***
Nişantaşı’ndan Taksim’e kadar yürüdü. Hava
güzeldi. Evin yolunu uzatmakla birlikte, bir alışkanlıkla Kazancı Yokuşu’ndan
indi. Bu yokuştan inmek bir anmaydı onun için. O karanlık dönemde ölen binlerce
insanı hatırlamak ve anmak...Sokağın tabelasına ilk defa dikkat etti. Osmanlı
Sokağı yazıyordu. Eskiden de mi öyleydi, yoksa sonradan mı değiştirmişlerdi?
Yokuşun başında, bir köşede İstanbul Bankası, öbür köşede Pamuk Eczanesi vardı.
Sahi o banka, “sarışın, güzel kadın”ın kocasının batırdığı, devletin başına kalan ilk bankalardan biri
değil miydi? Şimdi Osmanlı Bankası vardı orada. O da Garanti Bankası ile
birleşmişti. Diğer köşede ise Pamuk Eczanesi yoktu artık. Bir inşaat
yapılıyordu. 77 Bir Mayıs’ını hatırladı, yeniden. Taksim Anıtı’nın çevresinde
öbeklenmişlerdi. Çok coşkulu bir kalabalık vardı. Ne olduysa birden silah
sesleri duyuldu. Otobüs duraklarının yanında, yere, arnavut kaldırımlarına
yatmışlardı, Sanem’le birlikte. Panzerler meydana girip su sıkarak, bir kısım
kalabalığı binaların cidarına
yapıştırmıştı. Kalabalığın olduğu tarafa doğru koşmuşlardı. Birileri akıl edip
Pamuk Eczanesi’nin vitrin camlarını kırıp içeri girmişti. Yahut ta o kargaşada
kalabalığın baskısı ile camlar kırılmıştı. Vitrinden atlayıp eczanenin içine
girmişler, alt kata inmişlerdi.İçerisi allahtan çok büyüktü. Ne kadar da çok
insanı bağrına alıp, korumuştu, eczane. İnsanlar şaşkındı. Bir ara olup biteni
anlamak için yukarı çıkmıştı. Zırhlı araçlar meydanda daire çizerek dönüyorlardı.
Büyük bir kargaşa vardı. Eczanenin dışına çıktığında, farketti olan bitenin ciddiyetini. Yokuşun başında
onlarca insan cesedi, üstüste cansız yatıyordu. Korkunç bir görüntüydü, bu.
Jandarma birlikleri meydanın başından ilerliyorlardı. Daha fazla kalırlarsa
başları iyice derde girecekti. Sanem’i de yanına alarak yokuştan aşağı sahile
kadar indiler. Akademi’nin oralarda polis panzerleri barikat kurmuştu.
Akademi’nin bahçe demirlerinden geçerek binaya girdiler. Bina’nın kapısından,
barikatın arkasına çıkarak Eminönü’ne kadar yürüdüler. O gün, o olay hiç
akıldan çıkacak gibi değildi. Neler olmuştu?
***
“Hala,
İspanya’nın nasıl bir yer olduğunu anlayamadım dersem inanın bana ! Buradaki
gibi milli gelenek ve saray etiketi hiç bir yerde görülmemiştir. Anlamıyorum;
hiç ama, hiçbir şey anlamıyorum!.. Bugün rahip olmak istemediğimi bağıra çağıra
söylediğim halde benim de kafamı kazıdılar. Hele başıma damla damla buzlu su
akıtmaya başladıkları zaman ne hale geldiğimi anlatamam! Bu çeşit işkenceyi
ömrümde duymamıştım. Çıldıracak gibi oldum, güç tuttular beni.”
***
En iyi bildiği işi yapabileceği bir ortam
yoktu. Kendisini ve sanatını rezil etmeden başka işler mi tutsaydı, acaba? Bir
öğleden sonra küçük bir reklam ajansının sahibi bir başka arkadaşının bürosuna
gitti.
“Artık her işi kabul edebilecek duruma
geldim.”dedi.
Arkadaşı aslında yardımcı olmak istiyordu.
Düşündü . “Bir iş var, ama sana göre değil. Olmaz,” dedi.
“Valla artık iş seçebilecek durumda değilim.
Rezil olmadan yapabileceğim her işe razıyım.”
“Animatörlük gibi bir şey. Taksim’de yeni
açılan yabancı bir “fast food”
restoranının tanıtımıyla ilgili..”
***
İşi çaresiz kabul etmişti. Parası da bir halt
değildi; ama üç beş kuruş da olsa ihtiyacı vardı. Kullanacağı kostümü alıp eve
gelmişti. Ne hallere düşmüştü. Bu bir palyaço kostümü idi. Bildiğimiz palyaço
kostümlerinden. Rengarenk…Başına da bir maske takacaktı. Bak bu iyi idi, işte.
Hiç olmazsa işi yaparken onu kimse tanıyamayacaktı. Giyinip aynanın karşısına
geçti. Ne komik olmuştu.
“Komiklik hayatın kendi içinde.” diye söylendi.
Palyaço giysilerini çıkarmadan koltuğa attı
kendisini. Hiçbir şey yememişti ancak yiyecek hali de yoktu. Gogol’ün metnini
aldı sehpanın üzerinden :
“Pencerenin
önünde oturan kadın anam olmasın?.. Anacığım, kurtar zavallı oğlunu! Ağrıyan
başına bir damla gözyaşı akıt, ne olur’ Gör, nasıl hırpalıyorlar, evladını,
bağrına bas bedbaht öksüzünü. Yok onun yeri bu dünyada artık. İnsanlar
aleminden attılar onu…Bari sen acı hasta oğluna anacığım!”
***
Kaç gün olmuştu bu işi yapmaya başlayalı? Eline
biraz para geçmiş, rahatlamıştı. Borçlandığı mahalle esnafının sesi kesilmişti,
hiç olmazsa. Kendisine yeniden “Fuat ağabey” demeye başlamışlardı.
“Sahtekarlar!”diye homurdandı.
Saatlerce ayakta dolanıp, maskaralık yapıp
çocukları “fast food” restoranına çekmeye çalışıyordu. İşi buydu. Akşama kadar
canı çıkıyor, bitkin düşüyordu. Hiç şikayet etmeye niyeti yoktu. Bir de şu
korkunç sıcakların olduğu havada üzerindeki kalın kostümü ve maskesinin katmerleştirdiği
sıkıntı olmasa.
Bazen o kadar bunalıyordu ki bayılacak gibi
oluyordu. Maskenin altından, yüzünden şıpır şıpır ter süzülüyordu. Maske onu
bunaltıyordu, ama kimse onu tanımadan onun herkesi görebilmesi hoşuna
gidiyordu. Eğleniyor du da sayılırdı. Arada tanıdık insanlar geçiyordu İstiklal
Caddesi boyunca. Onlar onu tanımıyorlardı. Yanlarına gidip şaklabanlık yapıp,
kafa buluyordu.
Bir keresinde Selim’i görmüştü. Yanında
asistanı olan genç kız vardı, herhalde. Tam hatırlayamamıştı. Kızla bayağı samimi
bir halleri vardı. Kerata işi bitirmişti, görünüşe göre. Yanından geçerken
Selim’e bulaştı. Keline şaplak attı. Selim şaşırdı ama bir şey diyemedi.
Palyaçonun yaptığı bir tür maskaralıktı, ne de olsa. Sonra yumurta gibi çıkmış
göbeğini avuçladı. İyi semirmişti herif. Yanındaki kız gülmekten yarılacak hale
gelmişti. Selim kıpkırmızı olmuş, sesini çıkaramıyordu. Oh olsundu.
Tiyatrocunun intikamı böyle olurdu. En son olarak da kıçına okkalı bir tekme
attı. “...tir git.” anlamında. Sonra da kahkahalar atarak, zıplayarak kaçtı.
Etrafta herkes durmuş onları seyrediyordu. Gülen insanların sesinden o sırada
geçen tramvayın sesi bile duyulmuyordu.
***
“Büyük
engizisyoncu bugün gene geldi.
Adamlarının sesini duyar duymaz sandalyenin altına girdim. Beni görmeyince
çağırmaya başladı. İlkin,
-Poprişçev!
Diye seslendi.
Ses
çıkarmadım. Arkasından,
-Aksenti
İvanov!.. 7. derece memur!.. Soylu kişi!..
Benden
ses çıkmayınca bu defa,
-İspanya
kralı 8. Ferdinand ! diye olanca sesiyle
haykırdı.
Kafamı
uzatacak oldum ama, sonra “yağma yok, çürük tahtaya basmam ben…Gene başıma
soğuk su dökmeğe başlarsın…” diye vazgeçtim. Gelgelelim canavar gördü beni,
elindeki sopa ile sandalyenin altından kovaladı.”
***
Normal mesai günlernden birindeydi. Akşam
saatlerine yakın bir zamandı. Yine aynı maskaralıkları yaparken birden
kalakaldı. Yüz metre kadar aşağıdan, Galatasaray tarafından Sanem ve Rıza
yürüyerek geliyorlardı. Yanlarında da oğlu vardı. Aylardır ilk defa görüyordu,
onları. Önce dondu kaldı. Sonra devam etti. İyice yaklaştılar. Yanına kadar
geldiler. Sanem, oğluna göstererek :
“ Bak palyaço.”dedi.
Oğlan sevinçten çıldırmıştı. Koşarak yanına
geldi. Hayran hayran ona bakmaya başladı. Bütün hünerini gösterip, onu
güldürmeye çalıştı. Başarmıştı da. Oğlu kahkahalarla gülüp, zıplıyordu. Diğer
çocukları bırakıp sırf ona oynuyordu. Çocuk ta kendisi de yorulmuştu.
Gösterinin nihayetinde oğluna sarıldı. Sanem’le Rıza birbirlerine sarılmış
onları izliyorlardı. İşleri iyi gidiyordu, herhalde?
Oğluna sımsıkı sarılmış, yanaklarından öpüyordu.
Oğlu kahakahalarla gülüyor, o ise maskesinin arkasında ağlıyordu.
İşte ne olduysa o sırada oldu. Çocuk bir
hamlede maskesine asıldı, çekti. Çocuk değil mi işte muziplik yapmıştı. Maskesi
yüzünden sıyrılmıştı. Oğlu önce şaşkınlıkla yüzüne baktı, sonra sevinçle
haykırdı.:
“Anne bak. Yaşasın! Palyaço benim babammış.”
Sanem’le Rıza şaşkınlıktan donup kalmışlardı. O
da donup kalmıştı. Ve yüzü kıpkırmızı olmuştu. Utancından değildi mutlaka, ama
nedendi?
...
Bu öykünün tamamı Nisan 2015 tarihinde Kanguru Yayınları tarafından yayımlanan "Akvaryumdaki (Ba)balık" isimli kitapta yer almaktadır.
* Öykü ilk kez
Mart-Nisan 2002’de sanal dergi Dergi@Net’in 20. sayısında “Tiyatrocu” adı ile
yayımlanmış, “2.Gila Kohen Öykü Yarışması”nın seçki kitabı “Öyküler, Renkler”de
yer almıştır.
Subscribe to:
Posts (Atom)