26 September 2008

Adnan Özyalçıner’in, “3. İşçi Öyküleri Ödülü” için hazırladığı rapor:

“Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Ödülü Seçici Kurul Başkanlığına,

Elime geçen 184 öykü okunduktan sonra aşağıdaki sonuçlara varmış bulunuyorum:
Gelen öyküler, genel olarak bana zayıf göründü. Birçok yazar, işçi ve işçilik konusunu, anlattığı herhangi bir olaya dekor olarak kullanmış. Kimi de grev, sermaye emek çelişkisi, sendika, sigorta gibi konuları öykü içine yedirmeden, olay örgüsü dışında makale anlatımıyla toplumsal nutuklara dönüştürmüş. Dolayısıyla anlatılanlar, her ne kadar yarışma konusuna, belirlenen temaya uygun düşüyorsa da öykü olamamış. Bunları eledim. Bir de Hasan Cüneyd Boz-kurt’un Helios adlı 60 sayfalık öyküsünü kısa bir roman konumunda olduğu için derecelendirmeye almadım.
Öyküleri gözden geçirirken önce öykü olup olmadıklarına baktım. Dereceye girebilecekleri temaya uygunluğu, dili, anlatımı, kurgusu yönünden değerlendirdim.
...

Yayınlanabilecek düzeyde gördüklerimse şunlar:
86 İlkay Noylan- Kalorifer Petekleri, 64 Uğur Becerikli- Taş, 65 Uğur Becerikli-İndirim Zamanı, 47 Mehmet H. Yazıcı- Kış Halleri, 46 Mehmet Fırat Pürselim- Ölümün Ötesindeki Köy, 114 Ayten Kaya Görgün- Baban Tezek Kokardı, 89 Nermin Gürbüz-Kule İhsan, 97 İlkay Aydoğan- Kestane Ayıklamak Zor İş Arkadaş, 94 Perihan Taylan- Suç ve Tıkınma, 90 Tülin Çetin Bektaş-Eller, 92 Zekiye Yüksel- Kefillik, 93 Mevlut Kırnapçı – Beş Tireni, 106 Ahmet Taşcıoğlu- Bir de Devran Dönmese.”

12 June 2008

Dedem Dimitri ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı




Fotoğraf: 
Kemal Cengizkan

Dedem Dimitri


Çok sevinçliyim?!.. Doktora tezimin konusunu seçme zamanım yaklaştıkça uykularım kaçıyor, uyuyabildiğimde de kabuslar görüyordum. Ama işte, korktuğum başıma gelmemişti. Kolayca altından kalkabileceğime inandığım bir tez konusu almıştım. İçeriğini tam detaylandırmasam da ana başlık: Lozan Nüfus Mübadelesi.

Tez hocam Profesör Kevorkyan, “Bak hemşerim, bu konu çok yazılmış, çizilmiştir. Sakın kolayına kaçıp, baştan savma bir tez yazma. Hemşerimsin diye seni kayırırım sanma”demişti.

Üzme kendini hocam. Senin yüzünü kara çıkarmayacağım.

Tez hocam Kevorkyan olunca çok korkmuştum; Ermeni asıllı bu sevimli ihtiyar tarihte olan biten her şeyin hesabını ya benden sormaya kalkarsa diye…

Bu korkum da boşa çıkmıştı. Dünyanın bir başka ucunda, Kanada’da, gurbette köylüsüne rastlamış insanlar gibi kaynaşıvermiştik. Benim Türk olduğumu öğrendiği zamandan beri hep Türkçe konuşuyorduk. “Buralarda bu dili konuşabileceğim birilerini bulmak zor” diyordu. Göz kırpıp, “Haaa bak küçük hanım! Tezini de Türkçe yazmak yok, onu İngilizce yazacaksın” diye ekliyordu.

Kevorkyan, tez konum belirlendikten sonra, “Bunu kutlayalım,” dedi. Kutlama olur da hiç kaçırır mıyım? Birlikte Ontaria’daki bir Yunan tavernasına gittik.

Uzomuza eşlik eden mezelere hücum etmişken,

“Mübadelenin etnik esaslı olduğu söylenir, ama ilginç, farklı durumlar da var,” dedim.

Kevorkyan, “Ne gibi?” diye sordu.

“Gerçi Anadolu topraklarında yerleşmiş Rum-Ortodokslar ile Yunanistan topraklarında yerleşmiş Müslüman Türkler zorunlu göçe tabi tutuldular; ancak Yunanistan’a göç edenler arasında dini ortodoks olan, ama tek kelime Rumca bilmeyen ve İncilleri dahi Türkçe olan insanlar vardı. Bunlar önemli iddialara göre Selçuklulardan önce Anadolu’ya gelip ortodoks olan Türk boylarından idiler. Buna benzer durumlar Yunanistan’dan Türkiye’ye göç edenler arasında da var.”

Ben heyecanla kitabi, uzun cümleler kurup konuşurken, Kevorkyan kısa cümlelerle geçiştiriyordu. Ancak elinde olmadan benim sıkıcı ayrıntılara girmeme neden olacak sorular sorma tuzağına düşüyordu.

“Bu konuyu çok araştırmış değilim. Emin misin?” diye sordu.

“Herhalde yani hocam, ailem Mübadelede göç edenlerden.”

“Senin bir mübadil torunu olman tezin için büyük bir avantaj” dedi Kevorkyan.

Kitaptan konuşmaya devam etmeye niyetli idim; ancak hocamın yüzünde muhtemelen “Yahu küçük hanım, n’olur bu işkenceyi yapma bana… Buraya eğlenmeye geldik; sırası mı şimdi dersten, tezden konuşmanın?” diye düşünen bir adamın yalvaran ifadesini fark ettim ve son bir cümle ile konuyu kapatmaya karar verdim.

Ağzımda Ege mutfağının güzelim mezeleri, yüzümde özlediğim bir lezzete kavuşmanın mutluluğu, haklısınız anlamında başımı salladım. Uzoma uzanırken:

“Tarihin tekerleği her iki halkın üzerinden geçti. Tarihten, yüzlerce yıl bir arada yaşamış olmaktan, benzer kültürlerinden, ortak ezgilerinden, yemeklerinden, yaşam biçimlerinden kaynaklanan yakınlıkları vardı. Aslında aralarındaki fark, sadece rakı ile uzo arasındaki fark kadar“ dedim.

Bu sırada müzik grubu sahne almış, ezgisi ortak şarkılardan birini çalmaya başlamıştı.

« Sala sala, mes sti sala ta milisame
Na me paris, na se paro simfonisame. »

Melodiyi yakalayıp, en şirin halimi takınarak şarkıya Türkçe eşlik etmeye başladım.

« Bir dalda iki ceviz
Aramız derya deniz
Sen orada ben burada
Ne bet kaldı ne beniz. »

Kevorkyan da keyiflenmiş elindeki çatal bıçakla masaya vurarak tempo tutmaya başlamıştı.

***
Geç vakitte yurda döndüğümde gözümden uyku akıyordu.

Başımı bir an önce yastığa koymak için sabırsızlanırken başucumdan hiç ayırmadığım iki eski resme gözüm kaydı. Biri dedemle birlikte olduğumuz, ben küçükken çekilmiş bir resim. Diğeriyse iki genç erkeğin görüldüğü daha eski bir resim.  Bu sararmış resimde Selanik’te, arkalarında eski yazıyla Selanik Hatırası yazılı bez, Beyaz Kulenin önünde fotoğraf çektiren iki delikanlı yan yana poz vermiş objektife bakıp gülümsüyorlardı: Mehmet ve Dimitri. Mübadeleye tabi tutulan; biri Anadolu’dan, diğeri Yunanistan’dan göçe mecbur edilen iki ailenin çocukları.
  
Aslında dedem kendisini mübadilden saymazdı. “Ben köşeden döndüm, be evladimu. Mübadil denmez bana” derdi.

O zaman ben bunun ne anlama geldiğini anlayamazdım.

Yüklükte bir kutuyu karıştırırken bulduğum resimlerden birindeki iki delikanlının kim olduğunu sorduğumda da hep kaçamak cevaplar aldım. Ailenin diğer fertlerinden, ninemden, babamdan, annemden de aldığım cevaplar hep aynı türdendi. Gençlerden biri dedem, diğeri eski bir arkadaşıydı.

Aslında dedemin ara sıra dalıp gitmesinden, yalnız kaldığı zamanlarda mırıldanıp, iç çekmesinden bir şeyler anlamalıydım. Gerçi bir şeylerden kuşkulanmıyor da değildim.

Dedemin o müthiş sırrını öğrendiğimde on beş yaşımdaydım. Benim artık bu sırrı öğrenme ve saklama yaşımın geldiğini düşünmüştü herhalde. Ninemle birlikte bahçede otururken aniden “Bak sana ne anlatacağım,” diye başladı. Önce şaka yapıyor zannettim. Şakası hiç eksik olmazdı zaten. İnanmadım, üsteledim. Ancak ninem de hikayeyi doğrulayınca ikna oldum. Öğrendikten sonra da defalarca dinlesem de gizemli bir masal gibi usanmadan, yeniden anlattırdım.

O yaşta bir kız çocuğu için heyecan verici, matrak bir hikaye idi. Çarpılmıştım. Günlerce ağzım açık dolaştım. Dedemin peşinden ayrılmıyor, hayran hayran onu izliyordum. O benim için aşkı uğruna inanılmaz bir macerayı göze alan bir kahramandı.

 “Anlatsana be dede,” derdim.

“Ne anlatayım be evladimu? Kaç kere anlattım, dinlemekten usanmadın mı?” dediğinde “Anlat işte!” diye üstelerdim.

Dedem önce nazlanır, sonra ilk kez anlatıyormuşçasına bütün ayrıntılarıyla hikayesine başlardı.

***
Yeni bir hayata başlamak hiç kolay değildi. Hele bildik güzel bir memleketi bırakıp, bilinmedik yeni bir geleceğe doğru zorunlu bir yolculuğa çıkmak…

Bütün göç hikayelerinde hüzün vardır. İnsan köklerinden, sevdiği topraklardan, komşularından kopmak istemez.

Göçmek...Göç...Hicret...Daha da ötesi hicran.

Yahu ben, öyle dindar falan da değildim. Kiliseye gitmiyorum diye köyün papazıyla papaz olmuştum.

Helenikayı da bilmezdik be yavrumu.

Yunanistan’a göçtüğümüzde şaşkındık.

Günün birinde zabitler kapımıza dayandılar. Sizi Yunanistan’a göndereceğiz, buraya da oradan Müslümanlar gelip yerleşecek; toparlanın, hazır olun dediler. Ama niye, biz memleketimizden memnunuz; burada Hıristiyan, Müslüman hep birlikte yaşarız; aramızda hiç kavga gürültü olmaz; birbirimizi severiz sayarız dedik. Zabitler, bizi dinlemediler; biz bilmeyiz emir böyle dediler.

Yanınıza fazla bir şey almayın; hayvanlarınızı, taşıyamayacağınız eşyaları ya satın, ya da komşularınıza bırakın demişlerdi.

Önce inanmadık, olmaz böyle şey dedik; ancak iş ciddiydi. Yavaş yavaş toparlanıp, hazırlandık. Evimizi, bağımızı bahçemizi, pınarlarımızı, hayvanlarımızı, o senenin hasadından arda kalan ürünümüzü, ecdadımızın kabirlerini arkada bırakıp; komşularımıza veda edip, ağlaya sızlaya yanımızda götürebileceğimiz eşyalarımızla yola çıktık.

İlkin katırlarla, arabalarla köyden Mudanya’ya indik. Oradan vaporla Tekirdağ’a gittik.  Orda da biraz eğleştik. Sonra trenle Selanik...

Güzelim memleketimizi bırakıp yaban ellere gelmiştik.

Selanik’ten bizi bir kasabaya gönderdiler. Müslüman bir ailenin evine yerleştirdiler. İki katlı bir evdi. Evin bir katını boşalttılar. Bir katında onlar oturuyorlardı, bir katına da biz yerleştik.

Uzun süre birbirimize alışamadık. Selam sabahın dışında pek bir şey konuşmuyorduk. Konuşmamamızın sebebi dilimizin farklı olduğundan değildi. Bizimkiler Türkçe dışında bir dil bilmiyorlardı zaten. Onlarsa Türkçeden başka konu komşudan öğrendikleri kadarıyla çat pat Urumca da konuşuyorlardı.

Mutfağımız, banyomuz, helamız ortak idi. Evin içinde su yoktu. Bahçedeki kuyudan kovalarla taşıyorduk.

Geldiğimizin ikinci günüydü. Anam elinin altında buyuracağı beni bulmuş olacak ki elime bir kova ile bir güğüm tutuşturdu. Kuyunun yerini öğreniver de şunları doldurup getiriver, dedi. Elimde kovayla güğüm bahçeye çıktım. Kuyunun yerini sorabileceğim karşıma çıkan ilk kişi yandaki evin küçük kızı idi: Ayşe, bizim yerleştiğimiz evin hanımının kız kardeşinin kızı…

Karşı karşıya gelince birbirimize bakakaldık. Konuşamadım önce… İnsanın içine bir görüşte sevda ateşinin düşmesi buymuş meğer…

Toparlanıp kuyunun yerini sordum. “Gel benimle, seni götüreyim”, dedi. Meyve ağaçlarının arasından geçtik. Büyükçe bahçenin bir köşesindeki kuyuya gittik. Bana yardım etti. Kuyunun başındaki kovayla çektiğimiz suyu benim götürdüğüm kovaya, güğüme doldurduk.

Bahçedeki ağaçtan kopardığı iki incirin birini bana verdi.

“Şu incir ağacını kıskanıyorum biliyor musun?” dedim.

“Niye?” diye sorduğunda, “O kadar sağlam kökleri var ki onu toprağından söküp başka bir yere dikmek imkansız,” dedim. “Oysa biz!?..”

Gözlerine baktım. Merakla bana bakan, hayatımda gördüğüm, görebileceğim bu en güzel gözlerde hüzün vardı.

“Biz de kendimizi toprağımızda köklü zannediyorduk, ama koparıldık. İşte şimdi buradayız,” diye devam ettim.

Bana hak veren bir ifade ile başını salladı:

“Kuşlar bile istediği dala konar. Sen bu dala konma, şu dala kon denebilir mi?” dedi.

O günden sonra Ayşe’yi görebilmek için kuyudan su taşıma işini gönüllü olarak üstlendim. Ayşe de öyle. Su taşımak bahanemiz, kuyunun başı buluşma yerimiz oldu. Haliyle de evimiz hiç susuz kalmadı.

Bir süre sonra aileler birbirine alıştı. Kaynaştık. Farklı toprakların insanları olsak da aynı kaderi, aynı evi paylaşan iki aileydik sonuçta. Daha önemlisi hepimiz mağdur olan taraftaydık.

Bazı akşamlar aynı evin içinde birbirimize misafirliğe giderdik. Konu hep memleket hikayeleriydi.

Bizimkilerin hali haraptı… Memleketimizden ayrıldığımıza, doğduğumuz büyüdüğümüz, sevdalandığımız toprakları belki de bir daha hiç göremeyeceğimize hala inanamıyorduk. Onlarsa bizi avutmaya, gönlümüzü almaya çalışıyorlardı; ama yakın bir zamanda aynı akıbetin onların da başına geleceği akıllarına gelince üzerlerine bir hüzün çöküyordu.

Halimiz haraptı, ama onların durumu da bizden farklı değildi. Ayrılık günleri yaklaştıkça kara kara düşünüyorlardı.

Ayşe’nin babası komşumuz Salim Aga’ya bir haller olmuştu. O koca gövdeli, sert görünüşlü adam yumuşamış, dokunsan ağlayacak bir halde geziniyordu. Sabah erkenden, gün ağarmadan evinden çıkıyor; önce camiye gidip namazını kılıyor, sonra da dağ tepe dolaşıyordu. İlkin bahçesinde dolanıyor; ağaçlarına bakıyor, sarılıyor okşuyor; kümesindeki, ahırındaki hayvanlarına, ineklerine, eşeğine tavuklarına bir şeyler söylüyordu. Sanki onlarla vedalaşıyordu. Sonra da dağ tepe gezmeye başlıyordu. Karacaova’da sarılıp, okşamadığı, vedalaşmadığı tek bir ağaç kalmamıştı.

Ben, o vakitler on dokuz yaşındaydım. Onların da Mehmet isimli ben akran bir oğulları vardı. Arkadaşları ne demekse ona Şuşut Mehmet derlerdi. Lakabı öyleydi. Boyumuz posumuz, yüzümüz birbirine pek benzerdi.

Benim ilk görüşte sevdalandığım komşu kızı Ayşe, evin oğlu Mehmet’in teyzesinin kızı idi.

Zamanla Mehmet’le iyi ahbap olmuştuk. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyordu.

Sık sık yaptığımız gibi bir gün yine kaçamak yapıp, mahalledeki diğer arkadaşlarımızla, Kokoz Ali, Burunsuz Yorgo, Baydak Salih’le birlikte Selanik’e gittiğimizde ırakı içip, çok sarhoş olduk. Yol üstünde rastladığımız bir şipşakçıda Mehmet’le ikimiz resim çektirdik.. Sana gösterdiğim bir resim var ya, o resmi işte… Beyaz Kule’ye yakın bir yerde denizin kenarına oturduk.

Saatin ilerlediğine aldırmadan tatlı bir muhabbetin koynuna bırakıverdik kendimizi. Mehmet, bir türkü tutturdu. Sonra ağlamaya başladı. Sarhoşluk işte. Meğer kara sevdalı imiş. Komşu köyden bir Hıristiyan kızını severmiş. Adı Eleni imiş. Ben de Mehmet’in teyzesinin kızına, Ayşe’ye gizliden sevdalanmıştım, ama açık etmiyordum.

Efkar dağıtmaya gitmiştik, ama iyice efkarlandık.

O gece eve döndüğümüzde aklıma bir cin fikir geldi: Mehmet’le kimliklerimizi değiştirecektik.

Ben Mehmet’in ailesiyle memlekete geri dönecektim, Mehmet de benim kimliğimle Dimitri adını alarak Yunanistan’da kalacaktı; böylece hiç kimse memleketinden ve sevdiğinden ayrılmayacaktı.

Sevda ateşi yüreğe düşünce akıl senelik izne çıkarmış, ama benim kafam çalışmıştı be yahu…

Mehmet’in bu fikri seveceğinden nerdeyse emindim. Eleni’den ayrılmak istemezdi. Ailesini de ara sıra görmeye gelirdi. Ya ben? Niyetim sadece Mehmet’e kıyak yapmak değildi. Anamdan babamdan, kardeşlerimden ayrılmak kolay değildi, ama öbür tarafta da Ayşe’ye olan sevdam, daha da ötesi memleket hasreti vardı. Kafam karmakarışıktı.

Ertesi sabahı zor ettim. Sabahın köründe Mehmet’i uyandırdım; planımı anlattım. Önce anlamsız anlamsız yüzüme baktı, olur mu gibilerinden.

“Yahu, dedim biz birbirimize benzemiyor muyuz? Yaşlarımız da aynı sayılır. Bizi tanımayan kim bilebilir ki benim Dimitri, senin de Mehmet olduğunu? Yeter ki
ailelerimizi ikna edelim; onlar he derse bu iş olur.”

“Delilik ulan bu!” dedi.

“Tamam, be biraderim, biz de delikanlı değil miyiz zaten!”

“Peki ya ailelerimiz; sen ailenden ayrılabilecek misin?” dedi Mehmet.

Ayrılmak zordu, ama başka çözüm yoktu ki.

“Yahu Mehmet, gurbete çalışmaya gitsek ya da askere gitsek ailemizden ayrılmayacak mıyız?.. Ne farkı var ki?” dedim.

Mehmet, ikna olmuş gibiydi. Sen ne uyanıksın, der gibi baktı:

“Alavere dalavere…fan fini fiston fistana…” dedi ve güldü.

Sırtıma muzırca vurduktan sonra,

“Bak bu işi yapacaksak senin de sünnet olman lazım. Ne olur ne olmaz, önünde askerlik falan olacak, sünnetsiz olduğun fark edilirse başın derde girer,” dedi.

Gırgır geçme der gibi gülmüştüm, ama o sıralarda yapılan bir sünnet düğününde sünnetçiyi ayarlayıp gizliden beni sünnet ettirdi. Eee tabii kolay olmadı. Kimseye çaktırmadan idare etmek daha zordu.

***
İki ailenin bir araya geldiği bir akşam konuyu açtık. Herkes şaşırmıştı. Önce itirazlandılar. Ama Mehmet’le benim kararlı olduğumuzu görünce çaresiz kabullendiler.

Bir sabah erkenden kalktık. Ayrılık zamanı gelmişti… Mehmet, at arabasını hazırladı. Birkaç kap kacak, yatak döşeği, denklerimizi arabaya yükledik. Ayşe, bir daha böyle güzel şeftali bulup yiyemeyiz diye bir sepet rodakino almıştı yanına.

Yorucu bir yolculuktan sonra Selanik’e geldik. Bizi götürecek vaporu beklerken, birkaç gün eğleştik.

Ayrılık zor oldu. Mehmet’in ailesi, iki teyzesinin aileleriyle vapora, meşhur Gülcemal’e binip İzmir’e geldik.

Böyle olmasını ben istemiş ve planlamıştım, ama garip duygular içindeydim. Hem seviniyor, hem hüzünleniyordum; yüreğimde anaforlar vardı. Memleketime yeniden kavuşmuştum, sevdalandığım kızla beraberdim; ama geride öz ailemi bırakmıştım. Anamı, babamı, kardeşlerimi bir daha ne zaman görebilecektim?  Ayrılık-kavuşma, kavuşma-ayrılık; her şey iç içe idi.

Mehmet’in ailesi, daha doğrusu benim yeni ailem nereye yerleşeceklerini bilmez, kararsız haldeydiler.

Bir süre oradan oraya dolandırıldıktan sonra Ayşe’nin ailesiyle aynı kasabaya yerleştirildiler. Bir ay onlarla kaldım. Mehmet’in kimliği ile güvendeydim. Kendi köyüme gidemezdim. Tanınır, yakalanır, yeniden Yunanistan’a gönderilirdim.

Sık sık Mehmet’in ailesini ziyaret ediyordum.

İşin ikinci safhası benim için daha da zordu. En az yüz okka çeken, her zaman ciddi ve sert görünümlü olan Salim Aga’dan kızını istemek kolay iş değildi.  Bir gün ziyaretlerine gittiğimde Ayşe’yi babasından istedim.

Ortalık yeniden karıştı. Ama beni seviyorlar ve aileden sayıyorlardı. Biraz nazlandıktan sonra Ayşe’yi bana vermeyi kabul ettiler. Böylece kağıt üzerinde Mehmet teyzesinin kızı Ayşe ile evlenmiş oldu.

***
“Yaaa, dede kafam karıştı. Kim Dimitri, kim Mehmet?”

“Yahu be evladimu, ne var karışacak! Ben Dimitri idim, Mehmet oldum; Mehmet de Dimitri oldu. Mehmet memleketinde kaldı, ben de memleketime geri döndüm.”

“Offf, yine çok karışık. Peki sonra?”

“Sonrası işte, bildiğin gibi… Büyük aşkımla, Ayşe ninenle evlendim, çocuklarım oldu, güzel torunlarım oldu.”

Nineme baktım. Bizim konuşmalarımızı dinlerken tebessüm ediyordu. “Canım ninecim, tontoşum,” diye sarıldım.

“Peki ya gerçek Mehmet’e ne oldu?”

“Uzun zaman birbirimizden haber alamadık. Zor zamanlardı…

Bir gün bir adam geldi bizim oraya. Dükkandaydım… Adım Dimitri, dedi. O kadar sene birbirimizi görememiştik, ama hemen anladım. Sarıldık birbirimize...Eleni’yle evlenmişti. Yanında karısı ve oğlu vardı. Bak, dedi karısını ve oğlunu gösterip, kaldığım iyi olmuş değil mi, dedi.

Eve götürdüm. Ayşe nineni, teyzesini, anasını babasını, kardeşini görünce ağlamaya başladı. Sarılıp, karşılıklı ağlaştılar.

Sonra ara sıra mektuplaştık. Birbirimizden haber aldık. Bir ara mektupların arası kesildi. Karısından mektup aldık. Meğer Alman işgaline karşı komitacılarla birlikte dağa çıkıp direnişe katılmış. Yaralanmış.

Seneler sonra yine çıkıp geldi. Bu sefer yanında beş yaşında bir kız çocuğu da vardı. Almanları, vatanımızdan kovduk, dedi gururla. Gömleğini sıyırıp yara izini gösterdi.

Sonra bir süre haber alamadık. İç savaşta başını yine belaya sokmuş. Faşistlerin eline düşmüş, hapse atılmış. Daha sonraları birkaç kere anası babası kardeşi de görmeye gittiler. Ben gidemedim.”

“En son ne zaman görüştünüz, dede?”

“Albaylar Cuntasının iktidarda olduğu sıralardaydı oğlundan bir haber aldık. Bu kadar rezalete dayanamıyorum, diyormuş. Bir sabah kalp sektesinden vefat etmiş. Ölmeden önce de benden söz edermiş. Epeydir görüşemedik diye… Allah rahmet eylesin.”

***
Ha Mehmet, ha Dimitri ne fark eder ki? Dedem dedemdi işte… Aşkı uğruna muhteşem bir macerayı göze alan bir kahramandı benim için. Hem nineme, hem de memleketine, doğduğu topraklara sevdalı biri!.. Ya öbür Dimitri !? O da bir kahramandı. Evlendiği kıza sevdalı; doğduğu, vatan saydığı toprakları işgalcilere karşı savunmuş, halkının mutluluğu için mücadele etmiş bir kahraman.

Ah dedecik sağ olsan ne çok sevinirdin senin o müthiş maceranın doktora tezi konuma ilham verdiğine…


Haziran 2008, İstanbul- Kozyatağı

(Bu öykü, ilk kez 2009 yılında Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından yayımlanan Mübadele Öyküleri seçki kitabında yer aldı.) 



Kadir Yüksel yazmış:


"Mehmet Hakkı Yazıcı’nın üçüncü öykü kitabı Yaşam Annemin Hatırladıklarıysa. 



Geniş bir zaman dilimine ve coğrafyaya, tarihsel arka yapıya oturtuyor öykülerini. Kitapla aynı adı taşıyan öyküde darbelerin içine yol alıyoruz. Darbelerin yıkıntılarıyla bellek yitimine uğrayan bir annenin trajik boyutlu öyküsünü okuyoruz. Bir başka öyküde mübadele günlerine götürüyor bizi yazar, bir başkasında 6-7 Eylül olaylarına. Yaşamın ağır yanlarını anlatıyor Mehmet Hakkı Yazıcı, acılardan, kayıplardan, ölümlerden, baskılardan söz ediyor ama aşksız, umutsuz bırakmıyor bizi, bütün sıkışmışlığımıza rağmen. Öykü dilindeki ironiden, gülümseten bakıştan mutlaka söz edilmeli. Akıcı, yalın bir anlatımı var öykülerin. Sahiciliği hiç zedelemiyor, kolay iletişim kuruyor okuyucusuyla."




















* Bu öykü, ilk kez 2009 yılında Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından basılan "Mübadele Öyküleri" isimli kitapta yer almıştır.

19 March 2008

karikatür & edebiyat


Fyyyatma



Fyyyatma


Güzel bir gündü; havada tatlı bir serinlik vardı. Bu küçük Ege kasabası bahar başlangıcını yaşıyordu; günlerce süren yağmurun arkasından güneşli bir güne gözlerini açmıştı kasabalılar.

İstasyonda duran yorgun tren yolcularını boşalttıktan sonra uflayıp puflayarak yeniden yola koyulmuştu. Trenin gidişiyle istasyonu dolduran kalabalıktan kısa bir süre sonra eser kalmamıştı; yolcular, yakınlarını karşılayanlar, seyyar satıcılar, faytoncular hepsi birden yok olmuşlardı.

Fötr şapkalı, papyonlu, ince bıyıklı, orta yaşlı bir adam, bir süre elinde küçük tahta valizi, koltuğunun altında keman kutusuyla ayakta dikilerek etrafı süzdükten sonra kasabanın içine doğru yürüdü. İlk defa geldiği bu Ege kasabası da diğerlerine benziyordu. Mübadelede el değiştiren eski Rum evleri mimariye damgasını vurmuştu. Yol boyu sıralanan ağaçlar bahar çiçekleriyle bezenmişti. Kasaba meydanında küçücük bir kaidenin üzerine oturtulmuş Atatürk büstü, meydanın arkasında kasabanın en görkemli binası olan kaymakamlık, hemen yanında ise büyükçe bir park vardı. Görkemli ağaçları burasının çok
eski bir park olduğunu belli ediyordu.

Adam, sol elinin baş parmağı yeleğinin köstekli saatinin bulunduğu cebinde, yavaş yavaş çarşı içine doğru yürüdü. Ortalığı ışıl ışıl aydınlatan güneş aniden bir bulutun arkasına girdi. Bu aylarda sık yaşanan bir bahar sürprizine, yağmura yakalandı; ufak yağmur taneleri düşmeye başlamıştı. İlk gördüğü kahvehaneye girdi; cam kenarında bir masaya oturdu. Kirli camdan çarşıdan gelip geçenleri görebiliyordu. Yağmur biraz daha hızlanmıştı. Sokaktakiler telaşla kaçışmaya başladılar. 

...

Bu öykünün tamamı Nisan 2015 tarihinde Kanguru Yayınları tarafından yayımlanan "Akvaryumdaki (Ba)balık" isimli kitapta yer almaktadır.



20 February 2008

Aşkı Tiyatro ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı


















Aşkı Tiyatro



“Ama beyaz cam bizi çağırıyor abi,” dedi İsmet elindeki zarları attıktan sonra.  Bunları söylerken kafasını tavladan kaldırmamıştı bile…

Ortaköy’deki kahvelerden birinde oturuyorlardı. İsmet bir yandan Orhan’la tavla oynuyor, bir yandan da laflıyordu. Rıza sandalyeye ters oturmuş onları seyrediyordu.

“İçine ettiniz be sanatın, tiyatronun. Ne oldu bizim ideallerimize?” diye çıkıştı Fuat.

“İdeallerimize bir şey olduğu yok, abi. Aç mı kalalım, işportacılık mı yapalım?”

Kızdı :
“Hadi siz oyununuza devam edin. Ben gidiyorum.”

İşportacılık, tezgahtarlık yapsınlardı. Pazarda limon satsınlardı, ama sanata ihanet etmesinlerdi. Beşiktaş’tan Taksim’e çıktı.  Eski bir tiyatro salonunun önünden geçti. Uzun süredir kapalıydı. Şimdi bilardo salonu olmuştu. Yahu ne olmuştu böyle? Eskiden ne çok tiyatro salonu vardı. Sinemalar pasaj, tiyatro salonları bilardo salonu oluyordu. Kültürsüzlük,  köşe dönmecilik toplumun her kesiminde egemen unsur olmuştu.

Eve giderken bir seyyar satıcıdan  incir aldı. Birini soyup yemeye başladı. Satıcının incirleri koyduğu gazeteden yapılmış kesekağıdının üzerinde Mahir Canova ile yapılmış bir söyleşi vardı. “Şairler reklam ajanslarına metin yazarı olarak, öykücüler TV dizileri yazarlığına, eleştirmenler dolarize maaşlı özel akademi “hocalığı” na ve tiyatrocular dizi oyunculuğuna, showman’liğe, sunuculuğa “intisab” ederek hayat yollarında yükselme boyutunu yakalamaya çalışıyorlar.” diyordu.

“Ağzına sağlık, üstadım. Tam da benim şu anda düşündüklerimi söylemişsin. En önde gidenler kuşkusuz bizim tiyatrocu inekler.” diye mırıldandı. Bir duvarın üstüne oturup kesekağıdını iyice açıp okudu.:

“Beyaz camın karşı konulmaz çağrısına ve büyük servet tekliflerine karşı koyamayan tiyatro efradı, yazarından, oyuncusuna, kostümcüsünden, ışıkçısına TV kanallarının yolunu tutup, sanatı reddedip maskaralığı seçmişlerdi. Ülkenin tiyatro salonları terkediliş ve çöküntüyle yüzyüze gelmişlerdi.”

Bunları düşünerek yokuşu indi.

Eve geldiğinde ter içinde kalmıştı. Sıcak, nemli bir hava vardı. Merdivenleri uflayarak ağır ağır çıktı. Apartmanın girişinde Madam Eleni ile karşılaştı. Selamlaşıp hal hatır sordular, birbirlerine.“İşte toplumdaki negatif seleksiyonun bir tezahürü” diye düşündü.

Eskiden kadıncağız bütün bu apartmanın sahibiydi. 6-7 Eylül Olaylarından sonra çocukları Yunanistan’a göçmüş, kocası ve o, doğup büyüdükleri, sokakları, insanları ve kültürü ile özdeşleştikleri İstanbul’u terkedememişlerdi. Onlar için İstanbul ve Türkiye vatanları, Yunanistan ise yabancı bir ülke idi. İstanbul’un her köşesinde anıları vardı, Madam Eleni’nin. Atina’ya yerleşen çocukları yılda bir iki kere ziyaretine gelirlerdi. Bu gidiş gelişler her sene biraz daha seyrelerek yapılır hale gelmişti. Malum iş, güç, çocukların okulu filan gibi mazeretlerle...Hele kocası da ölünce Madam Eleni yapayalnız kalmıştı. Arkasından maddi sıkıntı da gelince Madam Eleni apartmanı köşedeki Elazığ’lı bakkala haraç mezat satmıştı. Şimdi eskiden sahibi olduğu apartmanın kiracısıydı. Ama duruşundan, hanımefendiliğinden zerre kadar ödün vermemişti.

Kapının zilini çaldı. Açan olmayınca anahtarla kapıyı açıp içeri girdi. Sanem evde yoktu. Çocuk da okuldan henüz gelmemişti.

“Negatif seleksiyon.” , ” Beyaz cam bizi çağırıyor, abi.” ...Bu iki laf diline takılmıştı. Koltuğa yığılıp ayakkabılarını çıkardı. İçeri odalardan koşarak gelen Fındık, zıplayarak kucağına çıktı. Yüzünü gözünü yalamaya başladı. Fındık oğlunun köpeğinin adıydı. İttirerek kucağından indirdi.Televizyonu açmak için uzaktan kumandasını arandı. Vazgeçti. Televizyonu sanatı erozyona uğratan bir araç gibi görmeye başlamıştı. Sinemaları, tiyatro salonlarını, komşu gezmelerini hatırladı tek tek.

“Ulan beyaz cam, toplumsal olan her şeyi yok ettin. “ diye söylendi.

Ayakkabılarını tekrar giydi. Ayağa kalkıp televizyonu kucakladı. Kapıyı açıp yavaş yavaş merdivenlerden indi. Madam Eleni’nin kapısına gelince zili çaldı. Yaşlı kadın kapıyı açtı. Bütün zerafetiyle gülümseyerek “Buyrun, Fuat Bey?” dedi.

“Madam Eleni bu televizyonu biz pek seyredemiyoruz. Vaktimiz olmuyor. Çocuğun da dersleri var, malum. Çalışmasına engel olmasın istiyoruz. Bari bir işe yarasın, size verelim.”

Kadıncağızın sevinçten gözleri ışıldadı.:

“Ah, çok mersi. Çok zarifsiniz.” dedi.

İçeri girip televizyonu kurdu. “Ulan beyaz cam bir işe yara bari,” dedi içinden. Belki bu televizyon kadıncağızın yalnızlığına çare olur, onu oyalardı.


***

Sanem’in bu kadar tepki göstereceğini hiç beklemiyordu. Hele ufaklığın “Anne ben çizgi film izleyecektim.”diye zırlaması?! Hiç ses çıkartmadan dinledi bütün söylediklerini.

Sanem mutfakta yemek için soğan doğrarken hem ağlıyor, hem de bağıra bağıra konuşuyordu.:

“Sen bu evde yalnız yaşamıyorsun... Nasıl bizim tercihlerimizi hiçe sayarsın...Bıktım artık senin takıntılarından...Bu memlekette tiyatro sanatı bir tek sana kalmıştı, sanki... İyice manyaklaştın son zamanlarda.”

Ufff…Makineli tüfek gibi ne çok şey sıralamıştı.Gözlerinden akan yaş soğandan mı, yoksa üzüntüden mi akıyordu, anlayamamıştı. Ne vardı ki bu kadar kızacak?

Çok kırılmıştı. Başkası söylese bu kadar kırılmazdı. Tiyatro sanatını yüceltme mücadelesini birlikte verdikleri, karısı, can yoldaşı bunları söylüyordu. Her şey bitmişti, o zaman. Yenilgiyi kabul etmek gerekiyordu.

Yatağa erkenden yatıp kafasına yorganı çekti. Hava zaten sıcaktı, ter içinde kalmıştı. Düşünceler uykuya dalmasına engel oluyordu. Fındık’ın ayakucundan  yorganın altına girdiğini farketti. Sürünerek yatağın başucuna kadar geldi. Başını göğsüne koydu. Yüzünü öper gibi yaladı. Göz göze geldiler. Mahsun, şefkatli bir ifadeyle, “Sen haklısın, ama boşver, üzülme” mi demek istiyordu?

***

Sanem, Üsküdar Amerikan Koleji’ni bitirmişti. İçlerinde bir tek o, ingilizce  okuduğunu anlayabiliyordu.

İngiltere’den bir arkadaşlarına rica ederek getirttikleri Türkçede yayınlanmamış Stanislavski’nin, Brecht’in kitaplarını  Rıza, Sanem ve o, soba başında, sabahlara kadar, demledikleri çayı içerek, satır satır okuyarak ezberlemişlerdi, adeta.

Konservatuvarı da birlikte bitirmişlerdi. Sınıfın en parlak öğrencileri idiler. Yaz tatillerinde İngiltere’ye gençlik kamplarına gidip, çilek toplamışlar, dönüşte biriktirdikleri paralarla Londra’ya uğrayıp en gözde tiyatro oyunlarını seyretmişlerdi. Bunu aşağı yukarı bütün öğrencilik yıllarında, hacca gider gibi, kutsal bir görev olarak, her sene tekrarlamışlardı.

Sanem’le zaman içinde oluşan duygusal beraberliklerinin temelinde de ikisinin bu tiyatro sevgisi vardı. Hayatında sadece, ama sadece iki şey vardı: Sanem ve tiyatro. Sanem’i sevdiğini ve evleneceklerini söylediğinde Rıza  şaşırmıştı. “Çok sevindim.” demişti. Ama söyleyişinde bir tuhaflık vardı. “Sevindim.” diyordu, ama hiç sevinmemiş, hatta üzülmüş gibi bir hali vardı. Yoksa o da mı Sanem’i seviyordu? Pek üstünde durmamıştı. Olsaydı söylerdi diye düşündü. Sanem, Rıza ve o, en yakın arkadaşlardı. Onlar bir takımdı. Tiyatro sanatının birer neferi idiler.


***

Sanem’le bir hafta hiç konuşmadılar. Aynı evin içindeydiler, ama konuşmuyorlardı. Sanem geç geleceği, bir yere gideceği zaman haber vermiyordu. Bütün bu süre içinde pek dışarı çıkmadı. Suratında bir karış sakal olmuştu. Sabah kalktığı gibi yatıyordu geceleri.

Sıkıntıdan  tek başına Gogol’ün “Bir Delinin Hatıra Defteri”ni oynamaya başladı. Zaten tek kişilik bir oyundu. Genco Erkal ne kadar güzel oynardı? “İyi ki Genco Erkal gibiler var.” diye düşündü.Onun tiyatrosu da kapanmış, kitapevi olmuştu. “Hiç olmazsa kitapevi oldu. Bilardo salonu olmasından daha iyi.”diye mırıldandı.

Bütün teksti ezbere biliyordu. Kendini iyice oyuna verdi. Teksti eline alıp başlıyordu:

“Bugün önemli bir olay geçti. Hayli geç kalktım bu sabah. Hizmetçim Mavra dışarıda fırçaladığı ayakkabılarımı getirince saati sordum. 10’u çoktan geçmiş olduğunu duyunca aceleyle kalktım, giyindim. Doğrusu bu saatten sonra daireye gitmesem daha iyiydi…”

Prova yapar gibi bir gün içinde defalarca oynuyordu. Her defasında daha iyi oynadığına inanıyor ve kendi oyununa hayran kalıyordu.”Genco Erkal kadar olmasa bile iyi oyuncuyum.”diye düşündü.

”İşte tiyatro bu, ulan!” diye bağırdı.

İçinden :

“Yoksa ben de Gogol’ün kahramanı  gibi  yavaş yavaş kafayı sıyırıyor muyum?” diye düşündü  ve güldü. “ Yok canım, daha neler.”


***

Kim kime küsmüştü? O haklıydı. Sanem, tiyatro sanatına ihanet etmişti. Tıpkı Rıza ve diğerleri gibi. Her şeyi affederdi, ama bunu asla.

Bir haftanın sonunda koridorda karşılaştıklarında Sanem ilk kez konuştu.:

“Sen” dedi, “Bu evin nasıl döndüğünün farkında mısın, yoksa sandığımdan da mı  fazla salaksın?”

Güzel iki çift laf edecek sanmıştı. Ama yine makineli tüfek gibi içindekileri kusuyordu. Bu sefer ağlamıyordu.

“Ben artık dayanamıyorum. Günlerdir ve hatta aylardır şu evin geçimine katkıda bulunacak tek bir gayretin yok. Seni hayal dünyandaki tiyatronla başbaşa bırakıp Aynur’a gidiyorum.”

Yarım saat içinde ufak tefek eşyalarını toplayıp, oğlunu da yanına alıp kapıyı çarparak çıktı.

Bir süre şaşırmış bir halde, elleri cebinde, ayakta salonun ortasında kalakaldı. Aile fertlerinden bir tek Fındık kalmıştı. O da sanki onu teselli etmek istercesine, paçasından geçirdiği dişleriyle pantalonunu çekiştirip oyuna davet ediyordu.

Köpeğe bakıp “Biz de seninle ortaklaşa bir tiyatro oyunu yazalım mı?” Gülüp, köpeğin başını okşadı. Tiyatro metninde o gün çalıştığı bölüm aklına geldi :

“Köpeğe baktım: ne işti bu! Doğrusu bir finonun insanca konuşmasına şaşırmadım desem yalan olur. Sonradan durumu kavrayınca hayretim geçti….Her şey olabilirdi ama köpeklerin yazı yazdığını hiç duyamıştım! Yazı yazmayı insanlar bile doğru dürüst beceremiyor, ancak soylu kişiler bu işin altından çıkabiliyor…”

***

Onbeş gün Sanem’le birbirlerini aramadılar.

Gogol’ün oyununu oynamaya devam ediyordu.

 “Bugün Çarşamba olduğu için umum müdürün odasında çalıştım. Mahsus erkenden geldim, ne kadar kalemi varsa hepsini yonttum…”

Kusursuz oynayabilecek hale gelmişti.

“Şube müdürümüze fena halde içerledim. Kaleme gelir gelmez beni çağırdı,
-Nedir bu halin? Diye başladı muştalamağa.
-Ne gibi? Bir şey yaptığım yok, dedim.
-Daha ne olacak be! Kırkını geçmiş adamsın, kafanda kavak yelleri esecek zamanın çoktan geçti. Kendini dev aynasında gördüğünün, maskaralıklarının farkında değilim sanıyorsun galiba: müdürün kızına kur yapmak neyine senin! Kendine gel; ne olduğunu düşün bir kere: sıfırsın, sıfır! Beş parasızın biri…Onu da bırak, aynaya bak-yeter.”


***  

Bir gün o balkonda oturmuş bir yandan Gogol’ün tiyatro metnini okuyup, bir yandan da dışarıyı seyrederken Sanem gelip birkaç parça eşyasını daha alıp gitti. Ama hiçbir şey konuşmadılar. Kapıyı çarpıp çıktıktan biraz sonra zili çaldı. Açtığında bir şey söylecek sandı. Yine bir tek söz söylemeden köpeği de alıp çıktı.

Arasıra oğlan okul çıkışı uğruyordu. Bir keresinde “Baba biz ne zaman eve geri geleceğiz?” diye sordu.

“Bilmiyorum oğlum, annene sor.” diye cevap verdi.

Sanem’in öfkesi günün birinde biter, geri döner diye düşünüyordu. Onu hiçbir zaman affetmiyecekti. Rıza’yı anlıyordu. Ama Sanem’in, hayatını, ideallerini paylaştığı bir insanın düşünceleri, söyledikleri onu yıkmıştı.
                                                          

***

Yalnızlık duygusu iyice içine oturmaya başlamıştı. “Köpeği bari almasaydılar” diye hayıflandı. Kapının zili çalmıştı. “Hah” diye düşündü içinden.”İşte dayanamayıp geri döndüler.” Nazlana nazlana, ağır ağır yürüyerek kapıyı açtı. Kapıcıydı. Altın dişlerini göstererek sırıtıyordu. Sanki her şeyin farkında ve bir tiyatro oyununun sonunu merak eden bir seyirci tavrı içindeydi.

“Abi, apartmanda ilaçlama yapılacak, sizin daireyi de ilaçlatacak mısınız?”

“Yok sağol, teşekkürler.”

“Sen gene de bir yengeye sor, abi. Belki o ilaçlatmak ister.”

“Yok dedim ya! İlaçlatmak istemiyoruz.” Diyerek, kapıyı sertçe kapattı. “Ne ilaçlatması bir de ona verecek para mı var?” diye mırıldandı. Kapıcının son sözüne takıldı. “Yengeye sor “ lafını büyük bir olasılıkla hınzırlığından söylemişti.

Çok kızmıştı. Erkenden yatıp, uyumadan önce metne sığındı:

“Yemekten sonra dışarı çık epey dolaştım ama, işe yarayacak bir şey sağlayamadım bu gezintiden. Dönünce yatağa girdim, yattığım yerde İspanya meselesini çözmeye çalıştım.”

*** 

Bir sabah erken kalkmıştı. Yıkanıp traş oldu. Aynadaki görüntüsü biraz endişelendirdi, onu.. Zayıflamış mıydı, ne?

“Dünyanın sonu gelmedi  ya. “ diye düşündü. “Beyaz camın kirletmediği yerler de vardır, elbet.”

Dışarı çıkıp ortalığı kolaçan edip, iş kovalamaya karar verdi. Sanem haklı olabilirdi. Hayatlarını devam ettirebilmek için para kazanmaları lazımdı. Hem sanatlarını icra ederek, hem de onurlu bir şekilde para kazanmaları mümkün olabilirdi. Çocuk da vardı. Onun beslenmesi, eğitimi önemliydi.

“Bugün en büyük bayram günü! İspanya, kralına kavuşuyor. Bulunmuş kralları!.. Bu kral -benim.  Ve bunu ancak bugün öğrendim. Yani bu düşünce kafamda birdenbire şimşek gibi çaktı…Bir yandan da, benim şu 7. derece memurluk işinin nerden çıktığına şaşıyorum. Ne saçma düşünce!  İyi ki bu yüzden şimdiye kadar tımarhaneye tıkmadılar beni.”

Evden çıktı. Kapıdan çıkarken Madam Eleni ile karşılaştı. Kadıncağız her zamanki zerafetiyle ona selam verdi.

Canı Ortaköy’e gitmek istemedi. “O zibidiler gene kahvede oturup, pinekliyorlardır”diye düşündü. Beyoğlu’na çıktı. Konservatuvardan arkadaşı Selim aklına geldi. İçlerindeki en yeteneksiz herif oydu. Gazetede okumuştu. Büyük bir müzikal projesine başlıyorlardı. Belki o bir iş falan ayarlayabilirdi.

Taksim’e yakın, yeni restore edilmiş eski büyük binalardan birini kiralamışlardı.  Kapıda o yeni plazalardaki gibi elektronik güvenlik turnikeleri, dedektörlü, üst baş arayan, iriyarı, genç, yakışıklı güvenlik elemanları vardı. Ne sinir şeylerdi, bütün bunlar. Çaresiz bütün aramalardan geçti. Üzerinde metal paranın ve anahtarların dışında hiçbir şey yoktu, zaten. Cep telefonu kullanmıyordu. Bütün “post modern” şeylere olduğu gibi ona da karşıydı. Çağın yozlaşan değerlerinin bir simgesi gibi görüyordu cep telefonunu. Danışmada mini etekli, göğüs dekolteli, yirmili yaşlarında çok güzel bir kız vardı.

“Randevunuz var mıydı?”diye sordu, kız.

“Hayır. Geçerken bir uğrayıp hal hatır sormak istedim. Eski bir arkadaşıyım..”

Kız telefonla birileri ile konuştu. Selim’in sekreteri imiş. O da asistanı ile konuştu. Birazdan cevap vereceğini söyledi. Ufff. Ne biçim bir bürokrasi vardı. Wall Street’te çok uluslu bir şirket merkezine gelmişti, sanki.

Aslında geri çıkıp kaçmalıydı. Ama girmişti içeri bir kere. En azından merakını giderirdi. Nihayet yukarı çıkmasına izin verdiler. Güvenlikçinin yardımıyla, danışmadan aldığı elektronik kartla diğer turnikeden geçti. Daha sonra garip, hızlı, nasıl çalıştığını tam anlayamadığı bir asansöre bindi. Eski binaya nasıl da eklemlenmişiti, bu modern garip şeyler. Niye bu eski binayı seçmişlerdi ki? Maslak’taki yeni plazalar daha uygun değil miydi? “Havasından, herhalde.” diye geçirdi içinden. Sekreter, asistan barikatlarını teker teker aştı. Onu bir odaya aldılar. Beklemeye başladı. Onbeş dakika kadar beklemişti. Sekreter kız geldi. Selim’in onu beklediğini haber verdi. Selim kapının önünde karşıladı. Lacivert İtalyan takım elbisesinin içinde pek bir fiyakalı idi. Gözlük takmış, sakal bırakmıştı. Ağzında piposu vardı. “Bu işlerin raconu böyle herhalde?” diye düşündü.

Sarılıp, yanaklarından öptü.

“Hoş geldin Fuat’cığım. Hangi rüzgar attı?”

“Epeydir görüşemedik. Geçerken bir uğrayıp hatırını sorayım dedim.”

“Sağolasın.”

Çay kahve faslından sonra durumunu anlatmak için cesaret topladı. Ne hallere gelmişti. Selim’den iş talep edecekti. Telefonlardan da konuya giremiyordu ki. Tam bir şey söyleyecekken bir telefon geliyordu. Sekreter iki de bir içeri girip bir takım evraklar getiriyordu.

“Fuat’cığım biz de yeni bir projeye başlıyoruz. Dev bir müzikal projesi.”

Selim’in ortak olduğu prodüksiyon şirketi yabancı ortaklı büyük bir şirketti.

“Ha, ben de onu soracaktım. Kadroyu tamamladınız mı, diye?”

“Valla Fuat’cığım, zaman sanattan ziyade show’un ağırlıkta olduğu bir zaman. Öyle senin gibi değerli tiyatro oyuncuları değil de, ismi olan popçuları falan çıkarıyoruz. Anlarsın ya. Maalesef seyirci buna itibar ediyor. Ticari şansı olan bir prodüksiyon yaratmak için buna dikkat etmek lazım. Hiç hoş bir şey değil, ama oyunun kuralı böyle.”

“Öyle oldu galiba. “

“N’oldu, siz Sanem’le ayrıldınız  mı?”

“Yooo. Nerden çıktı şimdi, bu?”

“Ne bileyim, öyle duydum. Sen Sanem’le ayrılmışsın, Sanem Rıza ile birlikte imiş, falan.”

“Amma iş, nerden uyduruyorlar böyle şeyleri?”

Hoppala. İşe bak herife yarasına merhem olsun diye gelmişti,  kafasını bozacak neler konuşuyorlardı. Konuyu değiştirmeye çalıştı. Yeni bir konu bulmalıydı. İş aramak için gelmiş durumunda da olmak istemiyordu. “Havalar da nasıl, çok sıcak değil mi?” gibilerinden genel abuk konulardan birini mi açsaydı, ne? Beceremedi.

“Rıza ulusal programlardan birinde yarışma programı sunuculuğunu almış. Astronomik transfer ücreti almış diyorlar. Köşe olmuş.”

“Bilmiyorum.”

“Bir çay daha alır mısın?”

“Yok, sağol ben kalkayım. Bir iki yere daha uğramam gerek.”

Yalana bak, aslında hiç bir işi yoktu.

“Bak seni bir yere göndereceğim. Bizim çalıştığımız “cast” ajansına. Bütün  prodüksiyonlarımızla ilgili oyuncu kadrosunu onlar ayarlıyorlar. Sana bir kartımı da vereyim. Telefon da ederim, senin gideceğine dair. Bir onlarla görüş.Belki bir şeyler çıkar.” Çekmecesinden bir kart çıkarıp verdi.

Yine öpüştüler. Dışarı kendisini zor attı.

Bu ziyaretinden aklında kalacak tek olumlu şey danışmadaki güzel kız olacaktı. Çıkarken dönüp “İyi günler.” dedi. Kız da, gülümseyerek “İyi günler, efendim.” diyerek karşılık verdi. Ne kadar hoş, insanın içini ferahlatan bir gülümseyişi vardı? Aslında şimdi işten de önemli olarak böyle genç ve güzel bir sevgiliye ihtiyac duyuyordu.

Niye gelmişti ki? Böyle bir şeyler olacağını zaten tahmin ediyordu. Demek Sanem ve Rıza... Herifin içten içe Sanem’e tutkusu olduğundan hep şüphelenmişti, zaten. Vay alçaklar! Gerçekten böyle bir şey olabilir miydi? Vardı ki milletin diline düşmüştü. Ve onun dünyadan haberi yoktu. “Çok salağım ben, çok salak!” diye mırıldandı. Sanem’in dediği  kadar vardı.

Dayanamadı Ortaköy’e indi. Herifler yine aynı kahvedeydiler. Rıza yoktu. İçlerinde bir zerre de olsa güven duyabildiği İsmet’i çekti bir kenara. İsmet, önce hıkmık etti, sonra döküldü. Selim’in söyledikleri doğruydu. Sanem, bir süredir Aynur’da değil, Rıza’nın evinde kalıyordu.

Yüzü bembeyaz olmuştu. Eyvallah falan demeden ayrıldı. Beşiktaş’a kadar yürüdü.

Cebinde yine Gogol’ün oyunu vardı :

“Para için yalnız anasını babasını değil, tanrısını bile satar bu çıkarcılar. Hırs boğmuştur onları; hırsın tohumu da küçük dilin altında, ufacık bir kesenin içinde, topluiğne başı kadar minnacık bir kurttur.”

Vapur iskelesinin orada, parkta bir yerlere oturdu. Öylece hiçbir şey yapmadan bir saat kadar denize baktı. Aslında nereye baktığının, ne yaptığının bilincinde değildi.

“Piç kuruları, alçaklar, hainler!” diye bağırdı. Yandaki bankta oturan sevgililer şaşırıp baktılar. Aldırmadı.

“Kimliğimi açıklamadan Nevski caddesinde dolaştım. Tam o sırada arabası içinde çar caddeden geçti. Gelen geçenler şapkalarını çıkararak hakanımızı selamladılar. Ben de aynı şeyi yaptım ama, İspanya kralı olduğumu sezdirmedim. Gerçeği ulu ortaya açıklamayı yakışıksız buldum.”

***

Boşanma işlemleri çok uzun sürmedi.

Koridordaki bankta mahkeme saatini beklerken, sıkıntıdan tiyatro metnini okumayı sürdürdü. Zaten son zamanlarda gittiği her yere cebinde taşıyıp, her fırsatta okuyordu :

“Aah, ne hain yaratıklar şu kadınlar!.. kadının ne olduğunu, kalbini kime adadığını ancak şimdi anladım. Bunu ilk anlayan benim galiba: kadın şeytana aşıktır. Evet, evet, şaka etmiyorum. “

Ne kadar da kolaylaşmıştı, artık her şey. “Şiddetli geçimsizlik”:  Kalıplaşmış, bildik gerekçe. Hakim kafasını bile kaldırmamıştı. Ezberlediği şeyleri zabıt memuruna yazdırdı. Hemencecik bitiverdi. Aşklar, idealler, birlikte yaşanmış anılar, acılar, mutluluklar, hepsi hikayeydi.

Mahkeme çıkışında Sanem yanına gelip yanaklarından öptü. Gözlerinden iki damla yaşın süzüldüğünü farketti. Niye ağlıyorsa? Rıza her zamanki haliyle koridorun bin ucunda sinmiş, ortalıkta gözükmeden Sanem’i bekliyordu. Görmüştü onu. Ondan tarafa doğru döndü. Bir şey söylese duymayacaktı. Duygularını ifade etmesi gerekiyordu. Rıza’ya doğru kol işareti yaptı. Rıza yılışıkça güldü. “Sen istediğini yap, ben malı götürüyorum.”der gibi bir ifadesi vardı.

***

Eve girdiğinde koridorda, mutfakta, banyoda bir sürü hamamböceğine rasladı.

Apartmanda ilaçlama yapılmıştı. Diğer dairelerden kaçan, sağ kalan hamamböcekleri onun evine sığınmışlardı.

Ne garip, gerçek ailesini kaybettiği gün hamamböceklerinden oluşan yeni bir ailesi olmuştu.

***

Sanem ne kadar haklıydı. Parasız da yaşanmıyordu. Cebinde beş kuruş kalmamıştı. İş bulamamıştı. Para isteyebileceği kimse yoktu. Bir kişi vardı: Doktor ağabeyi. Yüzünü kızartıp bir miktar daha para istemeye karar verdi. Borç tabi. Başka türlü hayatta olmazdı.

Ağabeyinin muayenehanesine geldiğinde hastalar içeride sıra bekliyorlardı. “Para basıyor herif.” dedi içinden. Ama hakkıydı. Konusunda Türkiye’nin sayılı doktorlarındandı. Hep iyi bir evlat olmuştu. Ailenin kıymetlisiydi. Hemşire Zeliha hastaların kayıtlarını yapıyordu. Onu görünce mutluluğunu belli eder bir şekilde güldü. Her gittiğinde cilve yapardı. Dikkatlice baktı. “Yahu, bu da hoş bir kız.”diye düşündü. Hiç bu gözle bakmamıştı, kıza.

Hastalar seyreldiğinde ağabeyi odasına çağırdı.

“N’aber?”

“İyilik. Yengem, çocuklar nasıllar?”

“Hepsi iyiler.”

“Ha, biz Sanem’le boşandık.”

“İyi halt yediniz.”

“Ben istemedim, öyle gelişti.”

Uzun bir sessizlik oldu.

“Senden son kez bir miktar borç alabilir miyim? Çok kötü durumdayım.”

Ağabeyi elini cebine attı. Cüzdanından çıkardığı paraları verdi.

“Borç morç değil. Nasılsa ödeyemeyeceksin. Bir an önce bir baltaya sap ol. Rahmetli anam babam da az çekmedi senin haytalıklarından.”

Kaşıkla verip sapıyla çıkarmak diye buna denirdi. Ağzını açıp bir şey söyleyebilecek durumda değildi. Demek annesi ve babası da çok çekmişti. Ne demeliydi?

“Sağol. Ben yine de borç olarak kabul ediyorum. İnşallah bu son olur.”

Ne de olsa ağabeyiydi, sırtını sıvazladı. Ensesinden kendisine doğru çekti.

“Hadi güle güle. Kendine iyi bak.”dedi.

***

Nişantaşı’ndan Taksim’e kadar yürüdü. Hava güzeldi. Evin yolunu uzatmakla birlikte, bir alışkanlıkla Kazancı Yokuşu’ndan indi. Bu yokuştan inmek bir anmaydı onun için. O karanlık dönemde ölen binlerce insanı hatırlamak ve anmak...Sokağın tabelasına ilk defa dikkat etti. Osmanlı Sokağı yazıyordu. Eskiden de mi öyleydi, yoksa sonradan mı değiştirmişlerdi? Yokuşun başında, bir köşede İstanbul Bankası, öbür köşede Pamuk Eczanesi vardı. Sahi o banka, “sarışın, güzel kadın”ın kocasının batırdığı,  devletin başına kalan ilk bankalardan biri değil miydi? Şimdi Osmanlı Bankası vardı orada. O da Garanti Bankası ile birleşmişti. Diğer köşede ise Pamuk Eczanesi yoktu artık. Bir inşaat yapılıyordu. 77 Bir Mayıs’ını hatırladı, yeniden. Taksim Anıtı’nın çevresinde öbeklenmişlerdi. Çok coşkulu bir kalabalık vardı. Ne olduysa birden silah sesleri duyuldu. Otobüs duraklarının yanında, yere, arnavut kaldırımlarına yatmışlardı, Sanem’le birlikte. Panzerler meydana girip su sıkarak, bir kısım kalabalığı  binaların cidarına yapıştırmıştı. Kalabalığın olduğu tarafa doğru koşmuşlardı. Birileri akıl edip Pamuk Eczanesi’nin vitrin camlarını kırıp içeri girmişti. Yahut ta o kargaşada kalabalığın baskısı ile camlar kırılmıştı. Vitrinden atlayıp eczanenin içine girmişler, alt kata inmişlerdi.İçerisi allahtan çok büyüktü. Ne kadar da çok insanı bağrına alıp, korumuştu, eczane. İnsanlar şaşkındı. Bir ara olup biteni anlamak için yukarı çıkmıştı. Zırhlı araçlar meydanda daire çizerek dönüyorlardı. Büyük bir kargaşa vardı. Eczanenin dışına çıktığında, farketti  olan bitenin ciddiyetini. Yokuşun başında onlarca insan cesedi, üstüste cansız yatıyordu. Korkunç bir görüntüydü, bu. Jandarma birlikleri meydanın başından ilerliyorlardı. Daha fazla kalırlarsa başları iyice derde girecekti. Sanem’i de yanına alarak yokuştan aşağı sahile kadar indiler. Akademi’nin oralarda polis panzerleri barikat kurmuştu. Akademi’nin bahçe demirlerinden geçerek binaya girdiler. Bina’nın kapısından, barikatın arkasına çıkarak Eminönü’ne kadar yürüdüler. O gün, o olay hiç akıldan çıkacak gibi değildi. Neler olmuştu?

***
“Hala, İspanya’nın nasıl bir yer olduğunu anlayamadım dersem inanın bana ! Buradaki gibi milli gelenek ve saray etiketi hiç bir yerde görülmemiştir. Anlamıyorum; hiç ama, hiçbir şey anlamıyorum!.. Bugün rahip olmak istemediğimi bağıra çağıra söylediğim halde benim de kafamı kazıdılar. Hele başıma damla damla buzlu su akıtmaya başladıkları zaman ne hale geldiğimi anlatamam! Bu çeşit işkenceyi ömrümde duymamıştım. Çıldıracak gibi oldum, güç tuttular beni.”

***

En iyi bildiği işi yapabileceği bir ortam yoktu. Kendisini ve sanatını rezil etmeden başka işler mi tutsaydı, acaba? Bir öğleden sonra küçük bir reklam ajansının sahibi bir başka arkadaşının bürosuna gitti.

“Artık her işi kabul edebilecek duruma geldim.”dedi.

Arkadaşı aslında yardımcı olmak istiyordu. Düşündü . “Bir iş var, ama sana göre değil. Olmaz,” dedi.

“Valla artık iş seçebilecek durumda değilim. Rezil olmadan yapabileceğim her işe razıyım.”

“Animatörlük gibi bir şey. Taksim’de yeni açılan yabancı bir  “fast food” restoranının tanıtımıyla ilgili..”
                        
***

İşi çaresiz kabul etmişti. Parası da bir halt değildi; ama üç beş kuruş da olsa ihtiyacı vardı. Kullanacağı kostümü alıp eve gelmişti. Ne hallere düşmüştü. Bu bir palyaço kostümü idi. Bildiğimiz palyaço kostümlerinden. Rengarenk…Başına da bir maske takacaktı. Bak bu iyi idi, işte. Hiç olmazsa işi yaparken onu kimse tanıyamayacaktı. Giyinip aynanın karşısına geçti. Ne komik olmuştu.

“Komiklik hayatın kendi içinde.” diye söylendi.

Palyaço giysilerini çıkarmadan koltuğa attı kendisini. Hiçbir şey yememişti ancak yiyecek hali de yoktu. Gogol’ün metnini aldı sehpanın üzerinden :

“Pencerenin önünde oturan kadın anam olmasın?.. Anacığım, kurtar zavallı oğlunu! Ağrıyan başına bir damla gözyaşı akıt, ne olur’ Gör, nasıl hırpalıyorlar, evladını, bağrına bas bedbaht öksüzünü. Yok onun yeri bu dünyada artık. İnsanlar aleminden attılar onu…Bari sen acı hasta oğluna anacığım!”

***

Kaç gün olmuştu bu işi yapmaya başlayalı? Eline biraz para geçmiş, rahatlamıştı. Borçlandığı mahalle esnafının sesi kesilmişti, hiç olmazsa. Kendisine yeniden “Fuat ağabey” demeye başlamışlardı. “Sahtekarlar!”diye homurdandı.

Saatlerce ayakta dolanıp, maskaralık yapıp çocukları “fast food” restoranına çekmeye çalışıyordu. İşi buydu. Akşama kadar canı çıkıyor, bitkin düşüyordu. Hiç şikayet etmeye niyeti yoktu. Bir de şu korkunç sıcakların olduğu havada üzerindeki kalın kostümü ve maskesinin katmerleştirdiği sıkıntı olmasa.

Bazen o kadar bunalıyordu ki bayılacak gibi oluyordu. Maskenin altından, yüzünden şıpır şıpır ter süzülüyordu. Maske onu bunaltıyordu, ama kimse onu tanımadan onun herkesi görebilmesi hoşuna gidiyordu. Eğleniyor du da sayılırdı. Arada tanıdık insanlar geçiyordu İstiklal Caddesi boyunca. Onlar onu tanımıyorlardı. Yanlarına gidip şaklabanlık yapıp, kafa buluyordu.

Bir keresinde Selim’i görmüştü. Yanında asistanı olan genç kız vardı, herhalde. Tam hatırlayamamıştı. Kızla bayağı samimi bir halleri vardı. Kerata işi bitirmişti, görünüşe göre. Yanından geçerken Selim’e bulaştı. Keline şaplak attı. Selim şaşırdı ama bir şey diyemedi. Palyaçonun yaptığı bir tür maskaralıktı, ne de olsa. Sonra yumurta gibi çıkmış göbeğini avuçladı. İyi semirmişti herif. Yanındaki kız gülmekten yarılacak hale gelmişti. Selim kıpkırmızı olmuş, sesini çıkaramıyordu. Oh olsundu. Tiyatrocunun intikamı böyle olurdu. En son olarak da kıçına okkalı bir tekme attı. “...tir git.” anlamında. Sonra da kahkahalar atarak, zıplayarak kaçtı. Etrafta herkes durmuş onları seyrediyordu. Gülen insanların sesinden o sırada geçen tramvayın sesi bile duyulmuyordu.

***
“Büyük engizisyoncu  bugün gene geldi. Adamlarının sesini duyar duymaz sandalyenin altına girdim. Beni görmeyince çağırmaya başladı. İlkin,
-Poprişçev! Diye seslendi.
Ses çıkarmadım. Arkasından,
-Aksenti İvanov!.. 7. derece memur!.. Soylu kişi!..
Benden ses çıkmayınca bu defa,
-İspanya kralı 8. Ferdinand !  diye olanca sesiyle haykırdı.
Kafamı uzatacak oldum ama, sonra “yağma yok, çürük tahtaya basmam ben…Gene başıma soğuk su dökmeğe başlarsın…” diye vazgeçtim. Gelgelelim canavar gördü beni, elindeki sopa ile sandalyenin altından kovaladı.”

***

Normal mesai günlernden birindeydi. Akşam saatlerine yakın bir zamandı. Yine aynı maskaralıkları yaparken birden kalakaldı. Yüz metre kadar aşağıdan, Galatasaray tarafından Sanem ve Rıza yürüyerek geliyorlardı. Yanlarında da oğlu vardı. Aylardır ilk defa görüyordu, onları. Önce dondu kaldı. Sonra devam etti. İyice yaklaştılar. Yanına kadar geldiler. Sanem, oğluna göstererek :

“ Bak palyaço.”dedi.

Oğlan sevinçten çıldırmıştı. Koşarak yanına geldi. Hayran hayran ona bakmaya başladı. Bütün hünerini gösterip, onu güldürmeye çalıştı. Başarmıştı da. Oğlu kahkahalarla gülüp, zıplıyordu. Diğer çocukları bırakıp sırf ona oynuyordu. Çocuk ta kendisi de yorulmuştu. Gösterinin nihayetinde oğluna sarıldı. Sanem’le Rıza birbirlerine sarılmış onları izliyorlardı. İşleri iyi gidiyordu, herhalde?

Oğluna sımsıkı sarılmış, yanaklarından öpüyordu. Oğlu kahakahalarla gülüyor, o ise maskesinin arkasında ağlıyordu.

İşte ne olduysa o sırada oldu. Çocuk bir hamlede maskesine asıldı, çekti. Çocuk değil mi işte muziplik yapmıştı. Maskesi yüzünden sıyrılmıştı. Oğlu önce şaşkınlıkla yüzüne baktı, sonra sevinçle haykırdı.:

“Anne bak. Yaşasın! Palyaço benim babammış.”

Sanem’le Rıza şaşkınlıktan donup kalmışlardı. O da donup kalmıştı. Ve yüzü kıpkırmızı olmuştu. Utancından değildi mutlaka, ama nedendi?





...

Bu öykünün tamamı Nisan 2015 tarihinde Kanguru Yayınları tarafından yayımlanan "Akvaryumdaki (Ba)balık" isimli kitapta yer almaktadır.





* Öykü ilk kez Mart-Nisan 2002’de sanal dergi Dergi@Net’in 20. sayısında “Tiyatrocu” adı ile yayımlanmış, “2.Gila Kohen Öykü Yarışması”nın seçki kitabı “Öyküler, Renkler”de yer almıştır.