16 March 2009

Kerteriz Devri ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı




















Kerteriz Devri



O akşam balıkçıların toplaştığı kahvede yine sigara dumanından göz gözü görmüyordu.
Selahattin, gözleriyle etrafı kolaçan ettikten sonra Mustafa’yı arkadaşlarıyla okey oynadığı masada otururken buldu. Yanlarına bir sandalye çekip oturdu.

“Oyunun bitince çıkıp biraz konuşalım,”dedi.

Mustafa:
“İstersen bir saat sonra senin eve uğrayayım.”

Masada oyun oynayan yeni yetme balıkçılardan biri:
“Abimizin alışkanlığıdır, eve erken gitmez; malum eve erken gider de bir sürprizle karşılaşır falan, d’imi?” diyerek densizlik yaptı.

Selahattin, sanki bu sözleri hiç duymadı. Mustafa sinirlenip, kötü bir şeyler söyleyecek oldu; Selahattin, aldırma, sesini çıkartma anlamında kaş göz işaretiyle onu susturdu.

Mustafa:
“Çıkalım istersen, buranın tadı kalmadı; dışarıda hava daha güzel,”dedi.

Birlikte kahveden çıktılar. Ayın bulutların arkasına gizlendiği, serin bir akşamdı. Hiç konuşmadan yürüdüler yolda.

Yürürlerken Selahattin, “O pezevenk trolcüdür,”dedi, “Her türlü meymenetsizlik vardır onda,” diye devam etti..

Sahile inip, Mustafa’nın sandalını denize saldılar. Mustafa, gençliğinin gücüyle küreklere asıldı, sonra motoru çalıştırdı.

***
Boğaziçi’nde, sonbaharda Eylülden başlayarak göçmen balıkların fener alayı geçişi başlar. Bahar aylarında Karadeniz’e çıkan, burada üreyen göçmen balıkların dönüşüdür bu… Karadeniz’den Boğaza sırayla girip, Marmara’ya geçerler. Önce Eylül-Ekim aylarında istavrit, sonra palamut hazretleri arzı endam eder; arkasından lüfer; onun arkasından havalar soğuyup, kışın ortasına gelindiğinde hamsi sökün eder: Balıkçıların bayramı başlar.

Ama ne var ki, İstanbul’da insanlar çoğaldıkça, balıklar azalmıştı. Yalnız balıklar değil, balıkçılar da azalmıştı.

Zaman değişmiş, eskilerin deyişiyle kötüleşmişti; Haliçte palamutların neredeyse elle yakalanacak kadar bol olduğu zamanlar çok geride kalmış, Sait Faik’in öykülerindeki balıkların çoğu tükenmişti artık:. Dülger Balığı, Sinagrit Baba...Bu duruma üzülmek, kolayına kaçılıp, nostalji, eskiye öykünme deyip geçiştirilemez.

Yine de balık bereketinin uğradığı yıllar da olmaz değildi.

Balıkçılar, martıların bile uykuda olduğu sessiz İstanbul gecelerinde denizin vereceği rızkın peşine düşerler.

Denize dik inen dar sokaklarda balıkçıların evleri, kahveleri, alışveriş ettikleri bakkalları, manavları vardır. Balığın bereketi varsa sokaklar şenlenir. Sokak aralarında koşuşturan, oyun oynayan çocukların neşesinden bile anlarsınız bunu. Evlerin bacaları keyifle salarlar dumanlarını. Belli ki balık bereketi odun kömür bereketini de beraberinde getirmiştir. Veresiye hesaplar kapatılır, dolu filelerle dönülür evlere.

***
Hikayemizin kahramanı Selahattin Menekşe, balıkçı mahallelerinde bir efsane gibi anlatılan, namı yürümüş ihtiyar bir balıkçıydı. Denizden eli boş döndüğü hiç görülmemişti. Bazıları bunu meslek sırrı olarak gizlediği, onun da yaşlanmış, kendisini emekli etmiş bir Rum balıkçıdan devraldığı söylenen kerterizine yorarlar; ancak onun usta bir balıkçı olduğu hiç tartışılmazdı.

Zamanın acımasızlığına o da yenilmiş, yaşlanmıştı. Oysa bir zamanlar deniz gibi fırtınalı bir hayatı vardı. Kıyılar ona göre değildi; dalgaların kucağında otururdu. Balık peşinde bitkin düşse de, acı poyraz yüzünü dilimlese de denizin suyu bütün yorgunluğunu silerdi.

Onun hakkında başka hikayeler de anlatılırdı. Denizin cimrileştiği, balıktan ümidin kesildiği bir gece, eve her zamankinden erken döndüğünde çok güzel olduğu dillerde dolaşan karısını mahalleden bir taksiciyle birlikte yakalamıştı. Daha sonra karısı taksiciye kaçmış, o da hayata küsmüştü… Bir daha hiç evlenmemişti… Ancak onun İskele Meydanı’nda küçük bir tuhafiyeci dükkanı olan bir kadına gizliden sevdalandığı yine dilden dile dolaşırdı.

En az haftada bir kez kadının dükkanına uğrar, ufak tefek alışverişler yapardı. Ama aldıklarını ne yaptığını, tuhafiyeci kadınla daha ileri düzeyde bir ilişkisi olup olmadığını kimse bilmezdi.
Selahattin’in aşkı belki de dokunmadan yaşanan aşklardandı. Temiz, ama karşılıksız…

İşte böyle biriydi ihtiyar…

Selahattin, artık emekli olma zamanının geldiğine kanaat getirdiğinde sevdiği, güvendiği genç bir balıkçıya kerterizini devretmeyi düşündü. Bu bir gelenekti…

Uzun uzun düşündükten sonra bütün diğer yeni yetme balıkçılardan farklı, sakin, efendi, dürüst biri olduğunu düşündüğü genç balıkçı Mustafa’ya meslek sırrını aktarmaya karar verdi.

***
Denizden esen rüzgar Selahattin’in keyfini geri getirmişti.

“Sen Sait Faik’i bilir misin?”

“Duydum,” diye cevap verdi Mustafa.

“İstanbul’u seversen Sait Faik’i, Orhan Veli’yi bilmelisin; o zaman daha çok seversin.”

“...”

“Bak sana Sait Faik’le ilgili duyduğum bir hikayeyi anlatayım:
Sait Faik’e, o vakitlerin yazarlar derneği bir ödül verecek olmuş. Dernekçi takımı, bu hiç kimseye müdanası olmayan, uçarı yazarı birkaç gün öncesinden Beyoğlu’nda yakalamış, binbir ricada bulunmuşlar, töreni unutmayıp zamanında gelsin diye sıkılamışlar… Bizimki dernekçileri kırmamış; tören günü, zamanında yazarlar derneğine gitmiş. Yağmurlu bir günmüş...Sait’in sırtında o meşhur buruşuk yağmurluğu, başında da eski bir şapka varmış. Dudağının kenarından hiç eksik etmediği sigarasıyla kapıya dayanan bu garip adamı dernek lokalinin kapısındaki görevlinin gözü hiç tutmamış. Onu içeri almamış. Biraderim, burası yazarlar derneğinin lokali, balıkçıların işi yok, demiş…Zaten Sait Faik’in canına minnet; bahanesi hazır nasıl olsa, fazla üstelemeden geri dönmüş.

Dernekçiler Sait Faik törene gelmeyince fena bozulmuşlar. Ertesi gün, yine Beyoğlu’nda bir yerde yakalamışlar. Yahu söz verip de niye gelmedin, bizi rezil ettin, diye çıkışmışlar.

Sait Faik, mavi gözlerinde ışıltıyla gülmüş: Ben ödülümü kapıcıdan aldım arkadaşlar, gerisini boşverin, demiş."

“...”

“Bak Mustafa, iyi bir asker nasıl üniformasını hiç çıkarmaz, onunla gurur duyarsa, iyi bir balıkçı da kılık kıyafetinden utanmaz.”

“...”

Selahattin, sanki bütün balıkçı hikayelerini bir gecede anlatıp, bitirmek istercesine devam etti.

“Peki Kör Agop’u bilir misin?”

“Onu da duydum.”

“Kör Agop, İstanbul’un efsane balıkçılarındandır. Sonra meyhaneci oldu ya, olsun… Ben, ayda bir kere Agop’un mezarına ziyarete gider, toprağını rakıyla sularım.”

Kerteriz mekanına yaklaşmışlardı. Deniz zorluk çıkarmamış, çabuk yol almışlardı.

Selahattin:
“Kör Agop’un anısına içelim,” diyerek iç cebinden eksik etmediği otuzbeşlik rakı şişesini çıkardı.

Birbuçuk saat sonra Selahattin’in kerterizinin bulunduğu denizin kayalarla kucaklaştığı yere gelmişlerdi.

Artık Selahattin’in kerteriz sırrı Mustafa’daydı.

***
Kıyıya geri döndüklerinde saat iyice ilerlemiş. Nerdeyse balıkçıların denize açılma saati gelmişti.
Hem sarhoşluk, hem de yorgunluk bir araya gelince Selahattin ayakta duramaz hale gelmişti. Mustafa koluna girdi; sürükleye sürükleye evine götürdü.

Bahçe içinde, tek katlı, eski, dökük ahşap bir evdi. Evin içinde küf kokusu vardı.

Selahattin’in yattığı odaya girdiler.

Odanın bir köşesinde dağınık bir yatak vardı. Diğer köşesindeyse hiç kullanılmamış tuhafiye malzemeleri istiflenmişti.

Bir zamanlar deniz gibi dalgalı olan, dalgaların kucağında oturan usta bir balıkçının dokunmadan yaşadığı aşkının hikayesini anlatıyordu bunlar. Sevdalandığı kadını görme bahanesi olan alınmış tuhafiye malzemeleri duvarın dibinde tepeleme yığılmıştı.

15 Mart 2009, Moskova

05 January 2009

Albüm


Albüm

(Yeni Rus yazınından kısa öyküler -1) 

Anatoli Gavrilov

Çeviri:
M. Hakkı Yazıcı

Kaynak: Dünyanın Öyküsü Dergisi, Nisan-Mayıs 2012


Nikolay Petroviç emekli olduğunda ona bir albüm ve bir çalar saat armağan edildi.

“Çok bir şey değil,” dedi karısı.

“Ivır zıvır,” diye yılışıkça güldü kızı.

Nikolay Petroviç cevap vermedi. Ara sıra vakit geçirdiği, üstünkörü düzenlenmiş odasına çekildi: bir masa, bir divan, bir eski transistörlü radyo.

Kullanma talimatlarını okuduktan sonra çalar saati kurdu, ayarladı ve uzak stepte donarak ölen bir çoban hakkındaki şarkının çınlayan tanıdık melodisini duydu.

Albümün kabı, üzerinde bir altın işlemeli yazı bulunan yeşil kadifedendi: “Sevgili Nikolay Petroviç’e Kıyma-Makinesi Mağazası topluluğundan.”

Şimdi, kendi fotoğraflarını aile albümünden şahsi albümüne aktarabilirdi.

Bunların hepsi onbeş kadardı: okul, askerlik, evlilik, 1 Mayıs gösterileri, Gorlovka’ya gezi…

Bütün bu fotoğrafların içinde onu sarsan ilk şey, hüzünle baktığı, bir sebeple hoş görmediği, yalnız şu küçük solmuş olanıydı-gülümsüyor muydu: çıplak, tombiş yumurcak, bacaklar havada, iki ön dişi görünen, bir yer kilimin üzerine uzanmış ve gülümsüyor…

Arkası yazılıydı:”Nik bir yaşında.”

“Nik bir yaşında,” dedi Nikolay Petroviç yüksek sesle.

Pencereden alacakaranlığın köyün üzerine çöktüğü görülüyordu.

Ortalık tamamen kararmıştı.

Köpek ulumaya başladı.

Duvarın öbür tarafında kızı kaset çalarının düğmesini açtı: “Haa-yat yee-ni-den yaa-şan-maa-ya-caaaak…”



"Yeni Rus Yazını-Booker Ödülleri "GLAS Yayınevi, Moskova-Rusya
1994 baskısından



Anatoli Gavrilov (1947), dış dünyayla ve edebiyat çevreleriyle çok fazla ilişkili olmadan, postanesinde çalıştığı, Vladimir’de, küçük bir Rus kasabasında yaşıyor. Geleneksel Rus edebiyatının çekim alanında “küçük adam”ın öykülerini yazıyor.
Pek çok Avrupa diline çevrilen Gavrilov’un öyküleri Rusya’daki taşra yaşamını anlatmaktadır.

03 January 2009

Moskova Öykücükleri (1)


Vladimir

Yılbaşı yaklaşıyor. Rusya’da on günlük uzun bir tatil var; herkes çoktan tatil planlarını yaptı ve gitti. Bense buradayım. Bu uzun on gün yalnız başıma nasıl geçecek diye kara kara düşünüyorum.
Nasıl vakit geçirsem?

Dolaşsam, Arbat’a gitsem. Eğer oradaysa, sokağın başını mekan tutan dostum Vladimir’in saksafonundan çıkan ezgileri dinlesem…

Vladimir Matiushionok, Belarusya Radyo-Televizyon Senfoni Orkestrası’nın solistlerinden. Yani önemli bir sanatçı, ama ekmek derdinden sokak müzisyenliği de yapıyor. İlk gördüğüm ve müziğini dinlediğimde biraz sohbet olanağı bulmuş, CD’sinden de almıştım. Benim Türk olduğumu ve müziğinin hayranı olduğumu öğrenince o da çok mutlu olmuştu.

Moskova Metrosunda her köşede bir sokak çalgıcısı bulmak mümkün... Hangi metro istasyonunda kim çalar biliyorsun. Geçenlerde Arbat’ta metro girişinde akşam üzeri amfisiyle, çalgıcılarıyla bir orkestra kurulmuştu. Bateristin kocaman davulunun üzerinde “Arbat Beat” yazıyordu; demek ki orkestranın ismi bu.

Ancak Vladimir’in yeri benim için başka… Bana göre çok önemli bir müzisyen.

Vladimir’i uzun süredir göremiyor; merak ediyordum. Havalar malum çok soğudu; belki ondan gelmiyordur, diye düşünüyorum. Ama endişe etmiyor da değilim. Yoksa kötü bir şey mi; ağır hastalık falan mı var?

Arbat Meydanı’na kadar yürüdüm. Sonra tabii ki sevdigim güzergahın başından sonuna kadar, eski Arbat Sokağı’nı baştan sona katettim. Meşhur Rus blininden yedim.

Arbat Sokağı yine çok canlıydı. Sokak ressamları, müzisyenleri mutad mesailerindeydi. Sokağın başında Vladimir’i de görünce sevinçten deliye döndüm.

Selamlaştık. Çalmaya ara verdiği bir sırada, “Yahu Vladimir, nerelerdesin, uzun süredir seni göremiyorum. Merak ettim,” dedim.

“Merak edecek bir şey yok; orkestra ile uzun süreli bir turneye çıktık,” dedi. Mutlu bir şekilde gittikleri yerleri, verdikleri konserleri anlattı.

İçim rahatladı.

Beni mutlu etmek için çok sevdiğimi bildiği bir Rus şarkısını, “Kak upanitelniyi vı Rassiye veçeram”ı çalmaya başladı. Eksi on derece soğukta, ayakta, kımıldamadan, nefesim kesilmiş bir halde dinledim.

Arkasından Beatles’dan “Yesterday”i çalmaya başladı. Bu parçayı da çok severdim ve onu sabaha kadar dinleyebilirdim; ama hava çok soğuktu. Soğuğa Vladimir kadar alışkın değildim.

Elimi sallayıp, “Hoşça kal,” dedim. O ise dudaklarını saksafonundan, parmaklarını tuşlardan ayırmadan çalmaya devam ederken “güle güle” anlamında gözünü kırptı.

İstemeye istemeye, arkamda saksafonundan çıkan güzelim ezgileri bırakarak uzaklaştım.

01 Ocak 2009, Moskova

Öykü : Bir çift kırk numara ayakkabı;



Bir çift kırk numara ayakkabı;
bir çift de, aynısından, kırk iki numarasından


Ankara’da Ulus Şehir Çarşısı’nda Güneş Ayakkabı Mağazası diyeceğim; neresi diyeceksiniz?

Ben henüz çocukluktan çıkmış, erkekliğimi yeni yeni fark ettiğim sıralarda diyeceğim; ne zaman diyeceksiniz?

Neyse, bunların hiçbirinin anlatacağımla ilgisi yok.

Başımdan geçen bir olayı anlatacağım anlatmasına da bu defa, olur mu böyle şey diyeceksiniz. Aslında bana da tuhaf geliyor, ama gerçek: Ben oniki onüç yaşlarında iken çırak olarak çalıştığım ayakkabıcıda başıma geldi bu olay.

Her ne kadar mağazanın erkek ayakkabıları bölümünde çalışıyor, kadın ayakkabıları bölümünde çalışan arkadaşım Nafiz’i için için kıskanıyor olsam da işimden memnundum. Çırak olarak dediysem de bunun ötesine geçmeye yeltenmediğim de yok değildi.

Ankara’nın insanı canından usandıran sıcak yaz günlerinden biriydi. Bir Çarşamba günüydü diyeceğim, nerden hatırlıyorsun bunca zaman sonra, diye yine kuşkuyla soracaksınız. İyi hatırlıyorum; zira bizim mağazanın duvarının hemen arkasındaki Karpiç Gazinosu’nda Çarşamba günleri yapılan kadınlar matinesinde sahne alan şarkıcıların hançerelerinden çıkan nağmelerle dükkan şenlenmişti.

Benim nerdeyse ondan daha fazla satış yapmamı bir türlü kabullenemeyen öğretmen emeklisi tezgahtar Osman Abi, sırf bana eziyet olsun mağazanın bizim bölümümüzdeki ayakkabı kutularını tek tek açtırıp ayakkabıları sildirdiği, yerleri bir kez daha paspaslattığı o öğlen sonrasında, işimi bitirip dükkanın önüne çıkmış, vitrine bakan, artık ezberlediğim, “Buyurun içeride daha fazla çeşidimiz var. Almanız şart değil bir bakın,” sözleriyle avlayıp içeri çektiğim bir müşterim oldu.

Giyinişinden, davranışlarından çevredeki devlet dairelerinden birinde memur olduğu izlenimi veren orta yaşlı, takım elbiseli bir adamdı. Teşhirdeki bütün ayakkabıları tek tek süzdü; sonra beğendiği birkaç ayakkabıyı denedi.

Beğendiği kırk numara, siyah, mokasen ayakkabıyı gösterip “Bunun kırk iki numarası da var mı?” diye sordu. Raflardaki kutulara uzanıp istediği ayakkabıları çıkarıp verdim.

“İki çifti de alıyorum,” dedi. Meraklanmış ifadeyle baktığımı fark edip, mahçup bir şekilde açıklamada bulundu:

“Benim bir ayağım kırk, diğer ayağım kırk iki numara,” dedi. “Pek rastlanan bir şey değil, ama öyle.”

Ayakkabıları paketlerken “Sizin için çok masraflı oluyordur. İhtiyacınız için aynı ayakkabıdan iki çift almak zorunda kalıyorsunuz,” dedim.

“Üzülmene gerek yok,” diyerek gülümsedi. “Benimkilerin tersine bir ayağı kırk, diğer ayağı kırk iki numara olan bir erkek kardeşim var. Benim zevkime güvenir, itiraz etmeden aldığım ayakkabıları giyer. Açığa çıkan ayakkabıları da o giyiyor,” dedi.

Uğurlarken “Ayağınızda paralansın,” dedim.

Şaşırmıştım, ama sonuçta iki çift ayakkabı satmıştım. Tabii ki en çok da patronum memnun oldu.

Benim o mağazada çalıştığım süre içinde aynı müşteri bir kez daha geldi. Ayakkabılardan çok memnun kalmış. “Geçen defa bir ayakkabı beğenmiş, aklım kalmıştı; onu da alacağım,” dedi: İki çift daha ayakkabı sattım.

31 Aralık 2008, Moskova