05 January 2009

Albüm


Albüm

(Yeni Rus yazınından kısa öyküler -1) 

Anatoli Gavrilov

Çeviri:
M. Hakkı Yazıcı

Kaynak: Dünyanın Öyküsü Dergisi, Nisan-Mayıs 2012


Nikolay Petroviç emekli olduğunda ona bir albüm ve bir çalar saat armağan edildi.

“Çok bir şey değil,” dedi karısı.

“Ivır zıvır,” diye yılışıkça güldü kızı.

Nikolay Petroviç cevap vermedi. Ara sıra vakit geçirdiği, üstünkörü düzenlenmiş odasına çekildi: bir masa, bir divan, bir eski transistörlü radyo.

Kullanma talimatlarını okuduktan sonra çalar saati kurdu, ayarladı ve uzak stepte donarak ölen bir çoban hakkındaki şarkının çınlayan tanıdık melodisini duydu.

Albümün kabı, üzerinde bir altın işlemeli yazı bulunan yeşil kadifedendi: “Sevgili Nikolay Petroviç’e Kıyma-Makinesi Mağazası topluluğundan.”

Şimdi, kendi fotoğraflarını aile albümünden şahsi albümüne aktarabilirdi.

Bunların hepsi onbeş kadardı: okul, askerlik, evlilik, 1 Mayıs gösterileri, Gorlovka’ya gezi…

Bütün bu fotoğrafların içinde onu sarsan ilk şey, hüzünle baktığı, bir sebeple hoş görmediği, yalnız şu küçük solmuş olanıydı-gülümsüyor muydu: çıplak, tombiş yumurcak, bacaklar havada, iki ön dişi görünen, bir yer kilimin üzerine uzanmış ve gülümsüyor…

Arkası yazılıydı:”Nik bir yaşında.”

“Nik bir yaşında,” dedi Nikolay Petroviç yüksek sesle.

Pencereden alacakaranlığın köyün üzerine çöktüğü görülüyordu.

Ortalık tamamen kararmıştı.

Köpek ulumaya başladı.

Duvarın öbür tarafında kızı kaset çalarının düğmesini açtı: “Haa-yat yee-ni-den yaa-şan-maa-ya-caaaak…”



"Yeni Rus Yazını-Booker Ödülleri "GLAS Yayınevi, Moskova-Rusya
1994 baskısından



Anatoli Gavrilov (1947), dış dünyayla ve edebiyat çevreleriyle çok fazla ilişkili olmadan, postanesinde çalıştığı, Vladimir’de, küçük bir Rus kasabasında yaşıyor. Geleneksel Rus edebiyatının çekim alanında “küçük adam”ın öykülerini yazıyor.
Pek çok Avrupa diline çevrilen Gavrilov’un öyküleri Rusya’daki taşra yaşamını anlatmaktadır.

03 January 2009

Moskova Öykücükleri (1)


Vladimir

Yılbaşı yaklaşıyor. Rusya’da on günlük uzun bir tatil var; herkes çoktan tatil planlarını yaptı ve gitti. Bense buradayım. Bu uzun on gün yalnız başıma nasıl geçecek diye kara kara düşünüyorum.
Nasıl vakit geçirsem?

Dolaşsam, Arbat’a gitsem. Eğer oradaysa, sokağın başını mekan tutan dostum Vladimir’in saksafonundan çıkan ezgileri dinlesem…

Vladimir Matiushionok, Belarusya Radyo-Televizyon Senfoni Orkestrası’nın solistlerinden. Yani önemli bir sanatçı, ama ekmek derdinden sokak müzisyenliği de yapıyor. İlk gördüğüm ve müziğini dinlediğimde biraz sohbet olanağı bulmuş, CD’sinden de almıştım. Benim Türk olduğumu ve müziğinin hayranı olduğumu öğrenince o da çok mutlu olmuştu.

Moskova Metrosunda her köşede bir sokak çalgıcısı bulmak mümkün... Hangi metro istasyonunda kim çalar biliyorsun. Geçenlerde Arbat’ta metro girişinde akşam üzeri amfisiyle, çalgıcılarıyla bir orkestra kurulmuştu. Bateristin kocaman davulunun üzerinde “Arbat Beat” yazıyordu; demek ki orkestranın ismi bu.

Ancak Vladimir’in yeri benim için başka… Bana göre çok önemli bir müzisyen.

Vladimir’i uzun süredir göremiyor; merak ediyordum. Havalar malum çok soğudu; belki ondan gelmiyordur, diye düşünüyorum. Ama endişe etmiyor da değilim. Yoksa kötü bir şey mi; ağır hastalık falan mı var?

Arbat Meydanı’na kadar yürüdüm. Sonra tabii ki sevdigim güzergahın başından sonuna kadar, eski Arbat Sokağı’nı baştan sona katettim. Meşhur Rus blininden yedim.

Arbat Sokağı yine çok canlıydı. Sokak ressamları, müzisyenleri mutad mesailerindeydi. Sokağın başında Vladimir’i de görünce sevinçten deliye döndüm.

Selamlaştık. Çalmaya ara verdiği bir sırada, “Yahu Vladimir, nerelerdesin, uzun süredir seni göremiyorum. Merak ettim,” dedim.

“Merak edecek bir şey yok; orkestra ile uzun süreli bir turneye çıktık,” dedi. Mutlu bir şekilde gittikleri yerleri, verdikleri konserleri anlattı.

İçim rahatladı.

Beni mutlu etmek için çok sevdiğimi bildiği bir Rus şarkısını, “Kak upanitelniyi vı Rassiye veçeram”ı çalmaya başladı. Eksi on derece soğukta, ayakta, kımıldamadan, nefesim kesilmiş bir halde dinledim.

Arkasından Beatles’dan “Yesterday”i çalmaya başladı. Bu parçayı da çok severdim ve onu sabaha kadar dinleyebilirdim; ama hava çok soğuktu. Soğuğa Vladimir kadar alışkın değildim.

Elimi sallayıp, “Hoşça kal,” dedim. O ise dudaklarını saksafonundan, parmaklarını tuşlardan ayırmadan çalmaya devam ederken “güle güle” anlamında gözünü kırptı.

İstemeye istemeye, arkamda saksafonundan çıkan güzelim ezgileri bırakarak uzaklaştım.

01 Ocak 2009, Moskova

Öykü : Bir çift kırk numara ayakkabı;



Bir çift kırk numara ayakkabı;
bir çift de, aynısından, kırk iki numarasından


Ankara’da Ulus Şehir Çarşısı’nda Güneş Ayakkabı Mağazası diyeceğim; neresi diyeceksiniz?

Ben henüz çocukluktan çıkmış, erkekliğimi yeni yeni fark ettiğim sıralarda diyeceğim; ne zaman diyeceksiniz?

Neyse, bunların hiçbirinin anlatacağımla ilgisi yok.

Başımdan geçen bir olayı anlatacağım anlatmasına da bu defa, olur mu böyle şey diyeceksiniz. Aslında bana da tuhaf geliyor, ama gerçek: Ben oniki onüç yaşlarında iken çırak olarak çalıştığım ayakkabıcıda başıma geldi bu olay.

Her ne kadar mağazanın erkek ayakkabıları bölümünde çalışıyor, kadın ayakkabıları bölümünde çalışan arkadaşım Nafiz’i için için kıskanıyor olsam da işimden memnundum. Çırak olarak dediysem de bunun ötesine geçmeye yeltenmediğim de yok değildi.

Ankara’nın insanı canından usandıran sıcak yaz günlerinden biriydi. Bir Çarşamba günüydü diyeceğim, nerden hatırlıyorsun bunca zaman sonra, diye yine kuşkuyla soracaksınız. İyi hatırlıyorum; zira bizim mağazanın duvarının hemen arkasındaki Karpiç Gazinosu’nda Çarşamba günleri yapılan kadınlar matinesinde sahne alan şarkıcıların hançerelerinden çıkan nağmelerle dükkan şenlenmişti.

Benim nerdeyse ondan daha fazla satış yapmamı bir türlü kabullenemeyen öğretmen emeklisi tezgahtar Osman Abi, sırf bana eziyet olsun mağazanın bizim bölümümüzdeki ayakkabı kutularını tek tek açtırıp ayakkabıları sildirdiği, yerleri bir kez daha paspaslattığı o öğlen sonrasında, işimi bitirip dükkanın önüne çıkmış, vitrine bakan, artık ezberlediğim, “Buyurun içeride daha fazla çeşidimiz var. Almanız şart değil bir bakın,” sözleriyle avlayıp içeri çektiğim bir müşterim oldu.

Giyinişinden, davranışlarından çevredeki devlet dairelerinden birinde memur olduğu izlenimi veren orta yaşlı, takım elbiseli bir adamdı. Teşhirdeki bütün ayakkabıları tek tek süzdü; sonra beğendiği birkaç ayakkabıyı denedi.

Beğendiği kırk numara, siyah, mokasen ayakkabıyı gösterip “Bunun kırk iki numarası da var mı?” diye sordu. Raflardaki kutulara uzanıp istediği ayakkabıları çıkarıp verdim.

“İki çifti de alıyorum,” dedi. Meraklanmış ifadeyle baktığımı fark edip, mahçup bir şekilde açıklamada bulundu:

“Benim bir ayağım kırk, diğer ayağım kırk iki numara,” dedi. “Pek rastlanan bir şey değil, ama öyle.”

Ayakkabıları paketlerken “Sizin için çok masraflı oluyordur. İhtiyacınız için aynı ayakkabıdan iki çift almak zorunda kalıyorsunuz,” dedim.

“Üzülmene gerek yok,” diyerek gülümsedi. “Benimkilerin tersine bir ayağı kırk, diğer ayağı kırk iki numara olan bir erkek kardeşim var. Benim zevkime güvenir, itiraz etmeden aldığım ayakkabıları giyer. Açığa çıkan ayakkabıları da o giyiyor,” dedi.

Uğurlarken “Ayağınızda paralansın,” dedim.

Şaşırmıştım, ama sonuçta iki çift ayakkabı satmıştım. Tabii ki en çok da patronum memnun oldu.

Benim o mağazada çalıştığım süre içinde aynı müşteri bir kez daha geldi. Ayakkabılardan çok memnun kalmış. “Geçen defa bir ayakkabı beğenmiş, aklım kalmıştı; onu da alacağım,” dedi: İki çift daha ayakkabı sattım.

31 Aralık 2008, Moskova