13 December 2012

Bir resimde üç kişi ( Öykü) / M.Hakkı Yazıcı






Sabah erken kalkmıştı. Bahar pencereleri zorluyordu. Dışarıyı içeri getiren pencerelerini açtı.

Gökyüzündeki kenarda köşede yağmur olma inadındaki bulutları saymazsak güneşli, neşeli bir mayıs sabahıydı. Bulutlar güneşe kafa tutabilecek kıvamda değillerdi. Güneş belli ki bugün kararlıydı; sabah henüz erken olmasına rağmen ışığını, sıcağını yollamaya başlamıştı bile.

Ya kuşlar, o kuşlar yok mu?! Pencereler, perdeler kapalı bile olsa içeri sızan cıvıltıları güzel bir günün müjdecisiydi.

İyiydi, kendisini çok iyi hissediyordu.

Bahar gelmiş, yaza az kalmıştı. Kışlıkları, yünlüleri naftalinleyip yüklüğe kaldırmanın, baharlıkları, yazlıkları çıkarmanın zamanıydı.

Çabucak çayını demleyip kahvaltısını yapıp işe girişti. Güzel günün etkisiyle geceden kalan ağırlığı üzerinden atmıştı.

Ah o, televizyonun karşısında uyuklama ve hatta uyuya kalma huyu olmasa.

Rüyalar, gerçeğe karışıyordu. Hangisi rüya, hangisi gerçek? O kadar olsa iyi, geç saatte zor bela kalkıp yatağa kendisini zor atıyor, sabaha kadar aynı rüyalarla, karabasanlarla boğuşmaya devam ediyordu.

Çoğunlukla sabahları bütün gece bir araba sopa yemiş gibi kalkıyordu.

Neredeyse her gece aynı…

Evvelki gece yine televizyonda uyur, uyanık izlediği “derin” konuların tartışıldığı bir program vardı. Birileri mi zorluyor ki beni, niye bu programları izliyorum, diye söylendi kendi kendine. Bir ara gözlerini araladığında badem bıyıklı bir adam konuşuyordu, ona cevap veren genç bir adam, “Türkiye’nin demokrasi serüveni Kızma Vatandaş Oyunu gibi,” demişti. Programı yöneten “nasıl yani?” diye sorunca, “yani iki ileri adım atılıyor, oh ne güzel diyemeden üç adım geri gidiliyor,” demişti. Aferin. Genç, ama akıllı bir çocuk, diye mırıldandı.

Dışarıda ne güzel bir hava vardı. Türkiye baharının müjdecisi olmalı bu hava, İşi erken bitirip deniz kenarında biraz yürümeli, diye düşündü.

Pek hamarattı bugün. Dolabın içini temizlemiş, giysileri yerleştirmişti. Sonra fotoğrafları muhafaza ettiği o eski ayakkabı kutusu gözüne ilişmişti. Şeytan dürtmüştü sanki, yatağın kenarına oturup ayakkabı kutusunun içindeki eski resimlere bakmaya başladı. Çoğu siyah beyaz, sararmış çocukluk resimleri, aile, okul fotoğrafları.. Ve işte o resim çıkıvermişti aralarından… Birden onu alıp eskilere, özlenmişliklere; başka bir dünyaya götüren o eski resim…

Sararmış, solmaya yüz tutmuş eski bir resim. Üniversite kantininde geleceğe umutla bakan üç genç insanın resmi: Hasan, ortada o, öbür yanında Emre.

Kim çekmişti bu resmi? İsmini hatırlamıyordu, fotoğraf meraklısı bir sınıf arkadaşlarıydı. Büyütüp armağan etmişti ona.

Ne güzel günlerdi… Kıskanılacak bir arkadaşlıkları vardı. Sınav öncelerinde yurtta birlikte sabahlara kadar ders çalışırlardı. Okulda derslerden artakalan zamanlarda kantinde kaynatırlardı. Çaylar karbonatlıymış, poğaçalar bayatmış, hiç umurlarında değildi.

Bir muhabbet ki, ne muhabbet…

Gökyüzünü, toprağı, Denizi, emeği, hayallerini konuşurlardı.

Sonra Hasan, dayanamaz sazını alırdı eline, en güzel türküleri söylerdi. Buram buram Anadolu kokardı türküler.

“Odam kireç tutmuyor
Kumunu katmayınca
Sevdan baştan gitmiyor
Sarılıp yatmayınca”

Emre, John Lennon'un “Imagine” şarkısını söylerdi. Ona eşlik ederlerdi. Hasan’ın dili dönmez, kızar, “Sizi gidi kolej bebeleri,” diye çıkışırdı.

Hasan, onlardan biraz daha farklıydı. Yani kararlıydı. Direncini yaşamından almıştı.

Hava güzel ve güneşliyse şehre iner, Papazın Bağının sessizliğinde huzuru ararlardı. Sonra sinemalar. Dersleri ekip, gittikleri sinemalar. Ne komik, ikisi de Alain Delon’dan kıskanırlardı onu.

Ve neredeyse her gün eylem… Sel gibi inerlerdi okul otobüsleriyle şehire.

“Zamanı istediğimiz kadar çok paylaşamadık seninle Hasan. Erken aldılar seni,” diye mırıldandı.

Gözlerimdeki bandı açtıklarında Hasan’ı gördüm, demişti Emre. Çok hırpaladıkları belliydi, bir sandalyeye oturtmuşlardı, elleri kolları bağlıydı, yüzünde morluklar vardı, diye isyanını belli etmişti, gözleri dolu dolu. Onu korumak için, Emre yoktu, beraber değildik dediğini söylediğinde gözyaşları çoktan yanaklarından süzülmeye başlamış, hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.

Bir daha görmemişlerdi Hasan’ı. Tarihin bilinmeyenleri içinde kaybolmuştu…

“Evet, bir daha görmemiştik. Elimden ne geldi? Sadece iki damla gözyaşı, hepsi bu işte.”

Sonrası yoktu. Hatırlamıyordu.

“Sen de bana sevdalıydın değil mi, Hasan? Benim sana sevdalı olduğum gibi…Ama söyleyemedik birbirimize. Söylenmezdi. Kim koymuştu bu kuralı? Belki de zamanımız olmadı söylemeye…”

İkisi de ona sevdalıydılar; ancak o, Hasan’a sevdalıydı. Emre anlamıştı. Hasan farkında mıydı? Belki farkındaydı, ancak başka işler varken konuşulmazdı ki bunlar.

Emre’yle çok fotoğrafları olmuştu daha sonra, aralarında Hasan’ın olmadığı…

Okul bittiğinde Emre’yle evlenmişlerdi. Kızları olmuştu. Onca seneyi birlikte tüketmişlerdi. Sonra… Ayrılmışlardı.

Emre yalnızlığa kaçmıştı, o ise kalabalığa. Herkesin içinde, ama kimseye görünmeden yaşamayı öğrenmişti.

Mutlu olmuş muydu? Bilemiyordu.

O günleri insan unutur mu? Ne mümkün!

“Hasan, sen yaşlı olmanın ne olduğunu bilmezsin. Bak ben, bir yaşlı kadınım artık. Oysa öyle güzeldim ki seninle.”

Bu resmi duvara asmak lazımdı. Belki duvardaki resimle avunurdu gönlü. Ayağa kalktı duvarda başka bir resim vardı. İsviçre Alplerinden bir manzara… Ne ilgisi varsa? Ne zaman ve niye asmıştı bu resmi? Resmin çerçevesi güzel ve fotoğrafa uygundu. En iyisi manzara resmini çıkarıp, kendi fotoğraflarını koymaktı.

Özenle manzara resmini çıkarıp, çerçeveye fotoğrafı yerleştirdi. Sonra duvara astı.

Güzel olmuştu. Hizayı kontrol etti. Bir de uzaktan bakmak için iki adım uzaklaştı duvardan.

Geriye dönüp duvardaki fotoğrafa baktı. Fakat o da ne. Duvardaki resimde yaşlılık dönemine merdiven dayamış biri kadın, diğeri erkek iki kişi, bir de genç bir delikanlı vardı.

Yaşını başını almış, saçları kırlaşmış, yorgun gözlerle bakan iki kişi, kendisiyle, eski kocası Emre’ydi. Aynı bugünkü hallerinde… Genç delikanlı ise yitirdikleri arkadaşları Hasan… Eskiden olduğu gibi pırıl pırıl gözleri, inci dişleri, dudağının üzerinde kendisine çok yakışan kalın bıyıklarıyla gülümsüyordu. O hep anılarında kaldığı gibi genç, sıcak, geleceğe umutla bakan gözleriyle…

Bir tuhaflık hissetti üzerinde. İyi miydi? İyiydi… Peki, neydi bu üzerindeki hal? Aşağıdaki eczaneye inip tansiyonuna baktırsa… İyi de merdivenleri inip, çıkabilecek miydi?

Yavaş yavaş indi merdivenlerden.

“Alo, anne merhaba!”

“…”

Telefondaki kızıydı.

“Anne nasılsın?”

“İyiyim kızım. Aşağıda eczanedeyim.”

“N’oldu, bir şey mi var?”

“Yok kızım, meraktan bir tansiyonuma baktırdım. Normalmiş. Şimdi eczacı hanımla çay içip, sohbet ediyoruz.”

“Aman anne, beni üzmeyin n’olur. Bankadan çıktım, kızın okuluna gidiyorum. Akşam öksürüyordu, hastalanmaz inşallah…Ha unutmadan, babam banyoda düşmüş bileğini incitmiş, bir telefon edip geçmiş olsun deyiver istersen eski kocana.”

“Tamam canım.”


“Ay vallahi, koşturmaktan bir hal oldum. Yetişemiyorum hepinize. Annecim n’olur biraz iyi bakın kendinize.

“…”

“Hadi, ben trafikteyim, görüşürüz yine.”

Yoktu bir şeyi. Biraz heyecandı belki. Ağır ağır merdivenleri çıkıp, eve döndü.

Mutfaktan henüz demi kaçmamış bir bardak çay alıp, resmi astığı duvarın karşısındaki koltuğa oturdu.

Esen ılık bahar yeli açık balkon kapısından, uçuşan tül perdelerin arasından taze bir havayla doldurmuştu içerisini. Balkon demirine konmuş bir kuş insanın içini ısıtan bir bahar şarkısı söylüyordu.

13 Aralık 2012, Moskova

10 December 2012

Öykünün Hikayesi

M.Hakkı Yazıcı

Öykü mü demek gerekir yoksa hikaye mi? Çokca tartışılan bir konu bu. İkisinin anlamdaş olduğunu söyleyenler de var. Öykü, hikayenin öz Türkçe karşılığı mı? Öykünün de bir hikayesi mi var? Bir başka edebiyat ürünü romanın da bir hikayesinin olduğu gibi...

Konuyu sulandırdığım için bana kızanlar olacaktır. Olsun. Ama gerçek niyetim benim de bu konuda kafamın açılması. Belki kızıp karşı çıkanlardan konuya açıklık getirip benim bu çabama yardımcı olacak değerli fikirler çıkacaktır.

Öykü sözcüğünü Nurullah Ataç’ın dilimize kazandırdığı söylenir. Demek oluyor ki öykü sözcüğü aşağı yukarı benim yaşıtım. O zaman çağdaş Türk öykücülüğünün önemli temsilcilerinden olan Ömer Seyfettin’in ömrü bu sözcüğü bilebilmeye yetmedi.

Öykünün bir düz yazı ürünü olmasına karşın şiirle akrabalığının daha fazla olduğu savı yaygındır ki doğrudur.

İmgeler her şeyi kurtarıyor mu? Bir temanın içinde erimediği zaman şiirde de imgelerin tek başına bir işe yaramadığı, ardarda sıralanan imgelerle şiirin bir imge mezarlığı haline geldiği çok bellidir. Yapılan şey imge kolajı oluyor. Rahmetli Öztürk Serengil sağ olsaydı “kolay”a “kolaj” derdi, herhalde. Aynı şey, yenilerde, özellikle genç öykücüler arasında moda haline gelen salt imgeler üzerine oturtulmuş öykü anlayışı için de geçerlidir. Güçlü bir teması, bir hikayesi olmayan öykü, yalnızlığa mahkum olup, okurunu bulamayacaktır. Anlaşılamayan, yaygın okunup sevilmeyen öykülerin ne amaçla yazıldığı meçhuldür. Acaba bu öyküleri yazanlar kendi yazdıklarından bir şey anlıyorlar mı? Kendi sanat anlayışlarına sahip çok sınırlı sayıda eş dost ahbap çevresi için mi yazılmaktadırlar? Bu konuda yapılacak tartışmanın bizi ta eskilere “sanat, sanat için mi, toplum için mi yapılır?” tartışmalarına götürmesi tehlikesi vardır.

Benim öykü anlayışım 50 kuşağının ürünlerine daha yakın sanırım. Toplumcu gerçekçi edebiyatımızın bana okumayı, öyküyü sevdiren, hayranı olduğum Orhan Kemal üstadımı yadetmeden geçemeyeceğim. Haddim olmayarak Orhan Kemal’in “küçük adamı”nın serüveninin devamının yazılmasını diliyorum. Basit yalın şeyler yazıyorum, kendi halimde. Yazdıklarım küçük insanların yaşam macerası. Onları overlokçular, kaportacı çırakları, manikürcü kızlar da okusunlar istiyorum. Çünkü benim de bir parçası olduğum sevgili halkımın aynı zamanda evrensel de olan hikayelerini yazmak gibi bir hayalim var.

19 Şubat 2003 Çarşamba günü düzenlenen “14 Şubat Dünya Öykü Günü”nde öyküye ilişkin söylenenlerden kısa notlar :

Erdal Öz,”Öykünün gevezeliğe tahammülü yoktur... Öykü, anlatılamamalı. Kristal öykü böyle olur.”

Adnan Özyalçıner,”Öykü, savaşa karşıdır. Sevgiyi, kardeşliği anlatır.”

Necati Tosuner,”Dert anlatmak için öykü iyi bir yoldur...Öykünün romandan çok şiire yakın durduğuna inanırım...Öykü, enseye tokat atıp kaçar.Bir anı anlatır.”

Osman Şahin,”Cortazar, roman puan farkıyla kazanır, öykü nakavtla kazanmak zorundadır, der.”

“Sözcükler, öykünün canı, kanıdır. Yığma sözcüklerden kaçınmalı.”

Sema Ulu,”Şiir edebiyatın yıldızıdır. Öykü ise onu göğsünde barındıran gökyüzü.”

Mehmet Zaman Saçlıoğlu,”Sinema, öykü olmasaydı akan fotoğraflar oalrak kalırdı.”

Sadık Aslankara,”Öykü, başladığı ve bittiği o kısacık sürede yüreğimizi avucuna alabilmeli.”

Melike Tuğcu,”Ölüme meydan okumaktır yazmak.”

Gönül Kıvılcım,”Anın hikayesidir öykü. Roman bir günse, öykü bir andır.”

Şubat 2003, İstanbul

17 October 2012

Tikanis Kala

Adil “Adamın biri sizin evi gözetliyor,” deyince onun palavralarından biridir diye ciddiye almamıştım. Bizim kasabada böyle şeyler olmazdı, bir yabancı da böyle şey yapmaya cesaret edemezdi.
Mahfelin arkasındaki çamlıkta her zaman oynadığımız alanda çift kale maç yapıyorduk. Tam günümdeydim; önüme geleni çalımlıyordum. Taşlardan yaptığımız kalelerin birinden diğerine top gidip geliyordu. Attığım her çalımdan sonra arkadaşlarım “Aslan Lefter,” diye tezahürat yapıyorlardı. Bir ara top çamların arasına kaçtı. Almak için koştum. Çamların gölgesinde bizi izleyen bir adamın ayaklarının dibine kadar yuvarlanmıştı. Adam eğildi, topu yerden aldı, bana verirken “Sen Fenerlisin?” diye sordu.

“Hayır ben Cim Bom’luyum,”dedim.

“Vre o zaman niye sana Lefter diye bağırıyorlar?”

“Çünkü,” dedim “Ben de onun kadar güzel, kıvrak çalımlar atabiliyorum.”

“Tanırsın değil mi Lefter’i?”

“Tanımam mı!? Fenerli Lefter Küçükandonyadis...Çok büyük futbolcu. Ben maçını seyretmedim, ama İstanbul’da oturan halamın oğlu anlatıyor, geçmediği defans oyuncusu yokmuş.”

“Rumdur, bilir misin?”

“Bilmem...Ama farketmez Milli Takımın en iyi oyuncusu.”

Başımı okşadı ve topu geri verdi.

Yorgunluktan yere serilinceye kadar oynadık; kan ter içinde kalmıştık. Maçtan sonra Adil yanıma geldi, kulağıma yanaşıp “Sizin evi gözetleyen adam o, topu sana veren adamdı,” dedi. Gene inanmadım.

Adamı ertesi günü bizim sokağın köşesinde beklerken gördüğüm zaman ben de kuşkulandım. Halama göz koymuş, gizli gizli onu takip ediyor olmasındı?

Adil “Bu adam Türk değil,”dedi.

“Ama çok iyi Türkçe konuşuyor.”

“Tabi oğlum Türkiye’den gitmiş.Kahvede konuşurken abim duymuş, adamın ailesi seneler önce bizim kasabadan Yunanistan’a göç etmiş. Onlar gitmiş, bizimkiler de buraya göçmüşler.”

Buradan göç edenlerin giderken götüremedikleri, evlerinde gizli bölmelere sakladıkları, bahçelerine gömdükleri altınları, kıymetli eşyalarını sonradan gizlice gelip alıp gittiklerini duymuştum. Belki de bu adam bizim evde saklı olan bir gömüyü almak için gelmişti.

Akşam yemekte babaanneme anlattım; merakla dinledi, heyecanlandı.

“O adama söyle buyursun, misafirimiz olsun,”dedi.

Sabah adamı kahvenin önünde bir sandalyeye oturmuş çayını içerken gördüm. Yanına oturdum. Beni görünce mutlu tebessüm etti.

“Nasılsın?”

“İyiyim.”

“Senin adın neydi?”

“Fevzi. Peki ya seninki?”

“Dimitri.”

“Sen yabancı mısın?”

“Hayır değilim, buralıyım.”

“Ama ismin değişik.”

“Evet ben Türk değilim, ama buralıyım. Annem babam eskiden sizin oturduğunuz evde otururmuş. Ben küçük çocukken göç etmişiz.”

“Sizinkiler gitmiş, bizimkiler gelmiş öyle mi?”

Elini sırtıma koyup, sevgiyle sıvazladı:

“Öğrenmişsin bak.”

Kumral tenli, bıyıklı; babam, amcam, dayım gibi bir adamdı. Şakaklarına, bıyıklarına tek tük de olsa kır düşmüştü. Koyu renk bir takım elbise giymişti; başında bir fötr şapka vardı.

“Babaannem seni bize misafirliğe çağırdı.”

“Rahatsız etmeyeyim.”

“Yok etmezsin.”

“Tamam gelirim.”

Akşam bize geldi. Eve girerken saygıyla babaannemin elini öptü. Halam ve annem bütün hünerlerini göstermiş; memleket yemeklerden yapmış, mükellef bir sofra donatmışlardı.

“Aynı anamın yaptığı yemekler, ellerinize sağlık,” diyordu Dimitri iştahla tabağındakileri yerken.

Yemekten sonra koyu bir sohbete dalındı. Cana yakın bir adamdı. Anasının babasının anlattığı memleket anılarından, söyledikleri Rumca Anadolu türkülerinden söz etti. Hala memleket özlemi çekiyorlardı; bir türlü alışamamışlardı. Anacığı ağır bir hastalığa yakalanmıştı. İlle git bizim oraları gör, toprağında otur, suyundan iç, bana da bizim evin bahçesindeki incir ağacının meyvelerinden getir; benim tek ilacım o incirler, demişti. Onun bu isteği üzerine yola çıkmış, gelmişti Dimitri. Kaç günlerdir de buralardaydı.

Babaannem, babam, amcalarım da memleket anılarından söz ettiler. Bizimkiler tesadüfen Dimitrilerin şu anda yerleşmiş oldukları kasabadan göç etmişlerdi. Babaannem, Selanik’i, Vodina’yı, Karacaova’yı, oradaki çiftliğimizi, atlarımızı, bahçelerindeki şeftali ağaçlarını ballandıra ballandıra anlattı.

Amcam :

“Kusura bakmayın, bizim oralar çok sulaktı, kasabanın ortasından, evimizin içinden sular akardı. Su gürültüsünden birbirimize sesimizi duyurabilmek için biraz bağıra bağıra konuşurduk; öyle alıştık,” dedi.

Dimitri, “Yok canım, ne kusura bakması, biz de öyle konuşuruz,” dedi. Vodina’daki su kanallarını, Karacaova’ya dökülen şelaleleri anlattı.

Babaannemin gözleri yaşardı; Karaferye’den Vodina’ya gelin geldiği günlere geri gitmişti sanki.

Geç saatlere kadar konuştular. Babam bir sepet bulup içine bahçedeki incir ağacından topladığı meyveleri doldurdu.

Dimitri:

“Anam çok sevinecek, bu incirler onun ilacı,” dedi. Gitmeden önce bahçedeki çeşmeye ağzını dayayıp kana kana içti:

“Memleket suyunun tadı başka oluyor.”

Dimitri’nin gözleri dolmuştu. Çıkarken yakın akrabalardan ayrılmanın hüznüyle hepimize teker teker sarıldı, öptü.

Ertesi sabah Dimitri’yi istasyona gitmek üzere fayton beklerken gördüm. Geri dönüyordu. Bir elinde bavulu, diğer elinde bizim bahçenin incirlerinin dolu olduğu sepet vardı.

Babaannemden birkaç Rumca kelime öğrenmiştim. “Tikanis kala (Nasılsın)?” diye sordum.

“Kala (İyiyim) yarabbim şükür,” diye cevap verdi.

M.HAKKI YAZICI
EKIM 10, 2004

14 October 2012

YILDIZLAR


İllus.Gürbüz Doğan Ekşioğlu


Ey, gökyüzündeki bütün yıldızlar !
Sakın kaçmaya kalkışmayın.
Hepinizi teker teker yakalayıp,
Sepetime dolduracağım.
Hem öyle hava atmaya da kalkışmayın, bana
Kırpılıp yıldız yapılan
Eski aylar olduğunuzu biliyorum.

01 October 2012

Sabahat Abla / M. Hakkı Yazıcı


Sabahat Abla

Ben, Sabahat Abla, bir de kedisi Minnoş,
Püfür püfür esen balkondayız hepimiz
Çayı demledik, tepside kurabiyeler
Muhabbeti, eski hatıraları da koyunca yanına
Tastamam oldu keyfimiz.

Bak dedi, Sabahat Abla,
Şu parmağımın ucunda gördüğün yıldız var ya
Çok koşturdu peşimde zamanında
Ağustos böcekleri güldü bahçeden
Aldırmadı Sabahat Abla,
Anlatırken romatizma ağrılarını unutuyor
Kimse inanmaz belki, ama öyle dedi
Vermedi babam işi gücü yoktur diye
Niye inanmayacağım ki Sabahat Abla, inanırım
Derken ışığı yanan komşu evlerden bir bağırtı
Kız Aysel, geberesice yat artık, uyu!
Yarın sabah erkenden pazara gidivecez.
Komşu teyze kızına sesleniyor.
Kızına sesleniyor, ama ses benim yüreğimi deliyor
Sabahat Abla, ben gitsem artık gari?
Yarın sabah erken pazara gitcem
Nereye gidiyorsun, daha erken yavrum,
Daha eniştelerini anlatcem sene.

Sen artık yaşlandım demeyecek misin hiç,
Sabahat Abla!?..
Recep, Şaban, Ramazan;
Üç de ondan evveli
Koca yüzü mü gördü ablan,
Dediğinin üzerinden yirmi yıl geçti.
Sayısını ben bile unuttum, helvasını yediğimiz kocalarının.
İyi ki romatizmaların azmış, yine çarpıntın varmış,
Yoksa yağmur, çamur demez girmezdin eve.

Hayat seni yoramadı, ama sen hayatı yordun be, Sabahat Abla.
Torunlar bilsin neler yaşadığımızı diye
Buzdolabının atası, eski tel dolabını; çamaşır makinesinin atası tokacı
Sergilediğin, artık denizi göremeyen balkonunda
Uzaklara dalma sakın çayını yudumlarken

Aslında iyi yaşadın,
Güneşi, denizi bile eskittin; sen eskimedin.
Kızmazsan, “Laubali olma, evladım!” demezsen
Sana “Helal olsun be, Sabahat Abla!” diyebilir miyim?


01 Ekim 2012, Moskova

24 September 2012

Baharlardan sonbahar



























Yağmur yağıyor…
Sararmış yapraklar dallarını terk ediyor
Göçmen kuşlar yola revan olmuş
Hepsi aynı hüzünlü veda şarkısını söylüyorlar
Güneşsiz gökyüzünün bugünkü dekoru göçmen kuşlar ve bulutlar
Neyse ki rüzgar henüz üşütmüyor.
İlkbahardaki umut duygularım sonbaharda yerini hüzne terk etmiş; yürüyorum.
Yazı, denizi, güneşi sevdiğimden mi nedir, ruh halim hep böyle oluyor bu mevsimde
Ayrı düşmüş gibi oluyorum sevgiliden.

İlkbahar, yaz, sonbahar, kış…
Aslında bu böyle devam edip gidiyor.
Halbuki dertlenmenin ne gereği var;
Sonbahar da en nihayetinde bir bahar değil mi?
Ne günahı var sonbaharın karakışı haber vermenin dışında
Kışlık odununu kömürünü tedarik etmişsen,
Kalın bir palton, su geçirmeyen bir ayakkabın varsa.
Keyfini çıkart d’il mi ya?!..

Sabah çıkarken akıllık edip şemsiyemi aldım diye mutlu oluyorum
Yüzümü sararmış yapraklarını döken,
Her ilkbahardaysa yeni filizler veren kahraman ağaçlara çevirip yürüyorum,
Rüzgarın ıslığına ıslık çalarak eşlik ediyorum.


O bahar senin, bu bahar benim yaşayıp gidiyoruz işte.

Moskova, 24 Eylül 2012

08 June 2012

Kedicik
















Kedicik

Kedicik,
Biri sana dese ki
Çok mu sevindin beni gördüğüne
Bir takla at da anlayayım
Atma sakın.
Takla atan yalakalardan olma sakın!
Sana yakışmaz…
Kedicik,
Sen gel kendi kendinin efendisi ol,
Ve efendilik hevesin olmasın başka kedilere.


Moskova, 09 Haziran 2012

Bahara Merhaba
















Bahara Merhaba
Kahkahalarla gülebilmek için
Mutluluğu beklesem?
Olmaz!...
Belki de gülümseyemeden ölürüm.
Bırak şimdi kırk dereden su taşımayı,
İpe un sermeyi.
Aç perdeni, pencerelerini
Denizden esen deli yel doldursun içeriyi,
İçini…
Taze hava, yeni umutlar.
Belki de mutluluk bizi bekliyor.
Dışarı çıkmak lazım, dışarı!..

Güneş beni çağırıyor.
Görüyorum, seviniyorum
Çiçekler açmış dallarda
Ağaçların meyve vermesi yakın.
Kırlara koşmam lazım, kırlara...
Vakit yok, kır çiçekleri beni bekliyor
Veda etmeden bir sonraki bahara kadar
Görmem lazım çiçekleri,
Ziyaretçisi kelebekleri.
Göçmen kuşlar geri gelmişler,
Leylekler de gelmiş diyorlar.

Ya erguvanlar!?
Ben gidemeden eksildiler mi yoksa Boğazın güzelliklerinden?
Gidip bakmam lazım,
Gidip karşılamam, merhaba demem lazım bahara.

Moskova, 09 Haziran 2012


17 May 2012

Bu mudur, yoksa vatan hasreti dedikleri!?














Bu mudur, yoksa vatan hasreti dedikleri!?

Her sabahım gurbet gurbet
Yalnızlık sevişiyor baktığım karlı, boş sokaklarda
Bir şarkı duyuyorum sanki uzaklardan
Hüzzam ayrılıklar makamında
Düşlerim yavaş yavaş epriyor…sa da
Yuva yapmış yüreğimin derinliklerinde kuşlar
Yine de susmuyor içimde şarkı söyleyen çocuk
İnancım hep aynı
Gelecek günler umuda gebe
Biliyorum ki susarsa içimdeki çocuk
Düşlerim de sona erecek.

Şimdi Kadıköy Çarşısı cıvıl cıvıldır
Mevsim balıkları doldurmuştur tezgahları
Hava güzel ve mevsim müsaitse
Avare bir günümde voltalasam sokaklarını tek tek
Sokaklar beni içine alsa ana kucağı gibi
Bir sahafa dalsam
Raflarında eskilerden bir dosta, yüreğimi ısıtan
Yıpranmış eski bir kitaba rastlasam.
Sonra girsem bir semt kahvesine
Arasam masalarda aşina yüzleri
Biri seslense pişti oynanan masaların birinden
Çek hocam bir sandalye, dese
Çay içsek konuşsak,.. çay içsek konuşsak havalardan,
Eski günlerden ve hatta politikadan.

Yürüsem sahil boyu
Yarenlik etsem kedilerle, martılarla
Bir yel esse denizden
Koklasam, içime çeksem evlat kokusu gibi
Hatıralar canlansa, hüzünlensem azıcık

Derken terli bir sokak köpeği beliriyor köşeden
Eşelerken çöpleri hızla anlatıyor hayat felsefesini
Gerçekçi ol, imkansızı isteme diyor.
Duygular yüreğime dolanıyor
Yalnızlık sevişmeye devam ediyor
Baktığım karlı, boş sokaklarda
Bir şarkı duyuyorum sanki uzaklardan
Hüzzam ayrılıklar makamında.

Rüyalarım işte hep böyle,.. böyle
Bu mudur, yoksa vatan hasreti dedikleri!?

Moskova, 17 Mayıs 2012