17 October 2012

Tikanis Kala

Adil “Adamın biri sizin evi gözetliyor,” deyince onun palavralarından biridir diye ciddiye almamıştım. Bizim kasabada böyle şeyler olmazdı, bir yabancı da böyle şey yapmaya cesaret edemezdi.
Mahfelin arkasındaki çamlıkta her zaman oynadığımız alanda çift kale maç yapıyorduk. Tam günümdeydim; önüme geleni çalımlıyordum. Taşlardan yaptığımız kalelerin birinden diğerine top gidip geliyordu. Attığım her çalımdan sonra arkadaşlarım “Aslan Lefter,” diye tezahürat yapıyorlardı. Bir ara top çamların arasına kaçtı. Almak için koştum. Çamların gölgesinde bizi izleyen bir adamın ayaklarının dibine kadar yuvarlanmıştı. Adam eğildi, topu yerden aldı, bana verirken “Sen Fenerlisin?” diye sordu.

“Hayır ben Cim Bom’luyum,”dedim.

“Vre o zaman niye sana Lefter diye bağırıyorlar?”

“Çünkü,” dedim “Ben de onun kadar güzel, kıvrak çalımlar atabiliyorum.”

“Tanırsın değil mi Lefter’i?”

“Tanımam mı!? Fenerli Lefter Küçükandonyadis...Çok büyük futbolcu. Ben maçını seyretmedim, ama İstanbul’da oturan halamın oğlu anlatıyor, geçmediği defans oyuncusu yokmuş.”

“Rumdur, bilir misin?”

“Bilmem...Ama farketmez Milli Takımın en iyi oyuncusu.”

Başımı okşadı ve topu geri verdi.

Yorgunluktan yere serilinceye kadar oynadık; kan ter içinde kalmıştık. Maçtan sonra Adil yanıma geldi, kulağıma yanaşıp “Sizin evi gözetleyen adam o, topu sana veren adamdı,” dedi. Gene inanmadım.

Adamı ertesi günü bizim sokağın köşesinde beklerken gördüğüm zaman ben de kuşkulandım. Halama göz koymuş, gizli gizli onu takip ediyor olmasındı?

Adil “Bu adam Türk değil,”dedi.

“Ama çok iyi Türkçe konuşuyor.”

“Tabi oğlum Türkiye’den gitmiş.Kahvede konuşurken abim duymuş, adamın ailesi seneler önce bizim kasabadan Yunanistan’a göç etmiş. Onlar gitmiş, bizimkiler de buraya göçmüşler.”

Buradan göç edenlerin giderken götüremedikleri, evlerinde gizli bölmelere sakladıkları, bahçelerine gömdükleri altınları, kıymetli eşyalarını sonradan gizlice gelip alıp gittiklerini duymuştum. Belki de bu adam bizim evde saklı olan bir gömüyü almak için gelmişti.

Akşam yemekte babaanneme anlattım; merakla dinledi, heyecanlandı.

“O adama söyle buyursun, misafirimiz olsun,”dedi.

Sabah adamı kahvenin önünde bir sandalyeye oturmuş çayını içerken gördüm. Yanına oturdum. Beni görünce mutlu tebessüm etti.

“Nasılsın?”

“İyiyim.”

“Senin adın neydi?”

“Fevzi. Peki ya seninki?”

“Dimitri.”

“Sen yabancı mısın?”

“Hayır değilim, buralıyım.”

“Ama ismin değişik.”

“Evet ben Türk değilim, ama buralıyım. Annem babam eskiden sizin oturduğunuz evde otururmuş. Ben küçük çocukken göç etmişiz.”

“Sizinkiler gitmiş, bizimkiler gelmiş öyle mi?”

Elini sırtıma koyup, sevgiyle sıvazladı:

“Öğrenmişsin bak.”

Kumral tenli, bıyıklı; babam, amcam, dayım gibi bir adamdı. Şakaklarına, bıyıklarına tek tük de olsa kır düşmüştü. Koyu renk bir takım elbise giymişti; başında bir fötr şapka vardı.

“Babaannem seni bize misafirliğe çağırdı.”

“Rahatsız etmeyeyim.”

“Yok etmezsin.”

“Tamam gelirim.”

Akşam bize geldi. Eve girerken saygıyla babaannemin elini öptü. Halam ve annem bütün hünerlerini göstermiş; memleket yemeklerden yapmış, mükellef bir sofra donatmışlardı.

“Aynı anamın yaptığı yemekler, ellerinize sağlık,” diyordu Dimitri iştahla tabağındakileri yerken.

Yemekten sonra koyu bir sohbete dalındı. Cana yakın bir adamdı. Anasının babasının anlattığı memleket anılarından, söyledikleri Rumca Anadolu türkülerinden söz etti. Hala memleket özlemi çekiyorlardı; bir türlü alışamamışlardı. Anacığı ağır bir hastalığa yakalanmıştı. İlle git bizim oraları gör, toprağında otur, suyundan iç, bana da bizim evin bahçesindeki incir ağacının meyvelerinden getir; benim tek ilacım o incirler, demişti. Onun bu isteği üzerine yola çıkmış, gelmişti Dimitri. Kaç günlerdir de buralardaydı.

Babaannem, babam, amcalarım da memleket anılarından söz ettiler. Bizimkiler tesadüfen Dimitrilerin şu anda yerleşmiş oldukları kasabadan göç etmişlerdi. Babaannem, Selanik’i, Vodina’yı, Karacaova’yı, oradaki çiftliğimizi, atlarımızı, bahçelerindeki şeftali ağaçlarını ballandıra ballandıra anlattı.

Amcam :

“Kusura bakmayın, bizim oralar çok sulaktı, kasabanın ortasından, evimizin içinden sular akardı. Su gürültüsünden birbirimize sesimizi duyurabilmek için biraz bağıra bağıra konuşurduk; öyle alıştık,” dedi.

Dimitri, “Yok canım, ne kusura bakması, biz de öyle konuşuruz,” dedi. Vodina’daki su kanallarını, Karacaova’ya dökülen şelaleleri anlattı.

Babaannemin gözleri yaşardı; Karaferye’den Vodina’ya gelin geldiği günlere geri gitmişti sanki.

Geç saatlere kadar konuştular. Babam bir sepet bulup içine bahçedeki incir ağacından topladığı meyveleri doldurdu.

Dimitri:

“Anam çok sevinecek, bu incirler onun ilacı,” dedi. Gitmeden önce bahçedeki çeşmeye ağzını dayayıp kana kana içti:

“Memleket suyunun tadı başka oluyor.”

Dimitri’nin gözleri dolmuştu. Çıkarken yakın akrabalardan ayrılmanın hüznüyle hepimize teker teker sarıldı, öptü.

Ertesi sabah Dimitri’yi istasyona gitmek üzere fayton beklerken gördüm. Geri dönüyordu. Bir elinde bavulu, diğer elinde bizim bahçenin incirlerinin dolu olduğu sepet vardı.

Babaannemden birkaç Rumca kelime öğrenmiştim. “Tikanis kala (Nasılsın)?” diye sordum.

“Kala (İyiyim) yarabbim şükür,” diye cevap verdi.

M.HAKKI YAZICI
EKIM 10, 2004

14 October 2012

YILDIZLAR


İllus.Gürbüz Doğan Ekşioğlu


Ey, gökyüzündeki bütün yıldızlar !
Sakın kaçmaya kalkışmayın.
Hepinizi teker teker yakalayıp,
Sepetime dolduracağım.
Hem öyle hava atmaya da kalkışmayın, bana
Kırpılıp yıldız yapılan
Eski aylar olduğunuzu biliyorum.

01 October 2012

Sabahat Abla / M. Hakkı Yazıcı


Sabahat Abla

Ben, Sabahat Abla, bir de kedisi Minnoş,
Püfür püfür esen balkondayız hepimiz
Çayı demledik, tepside kurabiyeler
Muhabbeti, eski hatıraları da koyunca yanına
Tastamam oldu keyfimiz.

Bak dedi, Sabahat Abla,
Şu parmağımın ucunda gördüğün yıldız var ya
Çok koşturdu peşimde zamanında
Ağustos böcekleri güldü bahçeden
Aldırmadı Sabahat Abla,
Anlatırken romatizma ağrılarını unutuyor
Kimse inanmaz belki, ama öyle dedi
Vermedi babam işi gücü yoktur diye
Niye inanmayacağım ki Sabahat Abla, inanırım
Derken ışığı yanan komşu evlerden bir bağırtı
Kız Aysel, geberesice yat artık, uyu!
Yarın sabah erkenden pazara gidivecez.
Komşu teyze kızına sesleniyor.
Kızına sesleniyor, ama ses benim yüreğimi deliyor
Sabahat Abla, ben gitsem artık gari?
Yarın sabah erken pazara gitcem
Nereye gidiyorsun, daha erken yavrum,
Daha eniştelerini anlatcem sene.

Sen artık yaşlandım demeyecek misin hiç,
Sabahat Abla!?..
Recep, Şaban, Ramazan;
Üç de ondan evveli
Koca yüzü mü gördü ablan,
Dediğinin üzerinden yirmi yıl geçti.
Sayısını ben bile unuttum, helvasını yediğimiz kocalarının.
İyi ki romatizmaların azmış, yine çarpıntın varmış,
Yoksa yağmur, çamur demez girmezdin eve.

Hayat seni yoramadı, ama sen hayatı yordun be, Sabahat Abla.
Torunlar bilsin neler yaşadığımızı diye
Buzdolabının atası, eski tel dolabını; çamaşır makinesinin atası tokacı
Sergilediğin, artık denizi göremeyen balkonunda
Uzaklara dalma sakın çayını yudumlarken

Aslında iyi yaşadın,
Güneşi, denizi bile eskittin; sen eskimedin.
Kızmazsan, “Laubali olma, evladım!” demezsen
Sana “Helal olsun be, Sabahat Abla!” diyebilir miyim?


01 Ekim 2012, Moskova