29 September 2013

Elma ağacının bereketi ( Masal ) / M. Hakkı Yazıcı




Resim: Anna Silivonçik




Elma ağacının bereketi 





Bir zamanlar ben de küçüktüm, ufacıktım. Top oynar acıkırdım.

Birazcık da yaramazdım.

Aç olduğumuzdan, yemek istediğimizden değil, haşarılıktan, macera olsun diye arkadaşlarımla birlikte komşularımızın bahçelerine girer, meyve aşırırdık.

Şimdi hatırlayınca ne kadar ayıp, niye yaptık diyorum, ama çocukluk işte,.. yapardık.

Komşularımız kızardı, kovalardı bizi. Ama biz ustaca kaçar kurtulurduk ellerinden. Bazı komşular annemize, babamıza şikayet ederdi bizi, kulaklarını bir çekiverin, bir daha yapmasınlar derlerdi.

Ama bir komşumuz vardı ki hepimizin korkulu rüyasıydı. Onun bahçesinden meyve aşırmak öyle pek kolay değildi. Sanki bizim bahçesine gelmemizi beklerdi. Daha çitlerden içeri girer girmez, nerede pusuya yattıysa üstümüze atlayıverirdi. Bir kaçımızı yakalar, bir güzel pataklardı.

Bununla da yetinmedi azman bir köpek aldı. Daha biz çitlere yaklaşır yaklaşmaz köpek havlayarak gelirdi.

Komşumuz çitleri de daha sağlam bir hale getirdi.

Bizim için bu bahçenin elmaları bir hayal olmuştu. Uzaktan geçerken bakar içimizi çekerdik.

Bencil bir komşumuzdu bu.

Aslında elmaları kendisi de yemezdi, toplamazdı; fazlasını komşularına, eşine dostuna dağıtmazdı.

Dallar, elmaların ağırlığından eğilir, eğrilir, zor taşırdı bu kocaman sulu, tatlı meyveleri. Elmalar olgunlaşır, yere düşer, çürürdü; ama bizim bahçesine girip, ağaçlara tırmanıp elmaları almamızı istemezdi.

Elmalar da mutsuzdu kuşkusuz. Çitlerin arkasında biz onlara, onlar bize bakardı.

Ama ne olduysa çitin öte kenarında, bahçenin dışında minik bir elma fidanı peydah oldu. 

Bahçenin içindeki elma ağaçlarının yavrusu diye düşündük. Ona sevgiyle baktık. Dibini eşeledik, tavuk kümeslerimizden gübre taşıdık, suladık.

Bu minik fidan birkaç yıl içinde hızla büyüdü, serpildi. Meyve veren kocaman bir ağaç oldu.

Ağacın meyvelerinin de bahçenin içindeki ağaçların meyvelerinden geri kalır yanı yoktu. Belli ki bir akrabalık ilişkileri vardı. Aynı kocaman, sulu, tatlı elmalardı bunlar.

Ağaca tırmanıp, bu güzel elmaları topluyor; aramızda pay edip, afiyetle yiyorduk. Yerken de bitecek, bu lezzetten mahrum olacağız diye ödümüz kopardı. Ağzımızdaki bu tat eksilmesin isterdik.

Bu arada bizi şaşırtan bir şeyin farkına vardık.

Sanki biz elmaları toplayıp, yememişiz gibi, her defasında ertesi gün gittiğimizde dalların yine elmayla dolu olduğunu görüyorduk. Önce yanılmış olduğumuzu düşündük, ama olağan olmayan bir durum vardı.

Sihirli bir elma ağacıydı bu. Bahçenin içindeki elma ağaçlarının dileği tutmuş, çitin öte tarafında onların bereketli bir evlatları bize en güzel meyvelerini sunuyordu.

Elmalar ye ye bitmiyordu. Ağaç, sadece meyvelerini değil, serin gölgesini de bize sunuyordu.

Büyümüştük, yaramazlık günlerimiz geride kalmıştı. Hepimiz elma yanaklı güzel, sağlıklı kızlar, oğlanlar olmuştuk. Her gün arkadaşlarımızla kitaplarımızı koltuğumuzun altına alır, ağacın altında toplaşırdık. Gölgesinde oturur, bir yandan elmalarımızı dişler, bir yandan da kitaplarımızı okurduk.

Bencil komşumuza ne oldu dersiniz? Onun yapabileceği bir şey yoktu. Bahçesinin kenarında, çitin öte tarafında bizi kıskançlıkla seyrederdi.

Ayşe, bir gün dayanamadı, bir tabak meyveyle yanına gitti, “ Elma ister misin amca?” dedi.

Elmamız herkese yetecek kadar bol. Bir sepet bu masalı anlatan Masalcı Dedemize, bir sepet de bu masalı okuyup, dinleyip ve paylaşacak olanlara…

29 Eylül 2013, Moskova


28 September 2013

Masalcı Dedenin sözü (Masal) / M. Hakkı Yazıcı





Masalcı Dedenin sözü


Bir varmış, bir yokmuş, uzak diyarlardan birinde bir masalcı dede yaşarmış.

Her gün güzel bir masal uydurur çocuklara anlatırmış.

Masalların güzelliğinin sırrıysa onun anlatılamaz büyüklükteki çocuk sevgisinde gizliymiş.

Çocuklar onun masallarını çok sever, can kulağıyla dinlerlermiş. Kuşkusuz onlara bu güzel masalları anlatan masalcı dedeyi de çok severlermiş.

Masalcı dede de zaten çocuklar onu sevsinler diye bu masalları uydurur, anlatırmış. Başka hiçbir sebebi yokmuş.

Eeee, bu, olağan bir şey değil mi zaten? İnsanların ekmek, su, hava kadar sevgiye de gereksinimleri yok mu?

Zaman geçtikçe, yaşlandıkça masalcı dedenin içini bir endişe sarmış. Tamam, her gün bir masal uydurup anlatıyordu, ama ya bir gün bütün masallar biter; yenilerini uyduramazsa?...Çocuklar onu unutur ve artık eskisi kadar sevmezlerse? İşte o zaman hastalanır, ölürdü…

Farkında değildi, ama meğer güneş onu yukarıdan izlermiş. Güneş de beğenir, severmiş anlattığı masalları. Dolayısıyla o da severmiş masalcı dedeyi.

Bir gün masalcı dedeyi bir ağacın altında oturur, kara kara düşünürken görünce ışıklarını göndermiş, seslenmiş:

“Masalcı dede, niye böyle dertlisin?”

“Ah sevgili güneş, derdimi ancak sen anlarsın. Günün birinde masallarım tükenir, çocuklara anlatamam, onlar beni unutur, sevmez diye endişeleniyorum,” demiş.

“Dedecik, boşuna endişeleniyorsun,” diye seslenmiş güneş, ben ışıklarımı göndermeye devam ettikçe, yağmurlar yağıp, ağaçlar, çiçekler can buldukça, sular akarsulara, akarsular denizlere ulaştıkça, balıklar, tüm hayvanlar, insanlar yaşadıkça bu güzel dünyanızın öyküsü eksik olmaz. Sen de bu masallara can verdikçe masalcı dedenin ünü de, ona olan sevgi de eksik olmaz.”

Masalcı dedenin yüreğine ferahlık vermiş bu sözler.

“Ancak sen de yeni masallar anlatmaya söz ver,” diye devam etmiş güneş.


Söz vermiş masalcı dede. Çocuklar mutlu olsun, güzel masallarla büyüsün diye anlatmaya devam etmiş.


28 Eylül 2013, Moskova