28 December 2014

Ben aşklarımı yaşamaya devam edeyim / M. Hakkı Yazıcı


















Efendim, diyorlar ki, İstanbul’un altından tünel yaptık,
Şu kadar dakikada Ayrılık Çeşmesi’nden Kazlıçeşme’ye geçiyorsun
Soruyorum deniz var mı, deniz?
Bazen lodosu, bazen poyrazı hissediyor musun teninde?
Haydarpaşa’yı yeniden görmenin heyecanını yaşıyor musun?
Burhan Pazarlama var mı, vapurda
“kısa boyluların, çekik gözlüler”in diyarından yeni ürünler satan?
Bu tarafta Galata Kulesi’ni, şu tarafta Kız Kulesi’ni,
Öbür karşıda Topkapı Sarayı’nı, Ayasofya’yı, 
Sultanahmet Camii’ni görebiliyor musun?
Her seferinde ilk defa görüyor gibi hayranlıkla...
Tüneliniz hayırlı olsun,
İzin verin, ben, vaktim ve gücüm olduğunca aşklarımı yaşamaya devam edeyim.
Şimdi gidip Karaköy’de sabah kahvemi içeyim, Tünel’e çıkmadan önce.

28 Aralık 2014

05 November 2014

Editörün Ölümü / M. Hakkı Yazıcı


Editörün Ölümü / M. Hakkı Yazıcı

İki tür yayıncı vardır, bana göre.

İlki, yazarı kendi kaderiyle yalnız bırakmak yerine, güvenilir ve deneyimli editörlerle çalışması olanağını sağlayanlardır-ki bunlar genellikle kısa bir süre sonra sermayeyi kediye yüklerler.

İkincisi ise editör masraflarından tasarruf etmek için, yazarın pek çok hata yapmış olması ihtimaline aldırmadan, içinden yazar hata yaptıysa da cezasını kendi çeksin diyerek; en basit yazım hatalarını bile düzeltmeden kitabını basanlar.

Perihan Hanım, bu ilk kategorideki yayıncılardan birinin yayınevinde uzun yıllar gece gündüz demeden, büyük bir titizlikle çalışan bir editörün karısıydı.

Bir yayınevi’nin kitaplarını bastığı yazarlar yeteneksizse ve üstüne üstlük özensizse editörlerin işi çok zordur. Bazen editörlerin işinin zorluğu kitabı yazmanın önüne geçer.

Perihan Hanımın kocası da bir virgül için ölünen dünyanın kurulabilmesini hayal eden insanlardan; vahim bir yazım yanlışı görünce uykusu kaçan editörlerin son örneklerindenmiş.

Editörün yayınlanmasında  rol aldığı yazarların hepsi, hala sağlıklı bir şekilde yaşarken kocası büyük sıkıntılardan sonra yaşamını yitirmişti.

Perihan Hanımın isyanı da bunaydı işte.


05 Kasım 2014, Moskova

Kamil Abim artık evlense / M. Hakkı Yazıcı

Kamil Abim artık evlense

Kamil Abim, kırkına dayanmış, ancak hiç evlenmemişti.

Anacığı babacığı, onun evlenip, çoluk çocuğa kavuşmasını çok isterlerdi. Başka çocukları yoktu zavallı ihtiyarların. Torun sevmek onların da hakkıydı.

Komşu teyzeler, iş edinip, sonunda aşağı mahalleden bir gelin adayı buldular. Tek çocuklu bir dul kadındı bu. 

Kocası ava gittiği karlı, soğuk bir kış günü ormanda kış uykusuna yatmayı unutan bir ayının hışmına uğrayıp, ölmüştü.

Komşu teyzeler, dul kadınla konuşup rızasını aldılar. İş, Kamil Abiyi ikna etmeye kalmıştı.

Bir akşam çay, kahve içmek bahanesiyle konuyu konuşmak için eve konuk geldiler. Ancak Kamil Abi, Nuh diyor, peygamber demiyordu.

Kadının güzelliğine, ahlakına bir şey dediği yoktu; ama tutturmuştu “Ben kocası ölmüş dul bir kadının ikinci kocası olmam,” diye.

Kamil Abinin babası, Hüsmen Amca, pek konuya girmek istemiyordu.  Sofadan sobaya atacağı kuru odunları seçerken konuşulanlara kulak misafiri oluyordu.

En sonunda dayanamadı içeriye doğru bağırdı:

“A benim akılsız oğlum, kocası ölmüş dul bir kadının ikinci kocası olmak istemezsin de birinci kocasının yerinde mi olmak istersin?”



05 Kasım 2014, Moskova

Nenem dedemi çok severdi / M. Hakkı Yazıcı

Nenem dedemi çok severdi

Nenemi kaybetmiştik. Kırkı da çıkmıştı. Yaslı uzun günlerden sonra, bir gün “Biliyo musun, neneni çok sevedim,” dedi dedem.

“O da seni severdi,” dedim dedeme.

“Nerden biliyon len macirin tohumu?” diye sordu.

Bir gün hatırlıyorum, uzaktan akrabalar gelmişti, oturuyorduk. “Hanım, bir kavun getive de kesip yiyelim gari,” demişti dedem.

Nenem, ambara gidip bir kavun getirmişti.

Dedem, kavunun iyisinden anlamakla övünürdü. Gerçekten de anlardı.

Kavunu eline alıp, evirip çevirdikten, dibini başparmağı ile yokladıktan sonra “Bu daa olmamış hanım, bi başkasını getirive,” demişti.

Nenem, ambara gidip, bir kavunla dönmüştü.

Dedem yine kavunu yokladıktan sonra “Hanım, bu da iyi değil, bir başkasını getive,” demişti.

Bu tam dört kere tekrarlanmıştı. Sonunda dedem, “Hah işte, bu iyi, keselim,” demişti.

Ambarda sadece bir kavun vardı. Nenem de, ben de bunu biliyorduk. Nenem, hiç üşenmeden, itiraz etmeden dört kere aynı kavunu getirmişti.

Bunu söylediğimde dedem uzun uzun düşündü, sonra güldü.



04 Kasım 2014, Moskova

Yalnızlık başa bela ( Kısa öykü ) / M. Hakkı Yazıcı


Yanlızlık başa bela

Uyansam, kalksam artık…,
Günün ilk vapurlarının düdüğü. Ezan okunmuş. Ay henüz kaybolmamış. Birkaç martı sesi..
Rüya görüyordum, kötü rüyalarSınav günüydü, çalışmamıştım, otobüsü kaçırıyordum, ayaklarım ağırlaşmıştı, gömleğimi giymeyi unutmuştum....
Hiç kimsenin sormadığı, merak etmediği bir diplomam var dolapta. İşsizim.
Yalnızım. Kapımı kimse çalmaz.
Biliyor musunuz çok bahtsızım ben, çok. Balık olsam vapur çarpar.
***
Ve içerde bir tıkırtı. Fare mi? Açık pencereden içeri sızan bir kedi mi?
Mutfağa doğru yöneldim. Fare de değil, kedi de…Sıçan kılıklı bir herif.
Beni görünce mutfak bıçağını eline aldı.
“Kimsin lan sen?”
“Tanrı misafiri…”
“Ne o elindeki bıçak?”
“Karpuz kesecektim de…Birlikte yeriz d’il mi abi?”
“Abinden başlatma şimdi. Evde karpuz falan yok.”
“Hakkaten abi, buzdolabına baktım tamtakır.”
“Sana ne ulan benim buzdolabımdan.”
“Doğru abi, bana ne. Acıkmışım belki bir şeyler diye umdum.”
Yoktu. Allahın belası buzdolabım bomboştu.
Aybaşını beklesem, açlıktan ölebilirdim.
“Sen kimsin hala onu söylemedin.”
“Ben hırsızım abi.”
“Olum benim eve hırsız falan girmez. Kapıyı, pencereyi açık bıraksam da girmez. Çalınacak bir şeyim yok ki evde.”
“Doğru söylüyorsun abi, gerçekten de yok. Galiba sen de benim gibi yolsuzsun.”
“Artık ben gideyim abi.”
“Hoop, nereye gidiyorsun?”
“Ekmek almaya diye çıkmıştım. Annem evde, merak eder.”
“Bırak şimdi zevzekliği. Otur şurada bir iki laf edelim.”
“Peki abi. Abi benim karnım aç dışarıdan iki simit alıp geleyim. Sen de ben gelene kadar çay demlersin.”
“Hadi çabuk git, gel. Bak gelmez de kaçarsan, nerde olsan bulur hesabını sorarım; ona göre.”
“Tamam abi, merak etme.”
“Ulan dur gitme, gömleğimi pantalonumu giyeyim, beraber çıkalım. Sahilde bir yerde oturur, muhabbet ederiz.”
Gezdik, dolaştık.
“Abi ben gitsem artık. Valla annem merak edecek.”
“Tamam oğlum, git.”
Sıçan kılıklı bir herif, ama iyi bir herif. Konuşmasını da, dinlemesini de biliyor.
“Bak oğlum,” diye seslendim arkasından, “Eve nasıl gireceğini biliyorsun, ara sıra gel, muhabbet edelim.”


Eylül 2014, Moskova



( Bu öykü Notos Öykü Dergisi'nin 52. ( Haziran-Temmuz 2015 ) sayısında yayımlanmıştır.)



20 August 2014

Budur Oyunun Kuralı / M. Hakkı Yazıcı

Budur Oyunun Kuralı

Rüyalarımdan uzun metrajlı bir film yaptım
Esas oğlan ben, senarist ben, rejisör ben, 
Prodüktör yine ben,
Gişesi yok, tek seyirci yine ben.
Konu biraz hüzünlü
Komedi değil, dram değil,
Aksiyon var, ama aksiyon filmi değil,
Trajikomik de değil,
Türü bozuk bir film işte…
Elimde kalan kapı kolu
Açılamayan gelecek kapısı
Kaf dağının ardında kalan umutlarım
Yağmurunu salmadan geçen bulutlar
Başucumda sallanan serum şişesi
Böğrümde koşan atlar
Dışarıda pabucu yarım, çık dışarı oynayalım
Diye seslenen bir bahar havası
Televizyonda zeybek havası
Çöküldü mü kalkılmalı efem, d’il mi ama?
Budur oyunun kuralı.
Haydin efeler!


21 Ağustos 2014, Moskova

27 July 2014

Evimize bir güneş aldık / M. Hakkı Yazıcı


































Evimize bir güneş aldık / M. Hakkı Yazıcı 

Evimize bir güneş aldık
Bizi ısıtsın, aydınlatsın diye odamızı
O da bizimle yaşıyor
Bir masrafı yok
Sofraya ilave bir tabak daha, hepsi bu
Beraber yatıyor, beraber kalkıyoruz.
Dün akşam balkonda
Birlikte ayı, yıldızları seyrettik
İçtik, şarkılar söyledik
Dünya hallerini konuşup, dertleştik
Zalimlerin zulmünden başlayıp,
İstanbul’un güzelliğine,
Savaşların kötülüğünden, aşklara kadar,
Her şeyden konuştuk.
Meğer o da aşıkmış
Kime diye ısrar ettim, söylemedi
Ne diyelim Allah sevdiğine kavuştursun
Bilmezdim, onun da zaafları varmış
Kar yağarken güneş erirmiş
Yanlışlardan hayıflandım
Dert etme, dedi, ama sanki
Aksine dert et gibi söylemişti
Bazen, dedi, bulutlar yolunu şaşırır
Topraklar suya hasretken
Denizleri sularlar
Bazen, bir günüm bir öncekine
Benziyorsa bozuluyorum, dedim
Terakki lazım, terakki, dedi.
Yüzüne baktım
Sanki karşımda bilge bir dede oturuyordu
İçtikçe güzelleşti.
Geç vakitte yattık, hemen uyumuşuz
Sabah öperek uyandırdı beni güneş
Bugün bayram,
Bak, İstanbul'da bir asude sabah
Aç pencereni, dünyayla seviş, dedi
Bugün hiç olmazsa dertlerini evde bırak
Çık parklarda, deniz kenarında dolaş.
Derin nefes al, kuşları dinle.
Kafanı pisliklerden arındır, dedi.
Miskinlik bu ya,
On dakikalık şekerlemeye tav olup
Yorganı başımdan çektim, biraz daha uyudum
Sonra kalktım, perdeleri, pencereleri açtım
Güneş çoktan uyanmış
Göz kırpıyordu tepelerin arkasından
Halbuki çilli horoz da kaç kez
Haber vermişti sabahı
Kuşlar sabah telaşındaydı
Simitçi üç kez geçmişti sokaktan
İçimde bir his, bir sevinç var
Güzel bir gün olacak bugün, güzel.

28 Temmuz 2014

25 May 2014

Veda / M. Hakkı Yazıcı

 

Veda


Veda etmek kolay değil. Biliyorum, kesinlikle kolay değil.

Öyle değil mi?

Ama galiba bazen cesaret edip veda etmek gerekiyor. Bir şeylerin iyi gitmediğini fark ediyorsan, ama buna rağmen idare ediyorsan; kötü…

Kar mıdır, yoksa zarar mıdır hanemize yazılan?

Ayrılmayıp da biraz daha mı denesek, diye düşünmeye başlamışsan; kötü…

Yüreğin muhasebecisi ile tartışıp üste çıkmakmış veda.

D’il mi ya?

“Gitme zamanı gelmişse 'dur' demenin; zaman geçmişse 'dön' demenin ve aşk bitmişse 'yeniden' demenin hiçbir anlamı yoktur,” dememiş mi Marquez?

Zordur veda etmek. Zor,…Ama sonunda ettiiim!...Ettim işte.

Hatırlıyor musun? Demiştim de inanmamıştın. Var ya demiştim... O gün işte,.. Öyle bir veda ederim, ederim ki, nasıl kanatlandığımı gözlerinle görürsün. Bir Şagal tablosuna bakar gibi bakakalırsın arkamdan bana…

Ve işte, varlığımın kıymetini bilmeyen seni yokluğumla baş başa bırakıyorum.

Ama niye, ne oldu, deme. Düşün biraz. Her şey hiçbir şeyden çıkıyor, oysa her şeyde hiçbir şeye yer yok...

Var mı öyle, hiçbir şey diye bir şey!?..

Meseleleri mesele etmezseniz ortada mesele kalmaz?

D’il mi ya?

Ama öyle kolay değil.

Ben diyordum gözlerin, sen diyordun sözlerin. Ben diyordum gökkuşağı, sen diyordun yağmur, çamur.

Ah şu ertesiler yok mu, ertesiler, Öteleten yaşamı ertesilere…

Her karar bir vazgeçiş. D’il mi ama?

Hayat baki…

Neyse ki dışarıda hava güzel, sahil boyu yürüyorum.

Kuzguncuk’ta kızlar, pencerelerin önünde oturmuş; kaçamak bakışlarında delikanlıların yeni bir hayat arıyor gözleri.

Hava güzel derken güneş, aniden saklanıyor bulutların arkasına. Ortalığı bir serinlik kaplıyor. Daha bir saat önce bahar gelmiş diye seviniyordum.

Kış, kışt kışt! Git artık, yeter. Bak görmüyor musun, çiçekler açmış; bahar kapıyı zorluyor... Hadi git, seneye görüşürüz artık.

Göğsümü yalıyor bir esinti. Hey rüzgar, sen hangi rüzgarsın? İncinmiş ruhumun ilacı mısın yoksa?

Hava öncesine göre biraz serinlemişti, ama sokak iyi gelmişti.

Çok mu aç gözlüyüm? Sokakta olan her şeyi çok seviyorum.  Hele güneşli bir bahar gününde,.. çiçekleri, ağaçları, denizi; sokak eylemlerini, sokak kedilerini ve sokak şarkıcılarını...

Düşüncen terk etmiyor beni. Şimdi yalnızım…

Yalnızım işte! Hep peşimden koşup gelen gölgem de olmasa…

Seni bir kez yüzüstü bırakmışsa birisi, kuşkusuz bir kez daha bırakacaktır....Gidene hoşça kal diyebilmek de bir meziyettir...

Kapıyı çekip, inerken basamaklarından merdivenlerin kuşkusuz makus talihimdi, tarihimdi düşündüğüm. Yakıştıramıyorum kendime şakaklarımdaki akları, yüzümdeki kırışıklıkları.

Yaşlandıkça zaman konusunda daha hasis oluyor insan. Boşa geçen, harcanan zamanlara daha çok acınıyor.

Bu kadar mı haindi geçen yıllar, nedir alıp veremediği benimle.

Unutamadığım aşklarım?

Biliyor musun, kızıyorum sana. Kıyıya vurup, uzaklaşan dalgalar gibisin. Dostluğun karanlıkta kaybolan mavnalardan ışığını esirgeyen dolunay gibi…

Demek ki sen de bulutların arkasına gizlenen, sonrasında kesilip yıldız yapılan eski aylardansın.

İşte veda ettim sonunda. Bir Şagal tablosuna bakar gibi bakakalırsın arkamdan bana, demiştim de çok gülmüştün.

Şimdi aşkta mesafe var.

Aşk, seni kanatlandırır; uçarsın ya da uçamazsın…Artık bu senin bileceğin bir iş…
Uçamazsan kanadı olup da uçamayan kuşlardan biri olarak tarihe geçersin.

Evet, zamanı gelmişti. Gelmişti de, geçmişti bile.

Sana sırtımı döneceğim.  yürüyüp uzaklara gideceğim.  Farkına vardığında, çok arayacaksın bende kalan kalbini.

Hava serinledi. İster misin bir de üstüne yağmur yağsın. Kapalı bir yer bulup oturmakta fayda var.

Anlamıyorsun değil mi? Gönül yorgunuyum.

Sığmıyor bedenime bunca farklı hayat.

Oysa ne güzeldi seninle yürümek, deniz kenarında gezinmek;… gezinmek hayallerin kıyısında; inmek, çıkmak dalgalarla…

Her günümüz iyi değildi kuşkusuz. Ama her günün içinde iyi bir şeyler vardı.

Hayatımın sonbaharında seni kucaklamıştım ilkbahar gibi. Bana yeni ümitler getirmiştin.

Hani bir keresinde sormuştun, seni ne üzer diye.

Hani sararmış, kurumuş yaprakların dökülmesi değil de, kurumamış yaprakların vakitsiz dökülmesi, demiştim.

Sen de oturup ağlamıştın.

Güneş iyice çekildi. Hava serinledi. Güzel bahar günü yavaş yavaş yerini serin bir akşama bıraktı.

Yürümenin de keyfi kalmadı. Yolumun üzerinde bir çayevi bulsam, içeri girip sıcak bir çay içsem, biraz dinlensem.

Ben çayımı yudumlarken mesela sen arasan?

Bir arasan?..Hiç olmazsa bir mesaj yollasan? Nerdesin desen. Hava serin gibi, üşüyor musun, diye sorsan.

Biliyorsun zor bir şey veda.

Dahası kahrolsun elveda!



Moskova, 26 Mayıs 2014


17 May 2014

Anlat Bana Zeytin Ağacı





















Anlat Bana Zeytin Ağacı (1)

Manisa’da, Zeytinliova’da
Yaşı on asırı aşkın bir zeytin ağacı,
Benim sevgili zeytin dedem,
Diğer ağaçlara ayıp olmasın diye
Kasabanın ismi değişse, dedi.

Ova da ona uydu,
Dağlara ayıp olmasın diye…

Zeytin ağacı, biz, dedi
Diğer ağaçlarla kardeş gibi yaşarız onca zamandır
Ova da dedi ki ben de hakkı yenmesin isterim
Bana sularını gönderen şu karşıdaki dağların.

***
İşte bana her şeyi anlatan,
Her şeyi bilen
Bu zeytin ağacıdır.

***
Zeytin dedem, diye başladım;
Bana yarenlik edecek biri lazım
Uzanıp, sırtımı vereyim yaşlı gövdene
Sığınayım ulu gölgene
Rüzgarda hışırdayan yapraklarının serinliği
Ferahlatsın içimi.
Sonra usul usul anlat bana
Neler oldu?
Nedir bu işler?

Çok sorum var sana
Tek tek sorayım,
Usul usul anlat bana.

Tanrı sevdiği insanları
Zeytin ağacı olan yerlerde yaşatırmış,
Daha çok sevdiklerinin ise
Zeytin ağacı olurmuş...
Doğru mu?

Peki, öyleyse, yani doğruysa
Böyle bereketli topraklarda
Onca yoksulluk, onca dert niye?

İnsanlar?
Ya insanlar?...
Nedir bu insanın insana ettiği?

Bilirsin Epikür dedem, demiş ki
Tanrı varsa bu evrende,
Bunca kötülük niye?

***
Sorma, dedi zeytin ağacı,
Bugün çok efkarlıyım…Çok
Haberler kötü.
Gökyüzünde kara bulutlar
Kömür karası, kara bir gün
Felaket hanelere düştü.
Hepimizin içi karardı.

Bir Fatma kız var, muhtemel tanımazsın
Yorulunca gölgeme sığınır senin gibi
Yarenlik eder bana
Fatma’nın dikili bir zeytin ağacı bile yoktu,
Ama olsun zeytin kasabasında yaşıyordu
Kadir’i ve yavrusu Bünyamin’iyle
Mutlu yaşarlardı bu zeytin kasabasında

Canı çıkasıya didinir evinin rızkı için

Kendisi zeytinde.
Kocası madende.

O getirdi
Kara kömür ocağından kara haberi
Üçyüz can kalmış toprağın dibinde
Kara deliğin kara labirentlerinde

 “Kocam bir cebe sığınmış olsa bari,” dedi Fatma
Kartı yukarıda maden girişinde
Kendisi, lambasıyla aşağıda
Kocası Kadir ve can arkadaşı
Soğanını, ekmeğini paylaştığı Soma’lı Kader  
Son yolculuklarında yine beraber.

*** 

Kadir’in kaderi böyle mi olmalıydı?
Hiç umut yok mu zeytin ağacı?

***
Yoktu!
Tek tek söndü umutlar,
Madenci lambalarının ışığı gibi.

Fatma, kara deliğin dibine çöktü
Yemedi, içmedi, dört gün bekledi.
Ancak Kadir’i dönmedi

Şimdi Fatma’cık nasıl tutunacak yaşama
Şimdi nasıl sevecek yavrusunu,
Yetim Bünyamin’ini
Eskisi gibi
Kömür karası gözlerinden ötürü
Kömür gözlüm diye!

İşte böyle, geldi
Kömür karası kara günler
Gökyüzünde kara bulutlar

Yüz karası, kömür karası,
Böyle mi kazanılmalı ekmek parası?


M. Hakkı Yazıcı
Moskova, 16 Mayıs 2014