31 March 2015

Uzun kavak altında uzun yazar oğulları / M. Hakkı Yazıcı



Uzun kavak altında uzun yazar oğulları / M. Hakkı Yazıcı



Hevesli bir genç yazar adayı aylarca uğraşmış kalınca bir roman yazmış.

Yazarın soyadı da huyu gibiymiş, yani ismiyle müsemma imiş: Uzunkavakaltındauzunyazaroğulları

Kendisi çok sevmiş, beğenmiş yazdıklarını; ancak bu romanını yayınlatmak için nefesi kuvvetli editörü olan bir yayınevi bulamamış.

Pek sevmişti yazdıklarını, ama başkalarına beğendirebilecek miydi, bunu bilmiyordu.

Hatırını kıramayan, edebiyat meraklısı bir arkadaşını romanını okumaya razı etmiş.

Bir hafta sonra arkadaşının kapısına dayanmış:

“Okudun mu romanı?”

“Okudum.”

“Hoşuna gitti mi?”

Arkadaşı:

“Sonu iyi idi, ama başını unuttum,” diye cevap vermiş.

“O zaman bir daha oku,” diye üstelemiş yazar heveslisi.

Arkadaşı kıramamış, “Tamam,” demiş.

Dayanamamış, ertesi günü yeniden dayanmış arkadaşının kapısına.

“Nasıl?” diye sormuş.

Arkadaşı:

“Başı iyi, ama şimdi de sonunu unuttum,” demiş.

Yazar heveslisi, bakmış çaresi yok, bundan böyle kısacık hikayeler yazmaya karar vermiş.



Moskova, 31 Mart 2015

27 March 2015

Günaydın Anneciğim ( Kısa öykü ) / M. Hakkı Yazıcı


Fotoğraf: Murat Uzsoy




Günaydın Anneciğim




“Anneciğim, günaydın! Bugün hava ne kadar güzel ve güneşli değil mi? Hayırlı sabahlar olsun.”

“Kimsin sen, neredesin? Bana anne diyorsun. Benim kızım yok ki. İki oğlum var. Onlar da burada değiller.”

“Anneciğim, senin bir kızın vardı. O da benim. Senin oturduğun sıranın biraz ilerisinde, karşı sırada oturuyorum. Başımda çiçekli bir şapka var. Yüzüm denize dönük. Hava güzel ve güneşli, ancak hafif bir lodos var. Deniz biraz dalgalı; ama artık korkmuyorum. Alıştım. Bir kere bak, beni göreceksin. Bir defa bakman yeterli, benden tarafa fazla bakma. Yanına da gelmeyeceğim. Bununla yetinmek zorundayız. Bunun kuralı böyle. Hafif bir esinti gibi girip çıkacağım hayatından, hep yaptığım gibi.”

Vapurla Kadıköy’den Karaköy’e geçiyordu.  Fındıkzade’ye akraba ziyaretine gidecekti. Oturduğu yerden biraz dikilerek ileriye, karşı sıralara baktı. Çiçekli şapkalı bir kadın oturuyordu. Göz göze gelemediler. Kadın denize bakıyordu. Lodosun kabarttığı dalgalara takılmıştı gözü.

Ruh yerinde durmuyor, başka bedenlerde kendine yer buluyordu belki.

 “Evet, vardı; bir kızım vardı, ama onu yitirdim. Koruyamadım onu. Gözümün önünde dalgalı deniz yuttu onu.”

“O anı hatırlıyor musun?”

“Hatırlamaz olur muyum? Hiç aklımdan çıkmadı ki!

Zor günlerdi. Mübadele zamanı… Gideceksiniz dediler; olmaz dedik, dinleyen olmadı. Toprağımızdan, çiftimizden, çiftliğimizden, hayvanlarımızdan, komşularımızdan ayrılıp, bilmediğimiz bir başka vatana gidecektik.

Yeni evlenmiştik, düğünümüzü yapamamıştık; seneye yaza elimiz bollanınca yaparız demiştik. Zoru becermiştik; bütün engelleri aşıp birbirimize kavuşmuştuk babanla. Eee, kolay değil iki farklı dinden insanın evlenmesi. Babam olmasa bu iş olmazdı; yüreği yumuşacıktı, anlamıştı birbirimizi sevdiğimizi.

Çok geçmemiş sen doğmuştun.  Baban Niko bizimle gelememişti. Olmaz dediler, onun dini başkaymış.

Birkaç gün içinde Gülcemal’in güvertesinde buluvermiştik kendimizi, annem babam ve kardeşlerimle.  Dünyamız allak bullak olmuştu. Sen, daha kundakta bebektin. Hepimizin yüzünden düşen beş parçaydı. Kötüydük kısacası.

Birden deniz kabarmıştı. Koskoca Gülcemal vapuru, bir dalganın üzerinde şaha kalkmıştı.  Elimden düşüvermiştin. Kayıvermiştin güvertede. Her şey birden olmuştu. Düşüvermiştin o azgın denize. Koşmuştum. Hepimiz koşmuştuk. Atlayamamıştım denize. Çekip, alıp, kurtaramamıştım seni yutan dalgaların koynundan.

Suçluydum. Becerememiştim. Elimden bir şey gelmemişti. Hiç affetmedim kendimi bu yüzden. Her gece rüyama girdi o an. Yıllar geçti kendimi kurtaramadım bu suçluluk duygusundan. Hep düşüncelerime girdin. Başka çocuklarım oldu, ama seni hiç unutamadım.”

“Anneciğim, sen suçlu değildin. Yazgımız böyleydi. Yeter artık kendini üzüp, paraladığın.”


27 Mart 2015, Moskova

03 March 2015

Ola ki Yaşar Kemal duyar diye…/ M. Hakkı Yazıcı






























Ola ki Yaşar Kemal duyar diye…

Bir gün bütün çiçekler beyaz mı açmalı,
Diğer renklere haksızlık olmaz mı Yaşar abi?
Yani o senin sevgili Toros yaylalarındaki gibi...
Bütün bahçeler, kırlar rengarenk olsa be Yaşar abi
Mesela önce şu senin dediğin gibi başlasak
Renkleri kirletenlerden bi yakamızı sıyırsak. 

Her yerde özlediğimiz hür ve mesut şarkılar söylense
Şarkıları bir ağızdan, ama herkes kendi dilinden söylese 
Mesela diyorum ki yıldızlar da bizim dilimizde söylese.

Penceremizden uzansa nur
İstediğimiz şekilde doğsa gün
Dilediğimiz gibi yağsa yağmur

Apansızın, çırılçıplak  gelse kapımıza bahar
Bizim hatırımıza başka türlü esse deli rüzgar
Toprağa düşen tohumları komşu diyarlara taşısa
Köyünde herkesin bir beyaz badanalı evi olsa
Hayatı herkes dilediğince, doya doya yaşasa.

Senden öğrendik bir arada olamayacağını sevgiyle nefretin,
Bir masada demlenemeyeceğini Abdi Ağayla İnce Memedin
Ve yine senden öğrendik sevmeyi, istemeyi, kavgayı; börtü, böceği, 
Ufka, bulutlara, güneşe, gökyüzüne bakıp hayal kurmayı 
Hiç gökyüzüne biter mi hayranlığımız?
Ve hele hele Yaşar abi, sana,
Anadolu halklarının ozanına...
Senin dilinden anlamak 
Daha da güzelleştiriyor
Suyu, toprağı, insanı,…
Sen abilerin en hası,
Kürtlerin en Türkü, Türklerin en Kürdüydün 
Tesellimiz şu ki ışığın hep üzerimizde olacak Yaşar abi!


Moskova, 03 Mart 2015