12 June 2015

Nazım’ın yamacında / M. Hakkı Yazıcı

Nazım’ın yamacında

Dün sabah efkarlandım yine, Lenin Tepelerine gittim
Yüksektir, belki görürüm diye bizim memleketi
Göremedim haliyle, parmaklarımın ucunda yükselip baktıysam da
Karşıda, uzakta Lujniki Stadyumu vardı, Moskova Nehri’nin arkasında
Biraz ötesindeyse Nazım’ı misafir eden Novodeviçiy Manastırı Mezarlığı
Anton Çehov’la, Gogol da var orada
Nazım’la yarenlik ediyorlar arada
Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi Vera Nazım’ın ayakucuna uzanmış.
Nazım, hala Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülmeyi bekliyor,
Uyarına gelirse, tepesinde bir çınar da olursa taş maş da istemiyor hani…

Korkulukların üzerine çıktım memleketi görürüm diye bu defa
Telaşla bir militsiyoner koştu geldi yanıma
Korkma dedim, atlayacak değilim aşağıya
Daha eksik bir sürü işim var tamamlamaya
Pasport pajalusta, dedi, var mı registratsiya?
Var tavariş militsiyoner, var dedim.
Bir tuhaf baktı yüzüme, görev suratsızlığıyla.
Sordum: Belki sen bilirsin, neler oluyor ortalıkta?
Bir şey demedi, evraklarıma bakıp, spasiba deyip geri verdi
Gerisin geri döndü gitti.

Korsan mitinge gider gibi, bayırdan koşa koşa indim aşağıya
Moskova Nehri’nin kenarında avlanan balıkçılara baktım
Belki Nazım’ın çileli ömrünün bir parçası oltalarına takılmıştır,
Çekip çıkarmışlardır onu mavi suretiyle diye.
Belki takılmıştı da benzetememiş bir şeye
Ne balığa, ne pabuç eskisine
Atmışlardı gerisin geriye
Ola ki terk edip Novodevidiçiy’i, Moskova Nehri’yle akıp
Ayvazovskiy’nin fırtınalı denizlerini falan aşıp
Okyanuslara kavuşmuştu Nazım’ın çileli ömrünün bir parçası
Karayip Denizi kokan Küba kıyılarına varmıştı bile belki
1961 yazı ortalarında mutluluğunun resmini Abidin’in bile yapamadığı Küba’nın
Varmışsa çok şükür, çok şükür o günleri de görmüştür gam yemeden.

Metroyla geçip Sportivnaya’ya, Nazım’ın yanına gittim
Bana yine mutad soruyu sordu
Buralarda on dokuz yaşına rastladın mı?
Biliyordum, rastlaşmıştı o da on dokuz yaşıyla.
Rastladım dedim Lenin Kütüphanesi’nde
Fotoğraflarımız yoktu, ama birbirimizi birden tanıdık
El sıkışmak istedik, ama ellerimiz birbirine dokunmadı
Aramızda kırk yıllık zaman duruyordu.
Elinde Lenin’in “Ne Yapmalı?”sının İngilizcesi vardı,
Ben elimdeki Rusçasını, “Şto delat?”ı gösterdim hava olsun diye.
Ciddi, sert bakışları; Stalinvari kalın bıyıkları vardı.
Yaz günü ve hava sıcak olmasına rağmen ayağında
Hala eskiden benim de giydiğim gibi bitpazarından alınmış Amerikan asker postalları
Üzerinde muhtemelen yine bit pazarından alınmış haki renkli bir asker gömleği ve siyah keten pantolon vardı,
Kış olsa yeşil renkli bir asker parkası giyeceği kesin.
Sanki Latin Amerika dağlarında savaşan bir gerilla timine mensup,
Che’nin yoldaşı bir militan gibi…

Eskiler canlandı yine belleğimde,
Yitirdiğimiz yoldaşları andım,
Dağda, sokakta, zindanda, işkencede,
Durdum, sustum, hüzünlendim.
Biliyor musun ustam, dedim, gerçekten doğru söylemişsin
On sekiz, on dokuzunda en değersiz eşyamız canımızdı.
Senin gibi meğer ne çok şeyi severmişim de
Ancak ben de Altmışında farkına vardım bunun.


13 Haziran 2015, Moskova

11 June 2015

Bahtiyarım, çok bahtiyarım / M. Hakkı Yazıcı

Bahtiyarım, çok bahtiyarım

Bahtiyarım, çok bahtiyarım
Bu benim en şanslı yanım.

Ne mutlu bana, -ki olay haliyle takdire şayan
Daha avluya girince bir pencerem var, el sallayan,
Eşikte bir kapım var, beni kucaklayıp karşılayan.

Çöpleri karıştıran aç fareler,
Umarsız, şımartılmış kediler,
Kedilerle dost, sünepe köpekler,
Başıma uğurunu bırakan güvercinler,
Evi istila eden koca, kara böcekler,
Hepinizi çok, ama çok seviyorum.

Bahtiyarım, çok bahtiyarım
Bu benim en şanslı yanım.

Ne mutlu bana, -ki olay haliyle takdire şayan
Daha avluya girince bir pencerem var, el sallayan,
Eşikte bir kapım var, beni kucaklayıp karşılayan.



11 Haziran 2015, Moskova

08 June 2015

Arif’e ders vermek şart olmuştu / M. Hakkı Yazıcı



Arif’e ders vermek şart olmuştu

Kadınlar durumdan ilk defa hamamda haberdar oldular.

Gülşen, ne kadar peştamalını çekiştirip o yerlerini kapatmaya çalıştıysa da kadınlar vücudundaki morlukları fark ettiler.

Avniye teyze:

“Ne o kız bu vücudundaki morluklar?” diye kestirmeden soruverirdi.

“Bir şey değil abla, zeytin toplarken düşüverdim de,” diye cevap verdi, Gülşen.

“Kız, o ne biçim düşmekmiş, sanki zeytin toplarken düşen ilk sensin,” deyiverdi.

Gerçekten de Gülşen’in vücudundaki morluklar vücudundaki morluklar başka başka yerlerdeydi. Sırtında, kıçında, baldırında, karnında,.. Düştüğünde olsa, bir tarafında olurdu.

Göbek taşından fırlayıp gelen Gülşen’in karşı komşusu Emine abla:

“Bu kızcağızı o ayyaş herifi her gece dövüyor,” diye konuya açıklık getirdi.

Bütün kadınlar içleri acıyarak baktılar Gülşen’e.

Kasabanın kadınlarının çoğu için müşterek bir sıkıntıydı bu. Herifler kahvede pinekleyip, tembellik ettikleri yetmezmiş gibi akşamları da içip içip karılarını dövüyorlardı.

“Öfff öf,” diye içini çekti Avniye teyze.

Tarihte bir zamanlar, Avniye teyzenin de başına gelmişti buna benzer vakalar, ancak kocası öleli seneler geçmiş unutmuştu bütün bunları. İki lafın arasında Salih amcayı anar, “Pek iyi adamdı benim herif,” diye gözü yaşlı yaşlı anlatırdı.

***
Gülşen’in kocası manifaturacı Arif, kötü bir adam sayılmazdı, ancak çok içmeye görsün; ilk kadehten sonra keyiflenmeye başlar, ikincisinde ağzından bal akmaya başlar, yakası açılmadık fıkralar anlatır, üçüncüde şiirler söyler, şarkılara eşlik eder, dördüncüde efkarlanmaya başlar, suskunlaşır; beşincisinden sonrasında ağlamaya, haykırmaya, önüne gelen sataşmaya, kavga etmeye başlardı.

Hışmından kurtulmanın tek çaresi iyice sarhoş olup, sızmasıydı.

Sonra uyurdu. Bazen yatağın yolunu zor bulurdu. Yatağa varamadan yerde halının üzerinde sızıp, uyuduğu da çok olurdu.

***
Avniye teyzenin kilosu gibi ağırlığı vardı kadınlar üzerinde.

“Ne mıymıntı kadınlarsınız be siz, heriflerinizin bi hakkından gelemiyorsunuz,” diye çıkıştı.

Kadınlar, boynunu büküp, başlarını öne eğdiler.

“Kızlar ister misiniz şu Arif’e bir ders verelim?”

Gülşen, telaşlandı. Tarzan’a özenip Spil dağının eteklerinde yaşayan deli Kadir’e kocasını dövdüreceklerini sandı, “Aman,” diye atıldı.

Avniye teyze:

“Dur sen kız, karışma,” diye ittirdi.

***
Arif’in manifaturacı dükkanı çarşının merkezindeydi.

İşleri nasıl derseniz, siftahsız kapattığı günler az değildi. Konfeksiyon, her şeyin hazırı moda olup, İzmir de komşu kapısı olduktan sonra herkesin alışverişini oradan yapar olmuştu.

Sabahın erken saatinde, daha sabah serinliği varken ilkin Sabahat abla girdi dükkanın kapısından. Arif, elindeki gazetenin birinci sayfasını “cık cık”layarak göz gezdirip, çayını yudumluyordu.

Sonra Sümüklülerin Emine, arkasından da berber Hüseyin’in karısı Aysel girdi.

“Komşu şu puanlı basmayı bi indirive de bakıverem.”

“Bi de şu emprimeyi indirivesene.”

Arif, aylardan sonra dükkanında bu kadar müşteriyi bir arada görmenin keyfiyle birinci sayfasında kaldığı gazeteyi, soğuyan çayını unutmuş habire raflardan kumaşları indirip gösteriyordu.

Dükkan doluydu. Yan dükkanlardaki komşular da bu müşteri bereketine akıl erdirememiş kapıdan kafalarını uzatmışlardı.

Çarşı Camii’nin müezzini minareden kafasını uzatıp, sanki Arif’i camiye gelirken görünceye kadar devam edecekmiş gibi öğle ezanını uzattıkça uzattı.

İkindide de aynısı oldu.

Esnaf lokantasının aşçısı Arif’in sevdiği yemekten bir porsiyonu işi çıkmış geç kalmıştır, birazdan gelir diye bir kenara ayırmıştı.

Öğleden sonra da müşteri bereketi vardı, ancak siftah yoktu.

En son Avniye teyze girdi dükkana:

“Arif’im nassın, nasıllar çoluk çocuk, Gülşen’im iyi mi?”

“İyi be Avniye abla, uğraşıp duruveriyoz işte.”

Sonra kadınlar, teker teker, “neysene bi düşünüverem de gari, sonra kara verdiğimde almaya gelirim,” deyip dükkandan ayrıldılar.

“Arif olan anlar,” derler, ama Arif bir şeyler anlayıp, ders çıkarmış mıydı kendine bilinmez; ancak o gün, gece yarısına kadar tezgahın üzerine yığılmış kumaş toplarını yeniden raflara yerleştirmekle uğraştı.


08 Haziran 2015, Moskova