13 April 2015

Bütün kosmozun aşığıyım / M. Hakkı Yazıcı
















Bütün kosmozun aşığıyım

Oyunda sahipsiz bir rol vardı
Onu da bana vermek istediler
Sahnenin bir kenarında durup
Alkışlayacaktım her söyleneni
“Pışık”, dedim parmağımla gözümü gösterip
Ben de o göz var mı?
Sahnenin kenarından oyunu izleyip,
Her söyleneni alkışlayacak.

Sivri akıllı biri bir soru attı ortaya
Arkadaş herkes açıkça söylesin “ist”lerden hangisi olduğunu.

İlk cevap İstanbul’dan geldi:
“Ben İSTanbulum”
Kimsenin itirazı olmadı.
Zevzek birisi ben de İSTasyonum diyecek oldu, susturdular.

Genç bir kız, “Ben feministim”, dedi,
Bir diğeri nasyonalist, öbürüsü enternasyonalist olduğunu,
Genç bir delikanlı Marksist-Leninist ve hatta Maoist olduğunu söyledi.
Ekolojist, Kemalist, anarşist, sosyalist, komünist, 
Humanist, ateist, antagonist, budist...

Üüüü, neler vardı, neler; bildiğim, bilmediğim. 
Hiç bu kadar İzm'i bir arada görmemiştim.
Nedir bu insanlığın “bağzı” “izm”lerden çektiği!
Biliyordum aralarında faşistler de vardı.
Ama bizim memlekette adettendir,
Sümme haşa faşistler, kendilerine faşist demezler, dedirtmezler.

Sıra bana gelmişti biraz absürdist bulacaksınız ama
Birden annemi, babamı, kardeşimi, oğlumu ve tüm hısım akrabayı
Arkadaşlarımı, okulumu, mahallemi, misket yuvarladığım sokakları
Memleketimi, onunla da yetinmeyip çepeçevre bütün dünyayı,
Nehirleri, denizleri, ağaçları, çiçekleri, böcekleri,
Türkleri, Kürtleri, Ermenileri, Arapları, Çerkesleri, M'acirleri,
Rusları, Çinlileri, İspanyolları ve hatta Amerikalıları,
Ve şu içimi ısıtan, ışıtan, her şeye can veren güneşi,
Mehtaplı gecelerin kahramanı aydedeyi, yıldızları çok sevdiğimi fark ettim.
Acunistim desem olmazdı,
Evrenistim desem yine uymazdı
Ben kosmozistim deyiverdim
Bütün kosmozun aşığıydım.


12 Nisan 2015, Moskova ( Yuri Gagarin’le uzaydaki ilk insanlı yolculuğun 54. yıldönümü )

01 April 2015

Hayatımın kaçan penaltısı ( Kısa öykü ) / M. Hakkı Yazıcı








Hayatımın kaçan penaltısı




Sanki penaltı kaçırmış bir futbolcunun hali vardı üzerimde; başım öne eğik.

Tanrım şimdi benim oyundan çıkarılmam mı gerek? Hayatında penaltı kaçırmış ilk insan ben miyim?

İçimden bir ses-kimin sesiydi bilmiyorum, babam da olabilirdi- oğlum kendine gel, bu her şeyin sonu değil, yaşam devam ediyor cinsinden bir şeyler söyledi.

Bu sese inandım. Her şeyi yeniden düşünmeliydim. Bunun için beni bekleyen muhtemel iyi ve tabii ki kötü şeyleri düşünebileceğim sakin bir yere ihtiyacım vardı.

Ve hatta içimi ısıtacak demli bir çaya.

Kendimi hep iyi hissettiğim denizin kenarındaki çay bahçesine gittim.

Hava üşütmeyecek kadar güzelse, hafta sonu kalabalığı yoksa oturup, huzur bulmak için bulunmaz bir yerdi.

Kendime her zamanki gibi ortalığı da kolaçan edebileceğim bir masada yer bulup oturdum. Hep yanımda taşıdığım küçük not defterimi ve kalemimi çıkarıp masanın üzerine koydum. Bunlar olmadan düşünememek gibi bir huyum vardı.

Sonra gelsin çaylar.

***

Satışların iyi gittiğini söyleyen patrona, kağıt üzerinde satışların karlı göründüğünü, ancak genel giderlerin umulandan fazla olduğunu ve işlerin pek parlak olmadığını söylemiştim.

“Öyle mi?” diye yüzüme bakmıştı, şaşkınca. “Bu konuya bir bakalım.”

Uyarma görevimi yapmış olmanın iç rahatlığıyla yanından ayrılmıştım; ancak öğle yemeği paydosundan sonra beni yeniden odasına çağırdı.

“Çok çalışkan, dürüst, bilgili bir elemansınız, ancak benim içimi karartıyorsunuz. İsterseniz birlikte çalışmaya son verelim,” dedi.

Beklemediğim bir olaydı bu. Hazır değildim, çalışmaya ihtiyacım vardı.

“Peki, efendim, siz bilirsiniz,” demekle yetindim.

Hep parlak, hoş şeyler duymaktan hoşlanan bir işverene ne söylenebilirdi ki? Böyle patronlara parlak hayaller sunan yalancı satış elemanları lazımdı.

Kös kös çıkıp gitmeden önce, yine de bir şeyler söylemek gerekirdi. Patron da benim gibi futbol meraklısıydı.

“Efendim,” dedim, “Zaten bizim iş tarzlarımız birbirine uymuyordu. Siz Brezilya tarzı bir futbolu seviyorsunuz, bense Almanların oyun tarzını daha uygun buluyorum.”

“Evet, oyun tarzlarımız birbirine uymuyor,” demekle yetindi.

***

Niye ben hep başkalarının pisliğini temizlemek üzerine bir hayat kurdum? Başkaları mı bu misyonu bana uygun gördü, yoksa benim yaradılışımda mı böyle bir hal var?

Niye muhasebeci oldum ben? Okuldayken muhasebe dersinden nefret etmeme rağmen niye?

Kader mi demek lazım?

Peki, gençliğimde futbol oynarken neden hep savunmada oynadım? Bol bol gol atıp, herkesin sevgilisi olmak yerine gizli bir kahraman olmak… Akıl karı bir iş mi?

Evet, evet benim yapımda var bu.

Ayıptır söylemesi savunma oyuncuları sahayı en iyi gören, oyunu en iyi okuyabilecek mevkidedirler. Takım arkadaşlarının yaptığı her hatayı kapamak da onlara düşer. Onlardan sonra kaleci de hata yaparsa gol olur. Rezalet! Zaten ne yapsın ki zavallı kaleci?

Aslında önemli adamlardır muhasebeciler. Ancak patronun akıllı, işini bilen biri değilse muhasebecinin kıymetini bilmez. Çoğu patronlar işler nasıl olsa yürüyor, muhasebeciler yalnızca yasal olarak gerekli olan kayıtları yaparlar, diye düşünür.

Patronlar, en çok satış elemanlarını severler. Hele hele iyi ciro yapıyorlarsa patronların gözdesi olurlar. Ama satışın karlı olup olmadığı sonradan bütün maliyetler ortaya çıkınca anlaşılır.

Satış elemanları genellikle şımarıktırlar. Şirketin diğer elemanlarına tepeden bakarlar.  Hep şirket dışında, müşteri ziyaretinde olurlar. Çok para harcarlar-kendi paralarını değil, şirketin parasını tabii ki. Harcama belgeleri her zaman eksiktir; bu belgelerin düzgün ve düzenli olarak getirilmesini, iş avansı hesaplarının zamanında kapatılmasını isteyen muhasebecilere de hep bürokratik engeller çıkaran lüzumsuz insanlar gözüyle bakarlar.

Forvet oyuncuları da satış elemanları gibi şımarıktırlar. Onların derdi genellikle takım oyunu, rakibe topyekün saldırmak değil; gol atıp, takım arkadaşlarına sarılmak, antrenöre, seyircilere koşup fiyaka yapmaktır.

Taraftarlar da hep gol atan oyuncuları daha çok sevmez mi zaten?

Bütün dönen topları karşılamışsınız, iyi yer tutmuşsunuz, rakibe göz açtırmamışsınız; buna kimse bakmaz. Bunu ancak oyunu dikkatlice izleyen, futbolu gerçekten iyi bilen kimseler anlar.

***

Epey oturup, son çayımı da içtikten sonra kalktım. Biraz da deniz kenarında yürürken düşünmek lazımdı.

Parkın kenarında, ağaçların gölgesinde sahile yakın yürüdüm.

Severdim bu parkı.

Biraz daha yürüdüm. Yakınlardaki evlerde oturanlardan bazıları köpeklerini gezdirmeye gelmişlerdi.

Bir grup oğlan çocuğu, çimenlerin üzerinde, patlak, havası kaçmış bir plastik topun peşinde koşturup, tek kale maç yapıyorlardı. Birisinin vurduğu top ayaklarımın dibine kadar geldi. Geri atayım derken vurduğum top alakasız bir yere gitti. Köpeğini gezdiren bir kadının yanına doğru yuvarlandı.

Köpek topu kaptı, kadına götürdü.

Mahçup olmuştum, bu sarsaklığımla top kazayla birisinin suratına da gelebilirdi.

Kadından özür diledim. Fakat o, kibarca, “Önemli değil,” anlamında bir şeyler söyledi, sonra bana daha dikkatli bakıp çığlık attı:

“Ay, senin ne işin var buralarda!”

Ben de daha dikkatli baktım. Tanımıştım; lisede aynı sınıfta okuduğumuz, güzelliğini hiçbir zaman yüzüne söyleme cesaretini bulamadığım Günseli’ydi bu.

Senelerce birbirimizi görmemiştik, izimizi kaybetmiştik.

Rumelihisarı’ndaydık. Yukarıda, Torlak Fırın Sokağı taraflarında bir yerleri işaret edip, “Bak, benim evim işte şurada,” dedi.

“Oturalım mı biraz,” diye teklif ettim.

Oturduk.

Yakındaki çay ocağından bir demlik dolusu çay getirtip, muhabbete daldık.

Aysel’i görüyor musun? Abidin ne yapıyor? Filan…

Ortak anılarımız çoktu. Her ikimiz de evlenip, ayrılmıştık. Hatta o, iki defa evlenip, ayrılmıştı.

Şaşkınlığımı, biraz da hayranlığımı belli ederek, “Helal olsun, bana göre daha gayretli imişsin,” deyip güldüm.

Sonra birden hüzünlendim. Ona gizliden aşık olup, bir türlü söyleyemediğimi hatırladım.

Birden nasıl olduysa ağzımdan çıkıverdi:

“Yahu, nasıl olsa çok zaman geçti aradan, müruru zamana uğradı; şimdi söylesem kızmazsın artık. Sana okuldayken aşıktım, ama bir türlü söyleyememiştim. Sen hayatımın en büyük kaçan penaltısıydın,” deyiverdim.

Bunları söylerken yüzüne yine bakamamış, başımı yere eğmiştim.

Bir süre kızacak mı, ne diyecek diye bekledim. Sonra başımı kaldırıp, yüzüne baktım.

Kızmamıştı. Belki de hoşuna gitmişti. Şimdi de susma sırası ona gelmişti.

Başka şeylerden konuştuk.

Sonunda laflar da bitti. Kim “Hadi kalkalım, geç oldu. Yine, sonra görüşürüz,” diyecek diye birbirimize bakmaya başladık.

Köpeği de artık gidelim dercesine çekiştirmeye başlamıştı.

“Seninki yoruldu herhalde, kalkalım mı?” dedim.

“Hı hı, kalkalım, yine görüşürüz,” dedi.

Sonra biraz daha düşünüp, bana bakıp sordu:

“Sen daha iyi bilirsin, penaltı kaçınca maç biter mi?”

O gözler,.. Ah, o gözler hala aynı güzellikteydi.

Küçük bir çocuk saflığında cevap verdim:

“Bitmez tabii ki,” dedim.

..... 

01 Nisan 2015, Moskova

( Bu öykü Dünyanın Öyküsü Dergisi'nin 9. Sayısında (Haziran-Temmuz 2015) yayımlanmıştır.

"Yaşam Annemin Hatırladıklarıysa" isimli kitapta yer almaktadır.)