Hayatımın
kaçan penaltısı
Sanki
penaltı kaçırmış bir futbolcunun hali vardı üzerimde; başım öne eğik.
Tanrım
şimdi benim oyundan çıkarılmam mı gerek? Hayatında penaltı kaçırmış ilk insan
ben miyim?
İçimden
bir ses-kimin sesiydi bilmiyorum, babam da olabilirdi- oğlum kendine gel, bu
her şeyin sonu değil, yaşam devam ediyor cinsinden bir şeyler söyledi.
Bu
sese inandım. Her şeyi yeniden düşünmeliydim. Bunun için beni bekleyen muhtemel
iyi ve tabii ki kötü şeyleri düşünebileceğim sakin bir yere ihtiyacım
vardı.
Ve hatta içimi ısıtacak demli bir çaya.
Kendimi
hep iyi hissettiğim denizin kenarındaki çay bahçesine gittim.
Hava
üşütmeyecek kadar güzelse, hafta sonu kalabalığı yoksa oturup, huzur bulmak
için bulunmaz bir yerdi.
Kendime her zamanki gibi ortalığı da kolaçan edebileceğim bir masada yer bulup
oturdum. Hep yanımda taşıdığım küçük not defterimi ve kalemimi çıkarıp masanın
üzerine koydum. Bunlar olmadan düşünememek gibi bir huyum vardı.
Sonra
gelsin çaylar.
***
Satışların iyi gittiğini söyleyen patrona, kağıt üzerinde satışların karlı
göründüğünü, ancak genel giderlerin umulandan fazla olduğunu ve işlerin pek
parlak olmadığını söylemiştim.
“Öyle
mi?” diye yüzüme bakmıştı, şaşkınca. “Bu konuya bir bakalım.”
Uyarma
görevimi yapmış olmanın iç rahatlığıyla yanından ayrılmıştım; ancak öğle yemeği
paydosundan sonra beni yeniden odasına çağırdı.
“Çok
çalışkan, dürüst, bilgili bir elemansınız, ancak benim içimi karartıyorsunuz.
İsterseniz birlikte çalışmaya son verelim,” dedi.
Beklemediğim
bir olaydı bu. Hazır değildim, çalışmaya ihtiyacım vardı.
“Peki,
efendim, siz bilirsiniz,” demekle yetindim.
Hep
parlak, hoş şeyler duymaktan hoşlanan bir işverene ne söylenebilirdi ki? Böyle
patronlara parlak hayaller sunan yalancı satış elemanları lazımdı.
Kös
kös çıkıp gitmeden önce, yine de bir şeyler söylemek gerekirdi. Patron da benim
gibi futbol meraklısıydı.
“Efendim,”
dedim, “Zaten bizim iş tarzlarımız birbirine uymuyordu. Siz Brezilya tarzı bir
futbolu seviyorsunuz, bense Almanların oyun tarzını daha uygun buluyorum.”
“Evet,
oyun tarzlarımız birbirine uymuyor,” demekle yetindi.
***
Niye ben hep başkalarının pisliğini temizlemek üzerine bir hayat kurdum?
Başkaları mı bu misyonu bana uygun gördü, yoksa benim yaradılışımda mı böyle
bir hal var?
Niye
muhasebeci oldum ben? Okuldayken muhasebe dersinden nefret etmeme rağmen niye?
Kader
mi demek lazım?
Peki,
gençliğimde futbol oynarken neden hep savunmada oynadım? Bol bol gol atıp,
herkesin sevgilisi olmak yerine gizli bir kahraman olmak… Akıl karı bir iş mi?
Evet,
evet benim yapımda var bu.
Ayıptır
söylemesi savunma oyuncuları sahayı en iyi gören, oyunu en iyi okuyabilecek
mevkidedirler. Takım arkadaşlarının yaptığı her hatayı kapamak da onlara düşer.
Onlardan sonra kaleci de hata yaparsa gol olur. Rezalet! Zaten ne yapsın ki
zavallı kaleci?
Aslında
önemli adamlardır muhasebeciler. Ancak patronun akıllı, işini bilen biri
değilse muhasebecinin kıymetini bilmez. Çoğu patronlar işler nasıl olsa
yürüyor, muhasebeciler yalnızca yasal olarak gerekli olan kayıtları yaparlar,
diye düşünür.
Patronlar,
en çok satış elemanlarını severler. Hele hele iyi ciro yapıyorlarsa patronların
gözdesi olurlar. Ama satışın karlı olup olmadığı sonradan bütün maliyetler
ortaya çıkınca anlaşılır.
Satış
elemanları genellikle şımarıktırlar. Şirketin diğer elemanlarına tepeden
bakarlar. Hep şirket dışında, müşteri ziyaretinde olurlar. Çok para
harcarlar-kendi paralarını değil, şirketin parasını tabii ki. Harcama belgeleri
her zaman eksiktir; bu belgelerin düzgün ve düzenli olarak getirilmesini, iş
avansı hesaplarının zamanında kapatılmasını isteyen muhasebecilere de hep
bürokratik engeller çıkaran lüzumsuz insanlar gözüyle bakarlar.
Forvet
oyuncuları da satış elemanları gibi şımarıktırlar. Onların derdi genellikle takım
oyunu, rakibe topyekün saldırmak değil; gol atıp, takım arkadaşlarına
sarılmak, antrenöre, seyircilere koşup fiyaka yapmaktır.
Taraftarlar
da hep gol atan oyuncuları daha çok sevmez mi zaten?
Bütün
dönen topları karşılamışsınız, iyi yer tutmuşsunuz, rakibe göz açtırmamışsınız;
buna kimse bakmaz. Bunu ancak oyunu dikkatlice izleyen, futbolu gerçekten iyi
bilen kimseler anlar.
***
Epey
oturup, son çayımı da içtikten sonra kalktım. Biraz da deniz kenarında yürürken
düşünmek lazımdı.
Parkın
kenarında, ağaçların gölgesinde sahile yakın yürüdüm.
Severdim
bu parkı.
Biraz
daha yürüdüm. Yakınlardaki evlerde oturanlardan bazıları köpeklerini gezdirmeye
gelmişlerdi.
Bir
grup oğlan çocuğu, çimenlerin üzerinde, patlak, havası kaçmış bir plastik topun
peşinde koşturup, tek kale maç yapıyorlardı. Birisinin vurduğu top ayaklarımın
dibine kadar geldi. Geri atayım derken vurduğum top alakasız bir yere gitti.
Köpeğini gezdiren bir kadının yanına doğru yuvarlandı.
Köpek
topu kaptı, kadına götürdü.
Mahçup
olmuştum, bu sarsaklığımla top kazayla birisinin suratına da gelebilirdi.
Kadından
özür diledim. Fakat o, kibarca, “Önemli değil,” anlamında bir şeyler söyledi,
sonra bana daha dikkatli bakıp çığlık attı:
“Ay,
senin ne işin var buralarda!”
Ben de
daha dikkatli baktım. Tanımıştım; lisede aynı sınıfta okuduğumuz, güzelliğini
hiçbir zaman yüzüne söyleme cesaretini bulamadığım Günseli’ydi bu.
Senelerce
birbirimizi görmemiştik, izimizi kaybetmiştik.
Rumelihisarı’ndaydık.
Yukarıda, Torlak Fırın Sokağı taraflarında bir yerleri işaret edip, “Bak, benim
evim işte şurada,” dedi.
“Oturalım
mı biraz,” diye teklif ettim.
Oturduk.
Yakındaki
çay ocağından bir demlik dolusu çay getirtip, muhabbete daldık.
Aysel’i
görüyor musun? Abidin ne yapıyor? Filan…
Ortak
anılarımız çoktu. Her ikimiz de evlenip, ayrılmıştık. Hatta o, iki defa
evlenip, ayrılmıştı.
Şaşkınlığımı,
biraz da hayranlığımı belli ederek, “Helal olsun, bana göre daha gayretli
imişsin,” deyip güldüm.
Sonra
birden hüzünlendim. Ona gizliden aşık olup, bir türlü söyleyemediğimi
hatırladım.
Birden
nasıl olduysa ağzımdan çıkıverdi:
“Yahu,
nasıl olsa çok zaman geçti aradan, müruru zamana uğradı; şimdi söylesem
kızmazsın artık. Sana okuldayken aşıktım, ama bir türlü söyleyememiştim. Sen
hayatımın en büyük kaçan penaltısıydın,” deyiverdim.
Bunları
söylerken yüzüne yine bakamamış, başımı yere eğmiştim.
Bir
süre kızacak mı, ne diyecek diye bekledim. Sonra başımı kaldırıp, yüzüne
baktım.
Kızmamıştı.
Belki de hoşuna gitmişti. Şimdi de susma sırası ona gelmişti.
Başka
şeylerden konuştuk.
Sonunda
laflar da bitti. Kim “Hadi kalkalım, geç oldu. Yine, sonra görüşürüz,” diyecek
diye birbirimize bakmaya başladık.
Köpeği
de artık gidelim dercesine çekiştirmeye başlamıştı.
“Seninki
yoruldu herhalde, kalkalım mı?” dedim.
“Hı
hı, kalkalım, yine görüşürüz,” dedi.
Sonra
biraz daha düşünüp, bana bakıp sordu:
“Sen
daha iyi bilirsin, penaltı kaçınca maç biter mi?”
O
gözler,.. Ah, o gözler hala aynı güzellikteydi.
Küçük
bir çocuk saflığında cevap verdim:
“Bitmez
tabii ki,” dedim.
.....
01 Nisan 2015, Moskova
( Bu öykü Dünyanın Öyküsü Dergisi'nin 9.
Sayısında (Haziran-Temmuz 2015) yayımlanmıştır.
"Yaşam Annemin Hatırladıklarıysa" isimli kitapta yer almaktadır.)