Fotoğraf:
Kemal Cengizkan
Dedem Dimitri
Çok
sevinçliyim?!.. Doktora tezimin konusunu seçme zamanım yaklaştıkça uykularım
kaçıyor, uyuyabildiğimde de kabuslar görüyordum. Ama işte, korktuğum başıma
gelmemişti. Kolayca altından kalkabileceğime inandığım bir tez konusu almıştım.
İçeriğini tam detaylandırmasam da ana başlık: Lozan Nüfus Mübadelesi.
Tez hocam
Profesör Kevorkyan, “Bak hemşerim, bu konu çok yazılmış, çizilmiştir. Sakın
kolayına kaçıp, baştan savma bir tez yazma. Hemşerimsin diye seni kayırırım
sanma”demişti.
Üzme kendini
hocam. Senin yüzünü kara çıkarmayacağım.
Tez hocam
Kevorkyan olunca çok korkmuştum; Ermeni asıllı bu sevimli ihtiyar tarihte olan
biten her şeyin hesabını ya benden sormaya kalkarsa diye…
Bu korkum da
boşa çıkmıştı. Dünyanın bir başka ucunda, Kanada’da, gurbette köylüsüne
rastlamış insanlar gibi kaynaşıvermiştik. Benim Türk olduğumu öğrendiği
zamandan beri hep Türkçe konuşuyorduk. “Buralarda bu dili konuşabileceğim
birilerini bulmak zor” diyordu. Göz kırpıp, “Haaa bak küçük hanım! Tezini de
Türkçe yazmak yok, onu İngilizce yazacaksın” diye ekliyordu.
Kevorkyan, tez konum belirlendikten sonra, “Bunu
kutlayalım,” dedi. Kutlama
olur da hiç kaçırır mıyım? Birlikte Ontaria’daki bir Yunan tavernasına gittik.
Uzomuza eşlik eden mezelere hücum etmişken,
“Mübadelenin etnik esaslı olduğu söylenir, ama ilginç, farklı durumlar da var,”
dedim.
Kevorkyan, “Ne gibi?” diye sordu.
“Gerçi Anadolu topraklarında yerleşmiş Rum-Ortodokslar ile Yunanistan topraklarında
yerleşmiş Müslüman Türkler zorunlu göçe tabi tutuldular; ancak Yunanistan’a göç
edenler arasında dini ortodoks olan, ama tek kelime Rumca bilmeyen ve İncilleri
dahi Türkçe olan insanlar vardı. Bunlar önemli iddialara göre Selçuklulardan
önce Anadolu’ya gelip ortodoks olan Türk boylarından idiler. Buna benzer
durumlar Yunanistan’dan Türkiye’ye göç edenler arasında da var.”
Ben heyecanla kitabi, uzun cümleler kurup konuşurken,
Kevorkyan kısa cümlelerle geçiştiriyordu. Ancak elinde olmadan benim sıkıcı
ayrıntılara girmeme neden olacak sorular sorma tuzağına düşüyordu.
“Bu konuyu çok araştırmış değilim. Emin misin?” diye
sordu.
“Herhalde yani hocam, ailem Mübadelede göç
edenlerden.”
“Senin bir mübadil torunu olman tezin için büyük bir
avantaj” dedi Kevorkyan.
Kitaptan konuşmaya devam etmeye niyetli idim; ancak
hocamın yüzünde muhtemelen “Yahu küçük hanım, n’olur bu işkenceyi yapma bana…
Buraya eğlenmeye geldik; sırası mı şimdi dersten, tezden konuşmanın?” diye
düşünen bir adamın yalvaran ifadesini fark ettim ve son bir cümle ile konuyu
kapatmaya karar verdim.
Ağzımda
Ege mutfağının güzelim mezeleri, yüzümde özlediğim bir lezzete kavuşmanın
mutluluğu, haklısınız anlamında başımı salladım. Uzoma uzanırken:
“Tarihin
tekerleği her iki halkın üzerinden geçti. Tarihten, yüzlerce yıl bir arada
yaşamış olmaktan, benzer kültürlerinden, ortak ezgilerinden, yemeklerinden,
yaşam biçimlerinden kaynaklanan yakınlıkları vardı. Aslında aralarındaki fark,
sadece rakı ile uzo arasındaki fark kadar“ dedim.
Bu sırada
müzik grubu sahne almış, ezgisi ortak şarkılardan birini çalmaya başlamıştı.
« Sala sala, mes sti sala ta milisame
Na me paris, na se paro simfonisame. »
Melodiyi yakalayıp,
en şirin halimi takınarak şarkıya Türkçe eşlik etmeye başladım.
« Bir dalda iki ceviz
Aramız
derya deniz
Sen orada ben burada
Ne bet kaldı ne beniz. »
Kevorkyan da keyiflenmiş elindeki çatal bıçakla masaya
vurarak tempo tutmaya başlamıştı.
***
Geç vakitte yurda döndüğümde gözümden uyku akıyordu.
Başımı bir an önce yastığa koymak için
sabırsızlanırken başucumdan hiç ayırmadığım iki eski resme gözüm kaydı. Biri
dedemle birlikte olduğumuz, ben küçükken çekilmiş bir resim. Diğeriyse iki genç
erkeğin görüldüğü daha eski bir resim.
Bu sararmış resimde Selanik’te, arkalarında eski yazıyla Selanik
Hatırası yazılı bez, Beyaz Kulenin önünde fotoğraf çektiren iki delikanlı yan
yana poz vermiş objektife bakıp gülümsüyorlardı: Mehmet ve Dimitri. Mübadeleye
tabi tutulan; biri Anadolu’dan, diğeri Yunanistan’dan göçe mecbur edilen iki
ailenin çocukları.
Aslında
dedem kendisini mübadilden saymazdı. “Ben köşeden döndüm, be evladimu. Mübadil
denmez bana” derdi.
O zaman ben bunun ne anlama geldiğini anlayamazdım.
Yüklükte bir kutuyu karıştırırken bulduğum resimlerden birindeki iki delikanlının
kim olduğunu sorduğumda da hep kaçamak cevaplar aldım. Ailenin diğer
fertlerinden, ninemden, babamdan, annemden de aldığım cevaplar hep aynı
türdendi. Gençlerden biri dedem, diğeri eski bir arkadaşıydı.
Aslında
dedemin ara sıra dalıp gitmesinden, yalnız kaldığı zamanlarda mırıldanıp, iç
çekmesinden bir şeyler anlamalıydım. Gerçi bir şeylerden kuşkulanmıyor da
değildim.
Dedemin o
müthiş sırrını öğrendiğimde on beş yaşımdaydım. Benim artık bu sırrı öğrenme ve
saklama yaşımın geldiğini düşünmüştü herhalde. Ninemle birlikte
bahçede otururken aniden “Bak sana ne anlatacağım,” diye başladı. Önce şaka
yapıyor zannettim. Şakası hiç eksik olmazdı zaten. İnanmadım, üsteledim. Ancak
ninem de hikayeyi doğrulayınca ikna oldum. Öğrendikten sonra da defalarca
dinlesem de gizemli bir masal gibi usanmadan, yeniden anlattırdım.
O yaşta bir kız çocuğu için heyecan verici, matrak bir
hikaye idi. Çarpılmıştım. Günlerce ağzım açık dolaştım. Dedemin peşinden
ayrılmıyor, hayran hayran onu izliyordum. O benim için aşkı uğruna inanılmaz
bir macerayı göze alan bir kahramandı.
“Anlatsana be
dede,” derdim.
“Ne anlatayım
be evladimu? Kaç kere anlattım, dinlemekten usanmadın mı?” dediğinde “Anlat
işte!” diye üstelerdim.
Dedem önce
nazlanır, sonra ilk kez anlatıyormuşçasına bütün ayrıntılarıyla hikayesine
başlardı.
***
Yeni bir hayata başlamak hiç kolay değildi. Hele
bildik güzel bir memleketi bırakıp, bilinmedik yeni bir geleceğe doğru zorunlu
bir yolculuğa çıkmak…
Bütün göç hikayelerinde hüzün vardır. İnsan köklerinden, sevdiği
topraklardan, komşularından kopmak istemez.
Göçmek...Göç...Hicret...Daha da ötesi hicran.
Yahu ben, öyle dindar falan da değildim. Kiliseye gitmiyorum diye köyün
papazıyla papaz olmuştum.
Helenikayı da bilmezdik be yavrumu.
Yunanistan’a göçtüğümüzde şaşkındık.
Günün birinde zabitler kapımıza dayandılar. Sizi Yunanistan’a
göndereceğiz, buraya da oradan Müslümanlar gelip yerleşecek; toparlanın, hazır
olun dediler. Ama niye, biz memleketimizden memnunuz; burada Hıristiyan,
Müslüman hep birlikte yaşarız; aramızda hiç kavga gürültü olmaz; birbirimizi
severiz sayarız dedik. Zabitler, bizi dinlemediler; biz bilmeyiz emir böyle
dediler.
Yanınıza
fazla bir şey almayın; hayvanlarınızı, taşıyamayacağınız eşyaları ya satın, ya
da komşularınıza bırakın demişlerdi.
Önce inanmadık,
olmaz böyle şey dedik; ancak iş ciddiydi. Yavaş yavaş toparlanıp, hazırlandık.
Evimizi, bağımızı bahçemizi, pınarlarımızı, hayvanlarımızı, o senenin
hasadından arda kalan ürünümüzü, ecdadımızın kabirlerini arkada bırakıp;
komşularımıza veda edip, ağlaya sızlaya yanımızda götürebileceğimiz
eşyalarımızla yola çıktık.
İlkin
katırlarla, arabalarla köyden Mudanya’ya indik. Oradan vaporla
Tekirdağ’a gittik. Orda da biraz
eğleştik. Sonra trenle Selanik...
Güzelim
memleketimizi bırakıp yaban ellere gelmiştik.
Selanik’ten
bizi bir kasabaya gönderdiler. Müslüman bir ailenin evine yerleştirdiler. İki katlı
bir evdi. Evin bir katını boşalttılar. Bir katında onlar oturuyorlardı, bir
katına da biz yerleştik.
Uzun süre birbirimize alışamadık. Selam sabahın dışında pek bir şey konuşmuyorduk.
Konuşmamamızın sebebi dilimizin farklı olduğundan değildi. Bizimkiler Türkçe
dışında bir dil bilmiyorlardı zaten. Onlarsa Türkçeden başka konu komşudan
öğrendikleri kadarıyla çat pat Urumca da konuşuyorlardı.
Mutfağımız,
banyomuz, helamız ortak idi. Evin içinde su yoktu. Bahçedeki kuyudan kovalarla
taşıyorduk.
Geldiğimizin
ikinci günüydü. Anam elinin altında buyuracağı beni bulmuş olacak ki elime bir
kova ile bir güğüm tutuşturdu. Kuyunun yerini öğreniver de şunları doldurup
getiriver, dedi. Elimde kovayla güğüm bahçeye çıktım. Kuyunun yerini
sorabileceğim karşıma çıkan ilk kişi yandaki evin küçük kızı idi: Ayşe, bizim
yerleştiğimiz evin hanımının kız kardeşinin kızı…
Karşı karşıya gelince birbirimize bakakaldık.
Konuşamadım önce… İnsanın içine bir görüşte sevda ateşinin düşmesi buymuş
meğer…
Toparlanıp
kuyunun yerini sordum. “Gel benimle, seni götüreyim”, dedi. Meyve ağaçlarının
arasından geçtik. Büyükçe bahçenin bir köşesindeki kuyuya gittik. Bana yardım
etti. Kuyunun başındaki kovayla çektiğimiz suyu benim götürdüğüm kovaya, güğüme
doldurduk.
Bahçedeki ağaçtan
kopardığı iki incirin birini bana verdi.
“Şu incir ağacını kıskanıyorum biliyor musun?” dedim.
“Niye?” diye sorduğunda, “O kadar sağlam kökleri var ki onu toprağından söküp
başka bir yere dikmek imkansız,” dedim. “Oysa biz!?..”
Gözlerine
baktım. Merakla bana bakan, hayatımda gördüğüm, görebileceğim bu en güzel
gözlerde hüzün vardı.
“Biz de
kendimizi toprağımızda köklü zannediyorduk, ama koparıldık. İşte şimdi
buradayız,” diye devam ettim.
Bana hak veren bir ifade ile başını salladı:
“Kuşlar bile istediği dala konar. Sen bu dala konma,
şu dala kon denebilir mi?” dedi.
O günden sonra Ayşe’yi görebilmek için kuyudan su
taşıma işini gönüllü olarak üstlendim. Ayşe de öyle. Su taşımak bahanemiz,
kuyunun başı buluşma yerimiz oldu. Haliyle de evimiz hiç susuz kalmadı.
Bir süre sonra aileler birbirine alıştı. Kaynaştık. Farklı toprakların
insanları olsak da aynı kaderi, aynı evi paylaşan iki aileydik sonuçta. Daha
önemlisi hepimiz mağdur olan taraftaydık.
Bazı akşamlar
aynı evin içinde birbirimize misafirliğe giderdik. Konu hep memleket
hikayeleriydi.
Bizimkilerin
hali haraptı… Memleketimizden ayrıldığımıza, doğduğumuz büyüdüğümüz,
sevdalandığımız toprakları belki de bir daha hiç göremeyeceğimize hala
inanamıyorduk. Onlarsa bizi avutmaya, gönlümüzü almaya çalışıyorlardı; ama
yakın bir zamanda aynı akıbetin onların da başına geleceği akıllarına gelince
üzerlerine bir hüzün çöküyordu.
Halimiz haraptı,
ama onların durumu da bizden farklı değildi. Ayrılık günleri yaklaştıkça kara
kara düşünüyorlardı.
Ayşe’nin babası komşumuz Salim Aga’ya bir haller
olmuştu. O koca gövdeli, sert görünüşlü adam yumuşamış, dokunsan ağlayacak bir
halde geziniyordu. Sabah erkenden, gün ağarmadan evinden çıkıyor; önce camiye
gidip namazını kılıyor, sonra da dağ tepe dolaşıyordu. İlkin bahçesinde
dolanıyor; ağaçlarına bakıyor, sarılıyor okşuyor; kümesindeki, ahırındaki
hayvanlarına, ineklerine, eşeğine tavuklarına bir şeyler söylüyordu. Sanki
onlarla vedalaşıyordu. Sonra da dağ tepe gezmeye başlıyordu. Karacaova’da
sarılıp, okşamadığı, vedalaşmadığı tek bir ağaç kalmamıştı.
Ben, o vakitler on dokuz yaşındaydım. Onların da
Mehmet isimli ben akran bir oğulları vardı. Arkadaşları ne demekse ona Şuşut
Mehmet derlerdi. Lakabı öyleydi. Boyumuz posumuz, yüzümüz birbirine pek
benzerdi.
Benim ilk görüşte sevdalandığım komşu kızı Ayşe, evin
oğlu Mehmet’in teyzesinin kızı idi.
Zamanla Mehmet’le iyi ahbap olmuştuk. Yediğimiz
içtiğimiz ayrı gitmiyordu.
Sık
sık yaptığımız gibi bir gün yine kaçamak yapıp, mahalledeki diğer
arkadaşlarımızla, Kokoz Ali, Burunsuz Yorgo, Baydak Salih’le birlikte Selanik’e
gittiğimizde ırakı içip, çok sarhoş olduk. Yol üstünde rastladığımız bir
şipşakçıda Mehmet’le ikimiz resim çektirdik.. Sana gösterdiğim bir resim var
ya, o resmi işte… Beyaz Kule’ye yakın bir yerde denizin kenarına oturduk.
Saatin
ilerlediğine aldırmadan tatlı bir muhabbetin koynuna bırakıverdik kendimizi. Mehmet,
bir türkü tutturdu. Sonra ağlamaya başladı. Sarhoşluk işte. Meğer kara sevdalı
imiş. Komşu köyden bir Hıristiyan kızını severmiş. Adı Eleni imiş. Ben de
Mehmet’in teyzesinin kızına, Ayşe’ye gizliden sevdalanmıştım, ama açık
etmiyordum.
Efkar dağıtmaya
gitmiştik, ama iyice efkarlandık.
O gece eve
döndüğümüzde aklıma bir cin fikir geldi: Mehmet’le kimliklerimizi
değiştirecektik.
Ben Mehmet’in
ailesiyle memlekete geri dönecektim, Mehmet de benim kimliğimle Dimitri adını
alarak Yunanistan’da kalacaktı; böylece hiç kimse memleketinden ve sevdiğinden
ayrılmayacaktı.
Sevda ateşi
yüreğe düşünce akıl senelik izne çıkarmış, ama benim kafam çalışmıştı be yahu…
Mehmet’in bu fikri seveceğinden nerdeyse emindim. Eleni’den
ayrılmak istemezdi. Ailesini de ara sıra görmeye gelirdi. Ya ben? Niyetim
sadece Mehmet’e kıyak yapmak değildi. Anamdan babamdan, kardeşlerimden ayrılmak
kolay değildi, ama öbür tarafta da Ayşe’ye olan sevdam, daha da ötesi memleket
hasreti vardı. Kafam karmakarışıktı.
Ertesi sabahı
zor ettim. Sabahın köründe Mehmet’i uyandırdım; planımı anlattım. Önce anlamsız
anlamsız yüzüme baktı, olur mu gibilerinden.
“Yahu, dedim
biz birbirimize benzemiyor muyuz? Yaşlarımız da aynı sayılır. Bizi tanımayan
kim bilebilir ki benim Dimitri, senin de Mehmet olduğunu? Yeter
ki
ailelerimizi ikna edelim; onlar he derse bu iş olur.”
“Delilik ulan bu!” dedi.
“Tamam, be biraderim, biz de delikanlı değil miyiz zaten!”
“Peki ya ailelerimiz; sen ailenden ayrılabilecek misin?” dedi Mehmet.
Ayrılmak
zordu, ama başka çözüm yoktu ki.
“Yahu Mehmet, gurbete çalışmaya gitsek ya da askere gitsek
ailemizden ayrılmayacak mıyız?.. Ne farkı var ki?” dedim.
Mehmet, ikna
olmuş gibiydi. Sen ne uyanıksın, der gibi baktı:
“Alavere dalavere…fan fini fiston fistana…” dedi ve
güldü.
Sırtıma
muzırca vurduktan sonra,
“Bak bu işi yapacaksak senin de sünnet olman lazım. Ne
olur ne olmaz, önünde askerlik falan olacak, sünnetsiz olduğun fark edilirse
başın derde girer,” dedi.
Gırgır
geçme der gibi gülmüştüm, ama o sıralarda yapılan bir sünnet düğününde
sünnetçiyi ayarlayıp gizliden beni sünnet ettirdi. Eee tabii kolay olmadı.
Kimseye çaktırmadan idare etmek daha zordu.
***
İki ailenin
bir araya geldiği bir akşam konuyu açtık. Herkes şaşırmıştı. Önce
itirazlandılar. Ama Mehmet’le benim kararlı olduğumuzu görünce çaresiz
kabullendiler.
Bir sabah
erkenden kalktık. Ayrılık zamanı gelmişti… Mehmet, at arabasını hazırladı.
Birkaç kap kacak, yatak döşeği, denklerimizi arabaya yükledik. Ayşe, bir daha
böyle güzel şeftali bulup yiyemeyiz diye bir sepet rodakino almıştı
yanına.
Yorucu bir yolculuktan sonra Selanik’e geldik. Bizi
götürecek vaporu beklerken, birkaç gün eğleştik.
Ayrılık
zor oldu. Mehmet’in ailesi, iki teyzesinin aileleriyle vapora, meşhur
Gülcemal’e binip İzmir’e geldik.
Böyle olmasını
ben istemiş ve planlamıştım, ama garip duygular içindeydim. Hem seviniyor, hem
hüzünleniyordum; yüreğimde anaforlar vardı. Memleketime yeniden kavuşmuştum,
sevdalandığım kızla beraberdim; ama geride öz ailemi bırakmıştım. Anamı,
babamı, kardeşlerimi bir daha ne zaman görebilecektim? Ayrılık-kavuşma, kavuşma-ayrılık; her şey iç
içe idi.
Mehmet’in
ailesi, daha doğrusu benim yeni ailem nereye yerleşeceklerini bilmez, kararsız
haldeydiler.
Bir süre
oradan oraya dolandırıldıktan sonra Ayşe’nin ailesiyle aynı kasabaya
yerleştirildiler. Bir ay onlarla kaldım. Mehmet’in kimliği ile güvendeydim.
Kendi köyüme gidemezdim. Tanınır, yakalanır, yeniden Yunanistan’a
gönderilirdim.
Sık sık
Mehmet’in ailesini ziyaret ediyordum.
İşin ikinci
safhası benim için daha da zordu. En az yüz okka çeken, her zaman ciddi ve sert
görünümlü olan Salim Aga’dan kızını istemek kolay iş değildi. Bir gün ziyaretlerine gittiğimde Ayşe’yi
babasından istedim.
Ortalık
yeniden karıştı. Ama beni seviyorlar ve aileden sayıyorlardı. Biraz
nazlandıktan sonra Ayşe’yi bana vermeyi kabul ettiler. Böylece kağıt üzerinde
Mehmet teyzesinin kızı Ayşe ile evlenmiş oldu.
***
“Yaaa, dede kafam karıştı. Kim Dimitri, kim Mehmet?”
“Yahu be evladimu, ne var karışacak! Ben Dimitri idim, Mehmet oldum;
Mehmet de Dimitri oldu. Mehmet memleketinde kaldı, ben de memleketime geri
döndüm.”
“Offf, yine çok karışık. Peki sonra?”
“Sonrası
işte, bildiğin gibi… Büyük aşkımla, Ayşe ninenle evlendim, çocuklarım oldu,
güzel torunlarım oldu.”
Nineme baktım.
Bizim konuşmalarımızı dinlerken tebessüm ediyordu. “Canım ninecim, tontoşum,”
diye sarıldım.
“Peki ya
gerçek Mehmet’e ne oldu?”
“Uzun zaman birbirimizden haber alamadık. Zor zamanlardı…
Bir gün bir adam geldi bizim oraya. Dükkandaydım… Adım Dimitri, dedi. O kadar sene
birbirimizi görememiştik, ama hemen anladım. Sarıldık birbirimize...Eleni’yle
evlenmişti. Yanında karısı ve oğlu vardı. Bak, dedi karısını ve oğlunu
gösterip, kaldığım iyi olmuş değil mi, dedi.
Eve götürdüm.
Ayşe nineni, teyzesini, anasını babasını, kardeşini görünce ağlamaya başladı.
Sarılıp, karşılıklı ağlaştılar.
Sonra ara sıra
mektuplaştık. Birbirimizden haber aldık. Bir ara mektupların arası kesildi.
Karısından mektup aldık. Meğer Alman işgaline karşı komitacılarla birlikte dağa
çıkıp direnişe katılmış. Yaralanmış.
Seneler sonra
yine çıkıp geldi. Bu sefer yanında beş yaşında bir kız çocuğu da vardı.
Almanları, vatanımızdan kovduk, dedi gururla. Gömleğini sıyırıp yara izini
gösterdi.
Sonra bir süre haber alamadık. İç savaşta başını yine belaya
sokmuş. Faşistlerin eline düşmüş, hapse atılmış. Daha sonraları birkaç kere
anası babası kardeşi de görmeye gittiler. Ben gidemedim.”
“En son ne
zaman görüştünüz, dede?”
“Albaylar
Cuntasının iktidarda olduğu sıralardaydı oğlundan bir haber aldık. Bu kadar
rezalete dayanamıyorum, diyormuş. Bir sabah kalp sektesinden vefat etmiş.
Ölmeden önce de benden söz edermiş. Epeydir görüşemedik diye… Allah rahmet
eylesin.”
***
Ha Mehmet, ha Dimitri ne fark eder ki? Dedem dedemdi
işte… Aşkı uğruna muhteşem bir macerayı göze alan bir kahramandı benim için.
Hem nineme, hem de memleketine, doğduğu topraklara sevdalı biri!.. Ya öbür
Dimitri !? O da bir kahramandı. Evlendiği kıza sevdalı; doğduğu, vatan saydığı
toprakları işgalcilere karşı savunmuş, halkının mutluluğu için mücadele etmiş
bir kahraman.
Ah dedecik sağ
olsan ne çok sevinirdin senin o müthiş maceranın doktora tezi konuma ilham
verdiğine…
Haziran 2008, İstanbul- Kozyatağı
(Bu öykü, ilk kez 2009 yılında Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından yayımlanan Mübadele Öyküleri seçki kitabında yer aldı.)
(Bu öykü, ilk kez 2009 yılında Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından yayımlanan Mübadele Öyküleri seçki kitabında yer aldı.)
Kadir
Yüksel yazmış:
"Mehmet Hakkı Yazıcı’nın üçüncü öykü kitabı Yaşam
Annemin Hatırladıklarıysa.
Geniş bir zaman dilimine ve coğrafyaya, tarihsel arka
yapıya oturtuyor öykülerini. Kitapla aynı adı taşıyan öyküde darbelerin içine
yol alıyoruz. Darbelerin yıkıntılarıyla bellek yitimine uğrayan bir annenin
trajik boyutlu öyküsünü okuyoruz. Bir başka öyküde mübadele günlerine götürüyor
bizi yazar, bir başkasında 6-7 Eylül olaylarına. Yaşamın ağır yanlarını
anlatıyor Mehmet Hakkı Yazıcı, acılardan, kayıplardan, ölümlerden, baskılardan
söz ediyor ama aşksız, umutsuz bırakmıyor bizi, bütün sıkışmışlığımıza rağmen.
Öykü dilindeki ironiden, gülümseten bakıştan mutlaka söz edilmeli. Akıcı, yalın
bir anlatımı var öykülerin. Sahiciliği hiç zedelemiyor, kolay iletişim kuruyor
okuyucusuyla."
* Bu öykü, ilk kez 2009 yılında Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından basılan "Mübadele Öyküleri" isimli kitapta yer almıştır.