25 November 2019

Bağış ( Kısa öykü) / M. Hakkı Yazıcı



Bağış

Çopur Cemal, hastalandığında sabahlara kadar dua etmişti.
“Allam bir iyileşeyim, sağlığıma kavuşayım, valla da billa da başka bir şey istemiyom.”
Hasta olunca insanın gözü hiçbir şeyi görmüyor. Malmış, mülkmüş; bunların hepsinin boş şeyler olduğunu anlıyor. Boşuna "kefenin cebi yok” dememişler.
Öyle ya, çok parası olsa da doktora, hastaneye, ilaçlara gidecekse varlıklı olmanın ne anlamı vardı.
Aslında varlıklı birisi sayılmazdı; yirmi dönüm tarlası, yüz elli ağaçlık zeytinliği, üç ineği, bir eşeği, kümesinde de on beş tavukla, bir horozu vardı. Ama yoksul bir köyde bunlar az sayılmazdı. Arkasından konuşmuş gibi olmayalım, ancak elinin biraz sıkı olmasıyla ün yapmıştı..
Yine sancılarının arttığı bir gece yakarıp durdu.
“Yarabbim, iyileşeyim yeter ki, yemin billah dünya malında hiç gözüm olmecek.”
Ağrıları öyle geçecek gibi değildi. Gözüne uyku girmiyordu.
Sabaha doğru kesenin ağzını iyice açtı.
Düşündü,..düşündü:
“Yetti dayanameyom gari! İyileşirsem benim eşeği satıp, parasını yarım kalan cami inşaatı için bağışlecem,” diye mırıldandı.
Eşeği Çopur Cemal’in en değerli varlığıydı. Bu, onun için çok büyük fedakarlıktı. Hoş eşeğin satışından gelecek para cami inşaatının nesine yetecekti, ama söz ağzından çıkmıştı.
Bir hafta sonra Cemal Abi, artık tanrının yardımıyla mı, yoksa doktorların becerisiyle mi bilinmez aniden iyileşiverdi.
Eskisi gibi oluverdi kısa zamanda. Yanaklarına kan geldi. Kahvede okey oynarken kazandığında, her zaman olduğu gibi, o şen kahkahalarını yine patlatıyordu.
Sözünü unutmamıştı. Çok gönlü olmasa da bir sabah eşeğini ahırdan çıkardı, kümesten aldığı bir tavuğu da koltuğunun altına alıp kasabanın pazarının yolunu tuttu.
Pazarda başladı dolaşmaya. Eşeğin de, tavuğun da satılık olduğunu bağıra bağıra ilan etti.  Ama şartı vardı. İkisini birden alana satacaktı.
Soranlar oldu.
Eşeği on beş liradan, tavuğu ise beş yüz liradan satacaktı.
Soranlar, sorduklarına pişman oluyorlardı. Kimisi de gülüyordu haliyle.
Bir köylü dayanamadı:
“Ya akideş, böle fiyat mı olumuş? Tavuğu on beş liradan, eşeği beş yüz liradan satsen anlecem, ama sen tersini yapıyosun. Maytap mı geçiyon yosam?”
“Yok bilader maytap felan geçmiyom. Ticaret serbestisi yoğ mu? İstediğim fiyata satarım, işine gelirse… Fiyat böle. Emme ikisini birden alana. Beş yüz on beş kaymeyi ver, eşeği de, horozu da al git.”
Ha öyle, ha böyle; ikisinin fiyatını topladığın zaman normal bir fiyat çıkıyordu ortaya.
Köylü güldü. Laf olsun diye sormamıştı; ihtiyacı da, parası da vardı. Parayı ödedikten sonra tavuğu koltuğunun arasına alıp, eşeğin semerine atlayıp gitti.
Eşek, olanları anlamış gibi yolda uzaklaşırken kafasını döndürüp, “Yaptın gene bir hainlik!” der gibi bakıp, anırıyor; direniyor, yeni sahibinden yediği değneğin zoruyla yürüyordu.
Çopur Cemal, bir süre eşeğinin arkasından bakıp, hüzünlendi.
“Ula affet beni gari, Karakaçan! Emme belli mi olu, bir gün gine kavuşuruz.”
Ama biliyordu ki ertesi günü eşeğini alan köylüyü bulsa “Ya akideş, ben pişman oldum. Senin dün verdiğin paranın on mislini vercem, yani yüz elli kayme vercem eşeğimi bana geri ver,” dese de alamazdı.
Zaten böyle yapmazdı da, çünkü eşeğin parasını cami inşaatı için bağışlamaya söz vermişti.
Sabah köyün imamını bulup, on beş liralık bağışta bulundu.

24 November 2019

Şemsiyeli dayı (Kısa öykü) / M. Hakkı Yazıcı



Şemsiyeli dayı

Numan dayıyı isminden çok hep şemsiyesiyle gezmesinden dolayı “şemsiyeli dayı” diye bilirler, çağırırlardı.
Kasabanın haylazları arkasından “Dayı, bugün yağmur yağmayacak, şemsiyeyi boşuna almışsın,” diye bağırır, gülerlerdi.
O ise yumurcakların bu takılmalarından, hep aynı cevapları vermekten bıkıp usanmış, eskiden olduğu gibi “Oğlum, bu şemsiye sadece yağışlı günlerde yağmurdan değil, güneşli günlerde de güneşten korur, siz ne anlarsınız,” diye laf yetiştirmekten çoktan vazgeçmişti.
Çok kızarsa şemsiyesini peşine takılan yumurcaklara doğru, ekseni etrafında döndürerek şöyle bir sallar, çocuklar da kaçışırdı. Sonra yoluna devam ederdi.
Bu senelerce böyle devam etti.
Numan dayı artık yaşlanmıştı. Eskiden ona bunu yapan yumurcakların çoğu büyümüşler, çoluk çocuğa karışmışlardı, ancak onların çocukları bu geleneği hala sürdürüyorlardı. Bıkmadan, “Dayı, bugün yağmur yağmayacak, şemsiyeyi boşuna almışsın,” diye bağırıyorlardı.
Numan dayı, kahvede otururken, şemsiyesini iki dizinin arasına sıkıştırırdı. Bazen dalıp, çenesini şemsiyesinin sapına dayayıp kestirirdi. Ayağa kalkarken de üzerine abanarak güç alırdı.
Sokakta yürürken, yokuş tırmanırken bir baston gibi kullanırdı.
Yani şemsiyesi çok işlevli, vazgeçilmez bir eşya idi onun için.
Bir sabah kasabanın dışına bağındaki üzümlerin durumunu görmek için yola koyuldu.
Eskiden hep gittiği yolu Hatice ninenin evinin yanından geçiyor diye çoktandır kullanmıyordu.
İki sene önce tam evinin önünden geçerken, zincirinden kurtulan Hatice ninenin azgın köpeği bahçenin çitlerinden yola atlayıp Şemsiyeli Dayının üzerine saldırmıştı.
Kaçmaya çalışmışsa da köpek arkasından yetişmiş, paçalarına dişlerini geçirmişti.
“Hoşt”, arkasından “Höt” diye bağırdıysa da, köpek aldırmamıştı.
Numan dayı, son çare olarak şemsiyesinin sapını köpeğin kafasına bütün gücüyle indirince canı yanan köpek, viyaklayarak bahçeye kaçmıştı.
“Of, kurtuldum itten” diyemeden Hatice nine, köpeğin bağırtısıyla evden fırlamış, yerden eline geçirdiği taşları ona doğru fırlatmaya başlamıştı.
Numan dayı, şemsiyesini açıp, bu defa bir kalkan gibi önünde tutarak taşlardan korumaya çalışmıştı kendini.
Başına isabet eden bir iki taşın dışında fazla hasar almadan kurtulmuş, ama bir daha da o yoldan geçmeye tövbe etmişti.
Bu yüzden de Numan dayı, artık yokuşu dik, daha uzun olan bu yoldan gider gelir olmuştu.
Bir tarafı bayır, bir tarafında çalılıkların olduğu daracık bir yoldu.
O sabah yağmur yağmış, yerdeki çamur yürümeyi oldukça zorlaştırmıştı. Kayıyordu.
Hafiften yağmur yeniden çiselemeye başlayınca şemsiyesini açtı. Yavaş yavaş, dikkatlice yürümesini sürdürdü. Kayıp, düşmek işten değildi.
Tam yokuşun en yüksek yerine ulaştığında korktuğu başına geldi; ayağı kayıp, yerden kesilince bayırdan aşağıya yuvarlanıp, düşmeye başladı.
Aklı başından gitti. Debelenip, bir yerlere tutunmaya çalışsa da beceremedi.
Çaresiz bir durumdaydı. Yolun sonuna mı gelmişti artık yoksa? Bir çırpıda kelime-i şehadet getirip, günahlarının affı için yalvardı.
Şemsiyesini iki eliyle sımsıkı tutuyordu.
Yirmi, otuz metre kadar düştü. Açık şemsiye bir paraşüt gibi havaya direniyor, şiddetli bir şekilde düşmekten onu koruyordu.
Gözlerini kapatmıştı. Süzüle süzüle düştü.
Birden kırılan kuru dal çatırtılarının arasında bir yere düştüğünü fark etti.
Korkudan kapattığı gözlerini açtığında bir ağacın tepesinde olduğunu gördü.
Sağını, solunu yokladı; bir iki sıyrık, çizikten başka ağrıyan, sızlayan bir yeri yoktu. Ucuz kurtulmuştu. Derin bir nefes aldı. Şemsiyesi hala elinde yukarıya doğru açılmış durumdaydı.
Tamam; kurtulmuştu, ama bu ağacın üstünden nasıl inecekti?
Kaç saat o halde ağacın tepesinde kaldığını hatırlamıyordu.
Neyse, civardan geçenler onu gördüler, yardımına geldiler.
Onu ağaçtan indirenler arasında çocukluklarında ona takılanlar vardı.
Numan dayı, onların kolları arasında inerken, “Bakın, gördünüz mü oğlum, bu şemsiye sadece yağmurdan korunmak için değil, böyle durumlarda da insanın işine yarıyor,” diye laf yetiştiriyordu.

Harmandalı (Kısa Öykü) / M. Hakkı Yazıcı





Harmandalı

Ben, hayatımda Adem Emmiden daha iyi harmandalı oynayanını görmedim dersem abartmış olmam.
Bütün bilenler, hatırlayanlar, onun çocukluğundan beri çok güzel zeybek oynadığını söylerdi. 
O ne endam, o ne duruş. Kollarını iki yana açtığında adeta havada süzülen bir kartala benzerdi.
Düğünlerin, şenliklerin gözdesi...
İyice havaya girince, “Bakıverin bakem bene! Biliyonuz mu ben Saçlı Efe’nin uzaktan akrabasıyım,” derdi.
Gerçi kahvedekilerin neredeyse yarısı Saçlı Efe’nin uzaktan akrabası olduğunu söylerdi, ama önemi yok: Bu tılsımlı bir sözdü.
Son zamanlarda sızlanmaya, yakınmaya başlamıştı. Eklemlerinde ağrılar başlamıştı. Dizilerinde kireçlenme vardı.  Bir çöktü mü zor kalkıyordu. O yüzden de kendisine biraz dikkat etmesi gerekiyordu.
Ancak bazen  “Bu seferlik beni mazur görün akideşler,” demek istese de, harmandalı oynaması için yapılan ısrarları nazlanıp, geri çevirmeye niyetlense de, dayanamaz yine oynardı. Ve hatta davet gelmeden çıkar oynardı. Hem de daha zurnanın ilk deliğinin, sazın ilk telinin sesini duyar duymaz.
Bütün sıkıntılarına rağmen yine de kendinde güç bulabiliyordu demek ki. Bir gün eşeğinin çektiği arabasının üstünde değirmenden yüklediği buğday çuvallarından biri tam tahta köprüyü geçerken kayıp suya düşecek gibi oldu. Adem Emmi, bunu fark edip bir hamle yapıp, çuvalı yakalayıverdi. 
Gören, eklem ağrılarından, dizlerinin kireçlenmesinden yakınan ihtiyar bu mu, der, şaşırır.
Herkesin bir kusuru vardır, Adem Emminin de garip bir tiki oluşmuştu.
Zaman içinde keyifle icra ettiği bu oyun başına dert olmaya başlamıştı. Zamanlı zamansız, yerli yersiz, kendini tutamayıp oynamaya başlamıştı. Bir yerlerden zeybek havası duymasın, hemen iki kolunu açıp başlıyordu oynamaya.
Bir keresinde mahkemeden şahitliğine başvurmak için çağrılmıştı. 
Tıraş oldu; takım elbisesini giydi, kravatını takıp gitti.
Çok sıcak bir yaz günüydü; mahkeme heyeti, avukatlar, izleyiciler; herkes sıcaktan bunalmıştı. Mahkemenin katibesi hakimin dosyaya baktığı aralarda kağıtları yelpaze niyetine sallayıp, serinliyordu. 
Havalansın diye mahkeme salonunun pencereleri açılmıştı.
Adem Emmi, boğazını sıkan kravatını gevşetmek istese de mahkemenin ciddiyetini bozmamak için, iki de bir eli gitse de yapmıyordu. 
Hakim: 
“İsminiz Adem’di, değil mi beyefendi?” diye sordu.
Avukat, gözünün ucuyla Adem emmiye ayağa kalkmasını işaret etti. O da kalktı.
Oraya kadar her şey iyiydi.
Hakim, devamla:
“Siz, bağ komşunuz Necmi’nin, sınır ihtilafı nedeniyle kızıp, bir başka komşunuz Nail’in üzümlerine kurutmak için zehirli ilaç sıktığına şahit olmuşsunuz doğru mu?”
Adem Emmi, kravatının da etkisiyle ter içinde kalan yüzünü elinin tersiyle silip tam hakimin sorduğu soruya bütün ciddiyetiyle cevap verecekken, aksilik bu ya, sokaktaki kasetçilerin birinden bir zeybek havası pencerelerden içeriye sızdı.
“Harmandalı efem geliyor…” 
Eyvahlar olsun! Adem emmi, kendisini tutamayıp, başladı oynamaya. 
Bütün o yaşını başını almış, mahkemenin ciddiyetine uygun olsun diye takım elbisesini giymiş, kravatını takmış, ağırbaşlı görünüşüne karşın Adem Emmi, kollarını iki yana açmış, oynuyordu.
“Efeme de mor cepkenler yaraşır, yaraşır,... Efem ne giyerse yakışır.” 
Sanırsınız bir kartal olmuştu havada. 
Mahkeme salonundaki herkes donakalmıştı. Onun bu huyunu bilenler gülmeye başlamışlardı.
Sıcaktan bunalmış şişman zabıt katibesi, bu aradan memnun, sandalyesinde arkasına kaykılmış bir yandan yüzünü yelpazeliyor, bir yandan da kahkahalarla gülüyordu.
Davalı avukatı keyifle sırıtırken, davacı avukatı, telaşla Adem Emminin ceketinden çekiştirip, onu oturtmaya çalışıyordu. 
O türkü bitip de tam Adem Emmi, kan ter içinde yerine oturuyorken, dışarıdan başka bir zeybek havası başlamasın mı, yine kendisini tutamayıp oynamaya başladı.
“Haydülen de haydülen,… Karadağların sandalı da sandalı,…”
Hakimin yüzü kıpkırmızı olmuştu. Küplere binmişti. Devletin yüce mahkemesine karşı yapılan saygısızlık onu çileden çıkarmıştı.
Dışarıda zeybek havası çalmaya devam ediyordu.
“Haydülen de, haydülen,…Şu dağlarda geyik kalmadı,..”
Adem Emmi, hala kendisini kontrol edebilmiş değildi. Oynamayı sürdürüyordu. 
Ağzını aç da, bir kelam ediver adam, değil mi? Onu da yapamıyordu. 
Hiç kimse de pencereyi kapatıp, onu bu durumdan kurtarmayı akıl edememişti.
Hakim, sonunda, “Sen oyna bakalım. Bağ komşularının içine düştüğü bu durum hoşuna gitmiş anlaşılan.  Seni mahkemeye hakaretten içeri attırayım da aklın başına gelsin,” dedi. 
Hakim, “Yaz kızım,” deyince sandalyesinde arkasına kaykılmış yelpazelenen mahkeme katibesi, kendine gelip doğruldu. 
“Ali oğlu Adem,… mahkemeye saygısızlık fiilinden tutuklanmasına karar verilmiştir.”
Mübaşirler, içeri giren jandarmalar Adem Emminin kollarına girmiş, mahkeme salonunun dışına sürüklerken o, hala dışarıdan gelen zeybek havasına uyup, oynamaya devam ediyordu.
“Oynülen de kör arabım sen oyna,…Senden başka yiğit kalmadı.”
Koridora çıkıp da türküler duyulmaz olunca kendine geldi. Nefes nefese kalmıştı. Dövünüp, derdini anlatmaya çalıştıysa da çok geçti. Onu nezarete attılar.
Kasabanın ileri gelenleri araya girip, hakime durum anlatılıncaya kadar boşu boşuna nezarethanede kaldı.

23 November 2019

Kahveci kral ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı



Kahveci kral

“Abi valla sana benziyo.”
Böyle demişti Halim, kahveci Osman’a.
Hani bu yıl havaların kötü bir sürprizi olmuş, mahsul az olmuş, Halim de işsiz kalmıştı ya; epeyce aylak aylak dolaştıktan sonra kasabanın yakınında başlayan arkeolojik kazılarda bir iş bulmuştu.
İşinden memnundu. İyice havaya girmişti.
“Abiler, bizim kasabanın talihi değişcek gari, turist kayneycek buraları,” diyordu.
Kasabaya bir anda kazılar için gelen arkeologlar doluşmuştu.
Arkeolog kimdir, nedir? Köylüler bilmediklerinden birbirlerine soruyorlardı.
Halim, öğrenmişti; ezbere söylüyordu cevabını: “Arkeolog, yazın kavurucu sıcağında, tozun toprağın içinde çalışan, fakat bulduğu en ufak bir eserle bulunduğu ortamı unutan, heyecanlanan ve yüzünde bir tebessüm oluşan kişidir.”
Devamla:
“Maalesef memlekette iş bulamıyorlar. Burada adam yok gibi dışarıdan adam getirtiliyor,” diyordu.
Halim’lerin başındaki arkeolog da Alman’dı. Diğer arkeologlar onun çok ünlü bir adam olduğunu söylüyorlardı. Sert ve disiplinli bir adamdı. Yok, efendim sıcaklık kırk dereceye vurmuşmuş, güneş bedenlerini kavurmuşmuş; aldırdığı yoktu. Bu yüzden de Halim’in onu çok sevmesi mümkün değildi.
Kazılar, Tenekeci İsmail’in tarlasında yapılıyordu.
Herkes kasabada tarihi kalıntılar bulunmasına sevinirken o mutsuzdu.
“Kiminin toprağında petrol çıkar, kiminin toprağı bereketlidir yılda iki ürün verir; bizimkinden de şansımıza tarih çıktı. Gari ne işimize yarıyacağsa!” diye söylene söylene dolaşıyordu.
“İyi de emmi, fena mı oldu? Köyün gençlerine iş çıktı,” diyenlere de küfürü basıyordu.
***
Bir sabah bir kral heykeli bulmuşlardı. Halim, çaktırmadan cep telefonuyla bir iki fotoğrafını çekmişti.
Dikkatli bakınca kralın kahveci Osman Abiye tıpatıp benzediğini farketmişti.
Öğle molasında bir koşu gidip, soluğu kahvede aldı.
Heyecanla haberi iletti, ama Osman’ın tepesini attırmıştı.
“Get lan olum, senle mi uğraşcem şincik! Millet çay bekleyo, sen gelmiş benle maytap geçiyon.”
“Abi, sen şişeyi yarıladığın zaman hep alemin kralı benim lan demez miydin?”
“Lan oğlum, o işin gırgırı.”
***
Havadis kasabada tez yayıldı.
Kahveye dalan ocağa doğru selam sarkıtıp, “Selamünaleyküm haşmetmeap,” diyordu.
Arka masalardan biri kimdi bilmiyorum, “Kahveciler kralı!” diye bağırdı.
Bir diğeri:
“Kral bizim kahveci, akideşler. Bizim kralımız.”
Osman, sonunda “Ulan olum, şakanın bokunu çıkardınız artıkın, yete gari!” diye kızıp, elindeki çay tepsisini tezgaha doğru fırlattı.
Ocakta kaynayan semaver suyunu tüketmişti, nerdeyse patlayacaktı. Kirli bardaklar tezgahın içinde birikmişti.
Kimsenin zaten çay beklediği yoktu. Köylülere eğlenecek bir konu çıkmıştı.
Adem dayı, şakayı iyice ileri götürüp, çekilen kral heykeli fotoğrafını Arif’in fotoğrafhanesinde büyüttürüp, bastırmış, bir güzel çerçevelettirip, kahveye getirmişti.
“Kahvecilerin kralı Osman akideş, al sana hedayesi de benden. Duvara asıver gari didenin resmini.”
***
Birkaç gün sonra Osman, olaya biraz alışsa da suratından düşen hala bin parçaydı.
Bir sabah erken saatlerde yoldan geçen kasabalılar onu ortaokulun bahçesinde bir ağacın gölgesine oturmuş, tarih hocası Engin Beyle hararetli hararetli bir şeyler konuşurken gördüler.
“Hocam biz Orta Asya’dan göçmedik mi?”
“Evet, Osman abi.”
Koltuğunun altında gazeteye sarılı kralın resmini gösterip:
“Peki, bu kral kaç yaşında?”
“Bilemem abi.”
“Dini bütün bir adama benziyor.”
“Belki de.”
“Müslüman bir adam besbelli… Yüzünden anlaşılıyor.”
“O mümkün değil Osman Abi. Bu adam İsa Peygamber bile daha doğmamışken, ondan kim bilir kaç yüz yıl önce yaşamış. Kesin bilgi değil, ama bu kralın yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce yaşadığını duydum. Yani adam İsa Peygamberden en az dört yüz yıl, Hazreti Muhammet’ten de dokuz yüz yetmiş yıl önce doğmuş.”
“Hadi ya! Nası oluyo da, böle oluyo? Anlayamadım akideş…”
Bir düşüncedir aldı kahveci Osman’ı.
***
Ertesi haftanın haberi daha büyük bir bombaydı. Kralın mezarına da ulaşmışlar, yanı başında da kralla birlikte gömülen içi altın paralar, mücevherler, takılarla dolu bir küp bulmuşlardı.
“Akideş,” diye takıldı, Mustafa emmi “Bu senin kral diden çok da zenginmiş herhal.”
“Fesupanallah,” diye söylendi kahveci Osman.
Uykusuz geçen birkaç geceden sonra Osman bir sabah erkenden karısı Gülşen yengeyi de koluna takıp, soluğu dava vekili Hasan Beyin yazıhanesinde aldı.
“Hasan abi, bene usturuplu bir istida yazıveriveğ gari sana zahmet. Kazıda mezarı ortaya çıkan kral benim öz dedemdir. Bulunan define de mirasımdır.”

16 November 2019

Misafir ayı (Kısa öykü) / M. Hakkı Yazıcı



Misafir ayı


Her gün kocaman bir ayı geliyormuş Hatice ninenin evine.
Kadıncağız, bunu sıradan bir olay gibi anlatmıştı komşularına.
Duyan komşular korkuya, telaşa kapıldılar. Buralarda pek olmazdı, ama yolunu şaşıran bir ayı olabilirdi. Tehlikeli, saldırgan ise hemen önlem almaları gerekiyordu. Çoluk çocuk bazen oynamak için orman içine giriyordu.
Jandarmaya haber verdiler. Şehirde oturan kızına telefon ettiler.
Jandarmalar çok gecikmeden, gün içinde geldiler.
Çok pırpırlı başçavuş Hatice nineye sordu:
“Ne zaman gördün teyze bu ayıyı?”
“Her gün geliyor evladım.”
“Ne yapıyor? Etrafa zarar veriyor mu?”
“Yok evladım, çok kibar. Gelirken yoldan topladığı kır çiçeklerini getiriyor. Hem ben yorulmayayım diye vazoya kendi yerleştirip, suyunu da koyuyor.”
Başçavuş, komşular, donakalmışlardı.
“Sanki gerçek bir beyefendi; her gün tertemiz, tiril tiril, ütülü elbiseleriyle geliyor. Boynunda papyonu, yakasında kırmızı karanfili hiç eksik olmuyor.”
Başçavuş sordu:
“Sonra teyze, başka ne yapıyor?”
“Hiç… Çayımızı içip, birlikte oturuyoruz. Akşam olunca, saat altıdan önce izin isteyip, kalkıp gidiyor.”
“Niye?”
“Aaa, tabii ki evladım, onun da çocukları varmış... Eve geç kalmaması lazım.”
Öyle ya, ayının da çocukları olunca eve geç kalmadan evine dönmesi gerekiyordu.
Başçavuş:
“Yanılıyor olmayasın teyze? Bu senin ayı zannettiğin şu bizim dağ köylerinden, kaba saba, ayıya benzeyen bir adam olmasın?”
“Yok, evladım teessüf ederim! Ben ayıyla, adamı birbirine karıştırır mıyım?”

15 November 2019

Kuş mevsimi (Kısa öykü) / M. Hakkı Yazıcı




Kuş mevsimi


Kış, geride kalmış; ağaçlar yapraklarını, çiçeklerini açmıştı.
Ağaç dalları, baharın sevincini yaşayan her cinsten kuşla dolmuştu. Adeta kış mevsiminin ardından “kuş mevsimi” yaşanıyordu.
Dedesi Bıcırık’ın kaçtığını anlamamıştı. Babasının İzmir’den satınalıp getirdiği sarı kanaryayı Bıcırık zannediyordu. Ama içinde yine de bir sıkıntı vardı; Bıcırık günün birinde geri dönerse “Bu benim Bıcırık’ım ise, şu kafesteki kuş neyin nesi?” der diye korkuyordu.
İşte o zaman yaptıkları ortaya çıkacaktı.
Ne cevap verecekti?
Dolaşırken gözü yine hep gökyüzünde idi.
Leylekler, eski fabrikanın yıkık bacasının kalan kısmının tepesine yuva yapmıştı. Dişi leyleğin yumurtalarından bir süre sonra yavruları çıktı.
Leyleklerin yavrularını ihtimamla beslemeleri seyredilecek şeydi. Uzaktan güzel gözüküyordu, ama onların dikkatli olmaları gereken tehlikeler de vardı.
Dedesiyle dolaştığı günlerden birinde gökyüzünde yükseklerde uçan bir kartal gördüler.
Kartal yuvadaki yavruları farketmiş, leyleklerin dikkatsiz anlarını yakalamak umuduyla havada dönüp duruyordu.
Eyvah ki, eyvah!
Ancak kartal galiba havasını alacaktı, çünkü leylekler durumu sezmiş, yuvanın etrafından hiç uzaklaşmıyorlardı.
Dedesi, kendisi şahit olmayıp babasından dinlediği eski bir olayı anlattı.
Bir zamanlar 1930’lu yıllarda kartallar ve leylekler korkunç bir savaşa girişmişlerdi. Her iki taraftan da çok sayıda kuş ölmüştü. Sonunda köylülerin leyleklere destek olması, gelen askeri bir birliğin kartallara ateş açması sonunda leylekler savaştan zaferle çıkmışlardı.
Dedesi, bunu ballandıra ballandıra anlatıyordu.
Sonunda kartal dolaşıp durmaktan sıkılıp, yoruldu; başka bir av bulmak ümidiyle gitti. Leylekler de rahat bir nefes aldılar.
Muhtemelen Bıcırık da yırtıcı bir kuş tarafından avlanmıştı. O ana kadar dönmediğine göre durum böyleydi.
Dedesi, bir gün civar bahçelerden birinde komşu kedilerinden birisini çatıdan düşmüş karga yavrusunu avlama hazırlığında iken görmüş, yerden aldığı taşı fırlatıp, kovalamıştı.
Kaçıp giden kedinin hevesi kursağında kalmıştı.
Yaralı yavru kargayı dedesi eve getirdi. Yaralarını merhemle iyileştirdi. Elleriyle besledi.
Bahçedeki kümesteki horozu ve tavukları, çatı aralığına yuva yapanları da sayarsak evdeki kuşların sayısı artmıştı.
Karga bir süre sonra iyileşti, büyüdü, irileşti. Aynı Bıcırık gibi dedesine alıştı. Bir evcil hayvan gibi onu takip ediyordu. Dedesi de omuzunda onunla dolaşıyordu.
Bazen karşısına alıp, aynı karga gibi “Gak” diye bağırıyordu.
Karga da ona adeta aynı dilden cevap veriyordu:
“Gak!”
Adını da “Gak” koydu.
“Bak, benimle nasıl konuşuyor,” kargaya dönüp “Gak!” diye bağırıyordu.
Karganın cevabı gecikmiyordu:
“Gak, gaakkk.”
Dedesi, bu karganın da diğer kuşların gelip ona anlattığı masalları, uzak diyarlarda olan olayları bildiğini, yaramazlık yapmazsa gece yatmadan önce ona anlatacağını söylüyordu.
“Bu kargalar dünyanın en akıllı yaratıklarından,” diyordu.
Oysa yine onun anlattığı La Fontain’in “Karga ile tilki” masalını dinledikten sonra kargalar gözünden düşmüştü; akıllı olduklarına dair inancı kalmamıştı.
“Yok dede, kargalar senin dediğin kadar akıllı değil,” dedi.
Annesinden öğrendiği tekerlemeyle dedesini kızdırıyordu.
“Karga, karga, gak dedi, çık şu dala bak dedi, çıktım baktım o dala, şu karga ne budala.”

Bıcırık (Kısa öykü) / M. Hakkı Yazıcı




Bıcırık


Dedesi köyden gelirken kuşunu da yanında getirmişti.
Küçük bir kafeste, sarı bir kanarya: Bıcırık.
Bıcırık’tı kuşun adı.
Kendisine alıştırmıştı. Elleriyle en tazesinden marullarla beslerdi. Kafesinden çıkarır, omuzuna koyardı. Kuş, bir kanat çırpışıyla omuzundan başına sıçrar, sonra öbür omuzuna konardı.
Kaçmazdı.
Demek ki hayatından memnundu.
Dedesi, kuşunu karşısına alır, başlardı muhabbete.
Geveze bir kuştu bu Bıcırık. Cik cik, cik cik de cikcik.
Dedesi de sanki ona cevap verir gibi, cik cik, cik cik de cikcik diye onun taklidini yapardı.
Onun iddiasına göre kuşuyla konuşuyorlardı.
“Çok müthiş bir kuş bu Bıcırık. Öyle öbür kuşlar gibi değil. Çok akıllıdır. Her şeyi bilir, haber verir.”
Ne zaman yağmur yağacak, o yıl mahsul ne kadar bereketli olacak ve hatta dünya haberleri...Hikayeler, fıkralar, masallar...Her şeyi ondan öğrenmek mümkündü.
Haberleri de güya öbür kuşlardan alıyor, dedesine anlatıyordu. Haliyle haber kaynağı da dünyadaki kuş sayısı kadar çoktu.
Ona anlattığı masalları da Bıcırık’tan öğrenmişti.
“İnanmıyorum sana dede, bu kuş nerden bilsin masalları? Beni kandırıyorsun.”
Bazen kafesi de yanlarına alır bahçeye çıkarlardı. Dedesi kafesin kapısını açar, Bıcırık’ı avuçlarının içine alır, omuzuna koyardı.
Yine kaçmazdı kuş.
Belki de başka bir yerde bu kadar taze ve lezzetli marullar bulamayacağını bildiğinden...
Annesi, koltuğunun altında yıkadığı çamaşırları asmaya götürürken  önlerinden geçerken duyduklarına güler, başını sallardı.
Efe torunu koskoca Ahmet efendi, ufalmış, yarım akıllı bir ihtiyarcık olmuştu.
Bir gün dedesi yatak döşeklik olunca, çok önemli olmasa da hastaneye yattı.
Bıcırık’ı “Suyunu, yemini vermeyi unutma,” diye torununa emanet etti.
Bir sabah kafesi de alıp, bahçeye çıktı. Kapısını açtı. Niyeti dedesi gibi avucuna alıp, omuzuna koymaktı, ama kuş elinden kurtulup, uçtu, yakındaki ağacın dalına kondu.
Oradan da havalanıp evin çatısına uçtu.
Sarı kanarya Bıcırık, dam üstünde saksağan olmuştu.
Sonra?
Sonrasını kimse bilmiyor.
Sağa koştu, sola baktı. Bıcırık yoktu. Bir telaş aldı, kümesteki tavukları yemleyen anasının yanına koştu.
Birlikte aradılar. Bütün ağaçların dallarına, bütün çalıların diplerine baktılar. Yoktu. Kuş uçup, kaybolmuştu.
Sokaktan yalanarak geçen bütün kedilere kuşkuyla bakmaya başladı.
Gece uyku tutmadı. Dedesi hastaneden dönünce ne cevap vercekti?
Ertesi gün kuş yine yoktu.
Salya sümük ağlamaya başlayınce annesi, “Ağlama artık, babana söyleyelim İzmir’de bir sarı kanarya bulup alsın,” dedi.
Babası, İzmir’den Bıcırık’ın aynısı bir sarı kanarya bulup, getirmişti.
Kuşu kafese koydular.
Başka bir kuş bulmuşlardı, ama hala endişelerinden kurtulmuş değildi. Dedesi kuşla konuşmaya kalkınca onun Bıcırık olmadığını hemen anlayacaktı.
Bir kaç gün sonra dedesi hastaneden taburcu oldu.
Sevinmesi gerekiyordu, ama korkuları buna engel oluyordu.
Dedesinin kollarına girip, merdivenlerden çıkardılar, yatağına yatırdılar. Adamcağız yatar yatmaz uyudu.
İkide bir kapının aralığından bakıyordu. Dedesi uyuyordu.
Biraz bahçede oyalandıktan sonra döndüğünde dedesinin yatağında doğrulmuş, kafesteki kuşla karşılıklı ötüştüklerini gördü.
Cik cik, cik cik de cikcik.
Eyvah, şimdi onun Bıcırık olmadığını anlayacak diye telaşlandı.
Dedesi, kapının aralığından baktığını farkedince yanına çağırdı.
“Gel, gel! Bıcırık ben hastanedeyken yeni masallar öğrenmiş, bana anlattı. Akşam sana da anlatırım,” dedi.

Dolaptaki cin (Kısa öykü) / M. Hakkı Yazıcı



Dolaptaki cin

Annesi, “Hadi gene çocuk şanslısın, deden bizde kalacak. Aynı odada yatacaksınız, sana bol bol masal anlatır artık,” dediğinde çok sevinmişti.
Sevinçten “Of be, yaşasın!” diye bir nara atmıştı. Ama ne bilsin başına gelecekleri.
Dedesini çok severdi, ancak köyde yaşadığı için çok göremez, hep özlerdi. Daha küçükken anlattığı Keloğlan masallarının güzelliğini hala unutmamıştı.
Annesiyle, babası, “fısır, fısır” konuşurlarken bir şeyler duymuş, ancak çok anlayamamıştı. Dedesinin tek başına yaşadığı köyden ziyaretlerine gelen köylüler, “Bize karışmak düşmez, ama babanızı yanınıza alsanız iyi olur. Zavallı artık kendi kendini idare edemiyor,” demişlerdi.
Ninesi öldükten sonra dedesi iyice çökmüştü. Annesinin ısrarlarına rağmen yanlarına gelmeyi reddetmiş, “Yahu, siz gelin benim yanıma, burası daha güzel,” diye diretmişti.
Annesi, “Ah be babacım, inat etme! Hiç mi özlemiyorsun bizi. Tek başına burada yaşayıp da ne yapıyorsun? Gel de torunun dedesine doysun,” demiş, yine ağlamaya başlamıştı.
Dedesi, bu kız yine niye ağlıyor, diye yüzüne bakıp lahavle çekmişti.
Böyle olunca çaresiz geri dönmüşlerdi, ama daha altı ay geçmeden köyden yine haberler gelmeye başlamıştı. Köylüler kendi aralarında “Efe torunu koskoca Ahmet Efendi ne hallere düştü. Yarım akıllı bir ihtiyarcık oldu,” diye konuşuyorlardı.
Kapının aralığında bir adamın babasına “Zavallı adam, koltuğunun altına bir lastik top alıp sokağa çıkıyor. Çocukların arasına karışıp oynuyor, sonra yorulunca karşısına çıkan ilk eve girip, evin hanımına ‘anne ben çok açıktım, yemek hazır mı?” diye soruyor, diye anlattığını duymuştu.
Babası:
“E, iyi de bunda ne kötülük va ki akideş?” diye sormuştu babası.
“Fenalık yok da geçen gün de bi komşunun evine gidip, ‘hanım tarlada çok yoruldum, yemek hazırsa hemen sofraya oturalım demiş.”
Babası bir şey diyememiş, köylü devam etmişti:
“Hepimizin, evi barkı, karısı vaa di mi? Böyle giderse gerisini sen düşün gari…”
Annesiyle, babası, bir kez daha şanslarını denemek için köye gitmişler, “Torunun akşamları, ben dedemi özledim diye ağlıyor, uyuyamıyor,” diye bir yalan uydurmuşlardı.
Adamcağız:
“Vah tosunum, vah garibim, kıyamam ben ona!” deyip, sonunda, “Tamam oğlanın hatırı için bir haftalığına gelirim,” diye razı olmuştu.
Koşa koşa bahçeden içeri girdi. Dedesi odasında divanın üzerinde bağdaş kurmuş, çayını yudumluyordu.
Teyzesinin odasının karşısındaki odada birlikte kalacaklardı. İyi vakit geçireceklerinden kuşkusu yoktu.
***
Başlangıçta öyle de oldu.
Dedesinin gelmesine sevinmişti, ama sonraları anlattığı masallar onu ürkütmeye başlamıştı. Geceleri uyumadan önce anlattıkları eskiden olduğu gibi eğlenceli Keloğlan masalları, Nasrettin Hoca fıkraları değildi. Kafdağının arkasındaki tek gözlü devler,  Şahmeran, ejderhalar, canavarlar, alkarısı, karakoncolos, cinler, periler…
Masalların ortasında “Dede yaaa, korkuyorum,” diye sarılıp, ağlamaya başlıyordu.
Her şeyden korkmaya başlamıştı.
Bir keresinde akşam karanlığında birlikte mezarlığın yanından geçerlerken havada uçan beyaz bir şey gördüler.
“Dede bak, hayalet!”
Dedesi, o tarafa doğru baktı, arkasına bakmadan tek başına kaçmaya başladı.
“Dede, beni bırakma, korkuyorum,” diye bağırsa da adam önden koşmaya devam etti.
Nefes nefese, durmadan eve kadar koştular.
“Dede yeter artık, koşma hayalet peşimizden gelmiyor,” diye bağırdığında ancak durabildi adamcağız.
Uçuşan beyaz şeyin aslında mezarlığa yakın bir evde oturan Sabahat Hanım’ın yıkayıp, kuruması için ağaçların arasına astığı, rüzgarda mandallardan kurtulup havalanan eski gelinliğinden başka bir şey olmadığını anlayamamışlardı.
Babası evde fazla kalmazdı. Kamyoncuydu. Kasabanın sebzesini, meyvesini uzak şehirlere taşırdı. Oralardan bir yük bulursa onları da alır getirirdi. Gündüz sıcağına, yolun kalabalığına yakalanmamak için gecenin karanlığında kalkar yola çıkardı.
Motor sesini duyar duymaz pencereye koşardı. Bahçe kapısından çıkan babasının kamyonu zifiri karanlıkta virajları döne, dolaşa dağlara tırmanıp, uzaklaşırdı. Kırmızı stop lambaları kaybolana kadar peşinden bakardı.
Karanlığın içinde kim bilir neler vardı? Devler, ejderhalar, cinler, periler… Bunların iyileri de vardı, kötüleri de. İyilerinin babasını koruması için tanrıya yalvarırdı. Yollarda babasının başına kötü bir şeyler gelir mi diye endişelenir, ta ki babası bir sabah eve dönene kadar huzur bulmazdı.
Karanlıktan iyiden iyiye korkmaya başlamıştı.
Yatağına dönüp, yorganını başına çekip yatardı. Ta ki bahçedeki horozun yırtınırcasına ötmesine kadar. Onların da kendisi haber verdiği için güneşin doğduğunu zanneden bir horozları vardı. Sabahın köründe avaz avaz, çırpınarak öterdi: Üüü ürüüü üüüü.
***
Çamlıkta pikniğe gittikleri bir günün akşamüstünde dedesi, daha bahçe kapısından girerken “Hadi saklambaç oynayalım, ben ebeyim,” demişti.
Eve doğru koştu, merdivenlerden basamakları ikişer ikişer atlayarak çıktı.
Öyle bir yere saklanmalıydı ki, dedesi ne kadar ararsa arasın bulamasın. Mutfaktaki masanın ya da annesiyle babasının yataklarının altına mı, yoksa balkona mı?
Çok düşünecek zamanı yoktu. Teyzesinin odasındaki elbise dolabına saklanmaya karar verdi. Daha önce de buraya saklanmıştı, dedesi bulamamıştı. Belki de teyzesi artık yetişkin bir genç kız olduğu için kimse odasına girmek istemiyordu.
Teyzesinin dolabının kapağını açtı. Daha içine giremeden, dehşet içinde gerisin geriye kaçmaya başladı.
Annesinin eteklerine yapışıp, “Anaaa, teyzemin dolabında cin var!” diye bağıra bağıra ağlamaya başladı.
Üzerinde geceliği, saçı başı dağılmış bir halde koşa koşa gelen teyzesi kolundan yakalayıp, çimdiği basıp, ensesine de bir tokat attı:
“Sende utanma yok mu çocuk, nasıl destursuz girersin benim odama?!”
Annesi, onu yatıştırmaya çalışırken, dedesine çıkıştı:
“Baba, n’apıyosun sen? Görmüyo musun bak, oğlanı deliye çevirdin. Yok mu başka anlatacak masallar? Yok cinmiş, periymiş, canavarmış… Başka bi şey konuştuğu yok.”
***
Dedesine ona bir daha cinli, perili masallar anlatmaması için binbir ricada bulundular.
O da sözünü tuttu, bu olaydan sonra yeniden Keloğlan masalları, Nasrettin Hoca fıkraları anlatmaya başladı.
Bir hafta geçmiş ya da geçmemişti annesinin peşinden pazara gittiklerinde aniden sebze, meyve tezgahlarının arkasında dolaptaki cini yeniden karşısında gördü.
Hemen tanımıştı.
Görünüşte diğer pazarcılardan farklı bir hali yoktu. Beline bağlı bir pazarcı önlüğü vardı. Bir müşterisi için kesekağıdına domates dolduruyordu.
Korkudan beti benzi atmıştı, “Anaaa bak, teyzemin dolabındaki cin burada!”
Kadın daha başını çeviremeden pazarcı,  sebze, meyve sandıklarının arkasına kaçıp, kayboldu.
Annesi:
“Yeter gari çocuk, sen daha dedenin uydurduğu masallardan kurtulamadın mı?” diye azarladı onu.