24 November 2019

Harmandalı (Kısa Öykü) / M. Hakkı Yazıcı





Harmandalı

Ben, hayatımda Adem Emmiden daha iyi harmandalı oynayanını görmedim dersem abartmış olmam.
Bütün bilenler, hatırlayanlar, onun çocukluğundan beri çok güzel zeybek oynadığını söylerdi. 
O ne endam, o ne duruş. Kollarını iki yana açtığında adeta havada süzülen bir kartala benzerdi.
Düğünlerin, şenliklerin gözdesi...
İyice havaya girince, “Bakıverin bakem bene! Biliyonuz mu ben Saçlı Efe’nin uzaktan akrabasıyım,” derdi.
Gerçi kahvedekilerin neredeyse yarısı Saçlı Efe’nin uzaktan akrabası olduğunu söylerdi, ama önemi yok: Bu tılsımlı bir sözdü.
Son zamanlarda sızlanmaya, yakınmaya başlamıştı. Eklemlerinde ağrılar başlamıştı. Dizilerinde kireçlenme vardı.  Bir çöktü mü zor kalkıyordu. O yüzden de kendisine biraz dikkat etmesi gerekiyordu.
Ancak bazen  “Bu seferlik beni mazur görün akideşler,” demek istese de, harmandalı oynaması için yapılan ısrarları nazlanıp, geri çevirmeye niyetlense de, dayanamaz yine oynardı. Ve hatta davet gelmeden çıkar oynardı. Hem de daha zurnanın ilk deliğinin, sazın ilk telinin sesini duyar duymaz.
Bütün sıkıntılarına rağmen yine de kendinde güç bulabiliyordu demek ki. Bir gün eşeğinin çektiği arabasının üstünde değirmenden yüklediği buğday çuvallarından biri tam tahta köprüyü geçerken kayıp suya düşecek gibi oldu. Adem Emmi, bunu fark edip bir hamle yapıp, çuvalı yakalayıverdi. 
Gören, eklem ağrılarından, dizlerinin kireçlenmesinden yakınan ihtiyar bu mu, der, şaşırır.
Herkesin bir kusuru vardır, Adem Emminin de garip bir tiki oluşmuştu.
Zaman içinde keyifle icra ettiği bu oyun başına dert olmaya başlamıştı. Zamanlı zamansız, yerli yersiz, kendini tutamayıp oynamaya başlamıştı. Bir yerlerden zeybek havası duymasın, hemen iki kolunu açıp başlıyordu oynamaya.
Bir keresinde mahkemeden şahitliğine başvurmak için çağrılmıştı. 
Tıraş oldu; takım elbisesini giydi, kravatını takıp gitti.
Çok sıcak bir yaz günüydü; mahkeme heyeti, avukatlar, izleyiciler; herkes sıcaktan bunalmıştı. Mahkemenin katibesi hakimin dosyaya baktığı aralarda kağıtları yelpaze niyetine sallayıp, serinliyordu. 
Havalansın diye mahkeme salonunun pencereleri açılmıştı.
Adem Emmi, boğazını sıkan kravatını gevşetmek istese de mahkemenin ciddiyetini bozmamak için, iki de bir eli gitse de yapmıyordu. 
Hakim: 
“İsminiz Adem’di, değil mi beyefendi?” diye sordu.
Avukat, gözünün ucuyla Adem emmiye ayağa kalkmasını işaret etti. O da kalktı.
Oraya kadar her şey iyiydi.
Hakim, devamla:
“Siz, bağ komşunuz Necmi’nin, sınır ihtilafı nedeniyle kızıp, bir başka komşunuz Nail’in üzümlerine kurutmak için zehirli ilaç sıktığına şahit olmuşsunuz doğru mu?”
Adem Emmi, kravatının da etkisiyle ter içinde kalan yüzünü elinin tersiyle silip tam hakimin sorduğu soruya bütün ciddiyetiyle cevap verecekken, aksilik bu ya, sokaktaki kasetçilerin birinden bir zeybek havası pencerelerden içeriye sızdı.
“Harmandalı efem geliyor…” 
Eyvahlar olsun! Adem emmi, kendisini tutamayıp, başladı oynamaya. 
Bütün o yaşını başını almış, mahkemenin ciddiyetine uygun olsun diye takım elbisesini giymiş, kravatını takmış, ağırbaşlı görünüşüne karşın Adem Emmi, kollarını iki yana açmış, oynuyordu.
“Efeme de mor cepkenler yaraşır, yaraşır,... Efem ne giyerse yakışır.” 
Sanırsınız bir kartal olmuştu havada. 
Mahkeme salonundaki herkes donakalmıştı. Onun bu huyunu bilenler gülmeye başlamışlardı.
Sıcaktan bunalmış şişman zabıt katibesi, bu aradan memnun, sandalyesinde arkasına kaykılmış bir yandan yüzünü yelpazeliyor, bir yandan da kahkahalarla gülüyordu.
Davalı avukatı keyifle sırıtırken, davacı avukatı, telaşla Adem Emminin ceketinden çekiştirip, onu oturtmaya çalışıyordu. 
O türkü bitip de tam Adem Emmi, kan ter içinde yerine oturuyorken, dışarıdan başka bir zeybek havası başlamasın mı, yine kendisini tutamayıp oynamaya başladı.
“Haydülen de haydülen,… Karadağların sandalı da sandalı,…”
Hakimin yüzü kıpkırmızı olmuştu. Küplere binmişti. Devletin yüce mahkemesine karşı yapılan saygısızlık onu çileden çıkarmıştı.
Dışarıda zeybek havası çalmaya devam ediyordu.
“Haydülen de, haydülen,…Şu dağlarda geyik kalmadı,..”
Adem Emmi, hala kendisini kontrol edebilmiş değildi. Oynamayı sürdürüyordu. 
Ağzını aç da, bir kelam ediver adam, değil mi? Onu da yapamıyordu. 
Hiç kimse de pencereyi kapatıp, onu bu durumdan kurtarmayı akıl edememişti.
Hakim, sonunda, “Sen oyna bakalım. Bağ komşularının içine düştüğü bu durum hoşuna gitmiş anlaşılan.  Seni mahkemeye hakaretten içeri attırayım da aklın başına gelsin,” dedi. 
Hakim, “Yaz kızım,” deyince sandalyesinde arkasına kaykılmış yelpazelenen mahkeme katibesi, kendine gelip doğruldu. 
“Ali oğlu Adem,… mahkemeye saygısızlık fiilinden tutuklanmasına karar verilmiştir.”
Mübaşirler, içeri giren jandarmalar Adem Emminin kollarına girmiş, mahkeme salonunun dışına sürüklerken o, hala dışarıdan gelen zeybek havasına uyup, oynamaya devam ediyordu.
“Oynülen de kör arabım sen oyna,…Senden başka yiğit kalmadı.”
Koridora çıkıp da türküler duyulmaz olunca kendine geldi. Nefes nefese kalmıştı. Dövünüp, derdini anlatmaya çalıştıysa da çok geçti. Onu nezarete attılar.
Kasabanın ileri gelenleri araya girip, hakime durum anlatılıncaya kadar boşu boşuna nezarethanede kaldı.

No comments: