Yaşam
annemin hatırladıklarıysa!?
Anama, bacıma ve bütün diğer Mamak
çilekeşlerine…
“Montör Sabri
gelmiş,” diyorlardı… Montör Sabri?!
Sanki montörlük
kalmış gibi öyle diyorlardı. Kulaktan kulağa bütün kasabaya hızla yayılmıştı
geldiği.
Montörlük falan
kalmamıştı, ama öyle diyorlardı işte. Kasabanın artık kapısına kilit vurulmuş
eski konserve fabrikasında çalışmıştı bir zamanlar. Bu lakap da o zamanlardan
yadigar kalmıştı.
Fabrikanın kuruluşunda
günlerce, uykusuz duraksız çalışmışlardı. Üretim holünde, epoksi zeminin
üzerinde her köşede parça parça olan makineler bir araya getirilip monte
edildiğinde elekler, yıkama havuzları, pastörizatörler, otoklavlar, kavanoz
kapama, dolum, etiket yapıştırma makineleri ortaya çıkmıştı.
Bütün hatlar
kurulup da deneme üretimi için ilk hammadde geldiğinde ayakta duramayacak kadar
yorgundu. İşi bittiğinde, ‘eve git; biraz yat, dinlen’ demişlerdi. Gitmemişti.
Bir kenara çöküp, ilk üretimi görmek istiyordu. Gördü de.
Tarif
edilemeyecek kadar büyük bir mutluluktu.
Fabrika eskiden
bir tuğla fabrikasıydı. Şakir Bey’e dedesinden kalmıştı. Sonra Şakir Bey,
konservecilik işine girmeye karar verince bu eski tuğla fabrikası konserve
fabrikasına dönüştürülmüştü. Ana binada esaslı bir değişikliğe ihtiyaç
duymamışlardı.
Zaten fazla
para da yoktu. Eski üretim holleri korunmuş, tadilatla yetinmişlerdi.
Tuğla
fabrikasının uzun bacasına artık ihtiyaç yoktu, ancak yıkmak da kolay değildi. Tepesinden
aşağıya bir kısmını yıkabildiler. Upuzun bacanın sadece birkaç metresini… Şakir
Bey, sonunda pes edip, vazgeçmişti; “Yıkmayalım,” demişti, “Eski fabrikadan bir
anı olarak kalır.” Böylece hiçbir işlevi olmasa da emektar tuğla fabrikasının
bacası bir abide gibi varlığını korumuştu. Daha sonraki yıllarda da kasabaya
gelen leyleklerin yuvası olmuştu. Her sene, tam da sezonun başlayacağı bahar
aylarında uzak diyarlardan gelen leylekler bacanın tepesindeki yuvalarına
yerleşirlerdi. İşçiler uğur sayardı leylekleri.
O zamanlar Sabri,
leyleklerin her yıl, aynı aylarda, aynı yere uzak diyarlardan nasıl
geldiklerine, yollarını nasıl şaşırmadıklarına akıl erdiremezdi hiç.
“Leyleklerin de hafızaları var demek ki,” derdi.
Bir de ulu bir
çınar ağacı vardı fabrikanın bahçesinde. Küçük kuşların konduğu… Hammadde giriş
holünün ana kapısının hemen yanındaydı. Fransa’dan fabrikayı ziyarete gelen
müşteriler ağacı gördüklerinde konserve imalatıyla ilgili hijyenik kurallara
uymadığını söyleyerek ağacın kesilmesini istemişlerdi. Öyle ya, dallarına konan
kuşlar etrafı pisletiyorlardı. Bunu duyunca Şakir Bey’in rengi değişmiş,
“Fabrikayı kapatırım, ama ağacı kestirmem” diye kestirip atmıştı da, kimse bir
şey diyememişti.
Fransa’da iflas
eden bir şirketin fabrikasının makinelerini söküp getirmek için Şakir Bey,
Salih usta ile birlikte Sabri’yi de yanında götürmüştü. İlk defa o zaman
görmüştü Sabri Paris’i. O zamanlar sonra bir daha oraya gideceğini,
memleketinden uzakta, sürgün ve hasret yılları yaşayacağını aklına bile
getiremezdi. İlk gidişi tatlı bir heyecan vermişti ona, ama sonraki çok
hüzünlüydü.
Günlerce eski
makineleri sökmekle uğraşmışlardı. Fransa’dan koca koca kamyonlara parçalar
halinde yüklenen makineler kasabaya, Şakir Bey’in fabrikasına sevk edilmişti.
Şirketin üç
ortağı vardı: Şakir Bey, Mösyö Marzouk ve İstanbul’lu bir tüccar olan Özcan
Bey.
Başlangıçta her
şey güzeldi. Fabrika, kasabanın en önemli ekmek kapılarından biri olmuştu.
Fabrikada işe güce kavuşan işçiler, çoluk çocukları, kasabanın kasabı, manavı,
bakkalı, herkes memnundu.
Sonra?...
Sonra Şakir
Bey’in bütün iyi niyetine rağmen Özcan Bey’in ve Fransa’daki ortak Mösyö
Marzouk’un aşırı kar hırsı ve kötü yönetimi her şeyi değiştirmişti.
Düşük ücretle,
sigortasız işçi çalıştırma… İşten çıkarmalar… Direnişler, grevler… Jandarmanın
müdahalesi… Her şey sırasıyla Sabri’nin sendikanın lokalindeki seminerlerde
öğrendiği “Ekonomi Politik” derslerindeki gibi olmuştu.
İşçiler,
haklarına sahip çıkabilmek için en güvenilir buldukları sendikaya üye
olmuşlardı. Sevdikleri, güvendikleri Sabri’yi de sendikanın işçi temsilcisi
seçmişlerdi. İşte her şey ondan sonra başlamıştı. Baskılar, siyasi mücadele,
askeri cuntanın müdahalesinin arkasından önce tutuklanma, mahkeme, hapislik,
daha sonrasında da kaçaklık yılları…
Fransa’ya bu
defa bir montör olarak değil, bir siyasi mülteci olarak gitmişti.
Senelerce
insanlarını, dilini, kültürünü bilmediği bu ülkede yaşamak zorunda kalmıştı.
***
Yıllar sonra
kasabaya yanında hapishanede aynı kaderi paylaştığı, birlikte kaçıp Fransa’ya
gittikleri arkadaşı, can yoldaşı Hüseyin’le birlikte dönerken, tren istasyona
girmeden fabrikanın yanından geçmişti.
Eski günleri
anımsamak, fabrikayı o terkedilmiş haliyle görmek Sabri’yi hüzünlendirmişti.
Tutamamıştı kendisini; yanaklarından iki üç damla gözyaşı süzülüvermişti.
Aslında bu geri
dönüşün nedeni eskiye özlem, yaşadığı yerleri yeniden görmek isteği değildi. O
da makul bir sebepti, ama asıl neden senelerdir göremediği hasta anacığını
ziyaret etmekti.
Çok daha önce
gelmeliydi, ancak emin olamamıştı. Gümrük kapısında derdest ederler, yeniden
hapsederler, kodeste uzun seneler geçirir, anacığını bu defa hiç göremez diye
endişelenmişti.
Bunu bir kez
yaşamıştı. Biliyordu.
Ablasının anlattığına göre annesinin hastalığı iyice ilerlemişti.
Daha önce
bilmezdi, ama öğrenmişti; bu lanet Alzheimer hastalığının çaresi yoktu. Verilen
ilaçlar da ancak hastalığın yavaş seyretmesini sağlıyordu. İnsanı dünyaya,
ailesine, kendisine yabancı hale düşüren ve etrafındakilere hayatı zehir eden
bir illetti bu. Belleği zamana değil, ama hastalığa yenik düşmüştü
anacığının.
***
Hep birlikte bahçede otururlarken annesi, “Sen ne biçim bahçıvansın ağaçları
budamamışsın,” diye çıkıştı.
Sabri :
“Anne ben bahçıvan değilim, senin oğlunum,” dedi.
Annesi ağlayarak:
“Ben seni zaten sevmiştim, şimdi daha çok sevdim,” diye sarıldı.
Ablası :
“Geçen yıl da yatak odasındaki babamın resmine bakıp, beni de otelci sanıp, ne
biçim otel burası odama yabancı erkek almışsınız diye ortalığı ayağa kaldırıp
kızdı bana,” dedi.
Sinir bozukluğuyla, huzursuzlukla başlamıştı annesinin hastalığı. Daha sonra
unutkanlık ortaya çıkmıştı. Konuşma yeteneğini yitirmemişti henüz, ama muhakeme
gücünü tamamen yitirmişti. Uykuda gibiydi hep. Doktorun söylediğine göre bunlar
daha iyi zamanlardı, daha kötü şeylere de hazırlıklı olmalıydılar. Sonrasında
ihtiyaçlarını tek başına yerine getirememe, desteksiz yürüyememe, yardımsız
yiyememe aşaması başlayacaktı.
Ya daha sonrası?..
Daha da kötü, akla bile getirilmek istenmeyen kötü şeyler.
“Eve gitmek istiyorum,” dedi annesi.
Oysa kırk senedir oturdukları evlerinin bahçesindeydiler. Sabri, ablası, annesi
ve arkadaşı Hüseyin…
Her şeyin bir anlam ifade ettiği eski hayatına geri dönmek istediğini anlatmak
istiyordu belki de.
Ölmek istemiyorum demek istiyordu. Hiç ağrı duymadığım halde çok hastayım;
ancak kimse anlamıyor. Ölüyor olmalıyım; ama ölmek istemiyorum demek
istiyordu.
Herkes nerede;
etrafımda insanlar var, ama onları tanımıyorum; herkes yabancı, babam nerede,
annem, ablam nerede, neden beni yalnız bırakıp gittiler, demek istiyordu
muhtemelen.
Ali’sini,
yıllar önce yitirmiş olsa da hayatının büyük aşkını, sevgili kocasını bile
hatırlamıyordu.
Dünyanın en güzel yemeklerini yapan annesi artık yeme içgüdüsünü de
kaybediyordu. Anlatılanlara göre yakın bir zamanda bir bebek gibi bile
olamayacaktı. Bebekler acıkınca ağlardı. Verilenleri yerler, karınları doyunca
da mutlu olurlardı.
Eskiden, güzel
günlerinde, şimdi oturdukları bahçedeki incir ağacının altına kurdukları upuzun
masanın etrafına bütün aile fertleri sıralanıp, annesinin yaptığı yemekleri
iştahla yerlerdi. En çok Rumeli usulü ciğer sarmasını severdi. Annesi de bunu
bildiğinden özel günlerde özenerek yapardı. Çarşıdan aldırdığı kuzu ciğerinin
zarına iç pilav sarıp, tepsiye dizer, sonra da fırına verirdi. Kendi yağıyla
nar gibi kızaran sıcacık ciğer sarmalarını soğuk cacıkla sofraya getirirdi.
Törenle masanın etrafına oturan aile efradı neşe içinde yemeklerini yerlerdi.
Şimdiyse ablası
çoğunlukla annesini kaşıkla, küçük bir çocuk besler gibi besliyordu.
Annesi gözlerinin içi gülerek bakıyordu. Bu haliyle de çok sevimliydi.
“Özledin mi, beni anacığım?” diye sordu Sabri.
“Tabi özledim. Özlemez olur muyum?” dedi annesi.
Ablası göz
kırpıp, annesine duyurmamaya çalışarak, “Aldırma öyle dediğine, anlasa da, anlamasa
da böyle beylik cevaplar veriyor,” dedi; “Ama bazen hayret edersin, olmadık
şeyleri hatırlıyor. Garibimin aklı bir gelip, bir gidiyor.”
***
Yavrum gelmiş, Sabrim, oğlum, canımın
parçası... Neredeydi ki, sanki uzun süredir görüşememiştik. Halbuki hiç ihmal
etmezdi anacığını...
İnsan çocuklarını ayırt etmez, hepsini eşit sever. Ama Sabri çok küçüktü. Tek
erkek evladım. Çok merhametli, iyi bir çocuktu. Hiç kıyamazdım ona. Ablası da
onu çok sevdiğimi bilir, ona daha çok ihtimam göstermeme ses çıkarmazdı.
Kıskanmazdı onu.
Sonra birileri aldı Sabri’mi… Kim aldı, nerelere götürdü yavrumu?
Kuşum da olmasaydı kim haber getirirdi
bana yavrumdan?
Kuşumun hayatımdaki yeri de çok önemliydi. Küçükken annem ablamı da yanına alıp
Eminönü’ne alışverişe götürmüştü beni. Bir kuş satıcısının önünden geçerken
tutturmuştum kafesteki serçelerden aldırmak için. Annem ne kadar direndiyse de
sonunda dayanamayıp bana ahşap kafes içinde küçük bir serçe almıştı.
İsmini Cici koymuştum. Çok güzel
ötüyordu. Bütün günümü onu dinleyerek geçiriyordum. Onunla adeta
konuşuyorduk. Belki de ben kuşdilini sökmüştüm.
Çok yaşamadı Cici, öldü. Arkasından çok ağladım. Babam o halime çok üzüldü,
bana bir kuş daha aldı. Onun da adını Cici koydum. O da bir süre sonra
öldü. Daha sonra aldığım bütün kuşlarımın adını da Cici koydum. Hiç kuşsuz
kalmadım.
Kuşlarım hiç ölmemişlerdi, hepsi aynı kuştu sanki. Ve ben yıllarca onlarla
konuşup, dertleştim.
Sağ olsun kuşum beni hiç habersiz bırakmıyordu.
Sabri’mden, hep selam getiriyordu.
***
Hasılı her şey
çok üzücüydü…
Anasının
hastalığına mı üzülsün, yoksa bu kaçma göçme yıllarında birbirlerine
doyamadıklarına mı, bilemiyordu.
Kasabaya
geldiği haberi çok çabuk yayılmıştı. Ama eski birkaç iyi arkadaş dışında
kapılarını çalan pek olmamıştı. Oysa eskiden böyle miydi? Evleri her zaman eş
dost, komşu, akraba dolu olurdu.
Baskı herkesi
yıldırmıştı. Kim bilir daha kaç sene geçmesi gerekiyordu bu korku havasının
sona ermesi için.
Kasabaya
geldiğinin bir ertesi günü çarşıya inmişti. Babasının çocukluk arkadaşı berber
Hasan amcanın dükkanına uğramıştı. Hem hal hatır sormak için, hem de tıraş
olmak için... Tıraşın ortasında suratı sabunlu iken berber Hasan, “Biliyor
musun, annen senin yüzünden, sana çok üzüldüğü için hasta oldu. Sen bu işlere
bulaşmasaydın böyle olmazdı,” demişti.
Birden kalkıp
dükkandan çıkmak, kaçmak istemişti. Suratı sabunluydu. Tıraşın sonuna kadar
sabretti. Ancak belki de Hasan amca haklıydı. Annesinin bedeni bunca sıkıntıya
direndikten sonra bir noktada yenilmişti.
“Peki ya ben,
bana yapılan haksızlıklar!” diye isyan edip konuşmak istemiş, ama bir şey
dememişti. Berber Hasan duygularını anlamayabilirdi.
Henüz yakalanıp
hapse düşmeden önce kaçması ve mücadeleye devam etmesi gerektiğini söylediğinde
nişanlısı Hatice ağlayarak, “Senin devrimin bizim aşkımızdan daha mı önemli?”
diye sormuştu.
Şaşırmıştı;
böyle bir soru beklemiyordu. “Aynı şey değiller ki; elbette aşkımız da önemli,
devrim de,” diye cevap vermişti. “Doğacak çocuklarımız daha güzel bir dünyaya
gözlerini açsalar fena mı olur?” demek de istemişti, ama söyleyememişti.
“Bilmiyorum
artık. Sen tercihini yap,” demişti Hatice.
Keşke tercih
yapmak ellerinde olabilseydi. Bir şeylerin iyi olmasını yürekten isterken, bir
şeyleri de yitiriyordu insan. Hatice çoktan bir başkasıyla evlenip, çoluk
çocuğa karışmıştı, anacığıysa hastaydı.
Ablasına berber Hasan’ın söylediklerini anlattığında o, üzülmemesini,
doktorların açıklamalarına göre hastalığın sebeplerinin bu tür şeyler
olamayacağını söyledi.
Buna inanmak istiyordu, ama suçluluk duygusundan kurtulması kolay değildi.
Anacığı kim bilir hangi dünyada yaşıyordu? Yaşadığı onca şeyden neleri
hatırlıyordu? Ve onları neden hatırlıyordu? Yaşam annesinin hatırladıklarıysa,
o zaman geri kalanı neydi?
***
Bir gece yarısı evladımı aldılar
benden.
Günlerce aradım bulamadım. Yoktu yavrum, sanki yeryüzüne inen bir iblis alıp
kaçırmıştı yavrumu.
Geldiklerinde daha gün ağarmamıştı, sabah ezanı okunmamıştı. Sobayı yakmak için
kalkmıştım. Birileri kapıyı yumrukluyordu. Çok meraklanmıştım; komşulardan biri
mi hastalanmıştı; bu saatte kim olabilirdi; böyle bir saatte iyi bir haber
olmazdı ya?
Belki de olurdu, kapı komşumuz Zehra
ablanın gelini hamileydi, oğlu askerdeydi, başka kimseleri yoktu yazık; gelini
mi doğuruyordu acaba?
Kapıyı açtım, dışarısı karanlıktı,
kimseleri seçemiyordum, neden sonra gözüm alıştı; bahçede bir takım karaltılar
vardı, kalabalıktılar, ellerinde silahlar vardı. Savaş yoktu, o zaman niye
silahlıydılar? Zehra ablanın anlattıklarını hatırladım. Mübadelede göçmüşlerdi
Yunanistan’dan.., Balkan savaşının o korkunç günlerini, komitacıların köy
baskınlarını anlatırdı. Bu eli silahlı gelenler komitacılar mıydı?
Sabri’yi sordular, uyuyor, dedim. İçlerinden şefleri olduğu belli, pos bıyıklı,
iri yarı bir adam “Abla, Sabri’nin ifadesine başvuracağız uyandırabilir misin?”
dedi.
“Karakolda ifadesine başvurup hemen geri getireceğiz,” demişti pos bıyıklı
adam. “Ben kendim getireceğim, sabah kahvaltısını beraber yaparız,” demişti.
İnanmıştım. Bu adamlar o kötü
komitacılardan olamazdı.
***
Yine
bahçedeydiler ablası hastalığın başlangıç zamanlarını anlatıyordu. Annesi
geçmiş günlerden, anılarından bahsetmeyi severdi. Onlar da dinlemesini…
Defalarca da dinleseler hoşlarına giderdi anlattıkları. Babasıyla ilk
tanışmalarını, yazdıkları mektupları, okul anılarını anlatırdı.
Annesi, İfakat
Hanım, İstanbul’da babacığı, arkasından da anacığı ölünce küçücük yaşında
ortada kalmıştı. Genç bir hükümet ebesi olan ablası sık sık tayin yeri
değiştirerek Anadolu’nun en ücra köşelerini dolaşıyordu. Ablasından başka
kimsesi yoktu. Ablası onu yanına aldı. Böylece yeni bir yaşam başlamış oldu,
küçük İfakat için. Bir kasabada okula başlıyor, tam alışıyordu ki tayin olan
ablasıyla başka bir kasabaya göçüyorlardı.
O zamanlar
haritada bile yerini gösteremeyeceği pek çok Anadolu kasabası; Simav, Muğla,
Osmancık, Kırkağaç, Turgutlu hayatına girmişti.
Ve insanlar,
insanlar…
“Mahpeyker’i
oynamıştım okuldayken, müsamerede,” diye başlayıp anlatırdı annesi...
İfakat Hanım,
başına gelen bu kötü hastalığı sanki herkesten önce bilmiş, hissetmiş gibi
durmadan anlatıyordu.
Adeta belleğini
yitirmemek, yaşadıklarını hatırlamak için gizli bir mücadele veriyordu.
Yaşadıklarına
mümkün olduğunca fazla tanık bırakmak istercesine önüne kim gelirse defalarca
eski günleri anlatıyordu.
Belki de
anılarını emanet ettiği bu insanların daha sonra bunları ona geri anlatıp,
hafızasını yenilemesine yardımcı olacaklarını umuyordu.
Kendisine yavaş
yavaş ihanet eden belleğinin yerine anılarını emanet edeceği, yaşadıklarına tanıklık
edecek birilerine gereksinim duyuyordu. Mümkün olduğunca fazla insana, önüne
gelen herkese, her şeyi, aklına gelen her şeyi, daha önce anlatmış bile olsa
defalarca, detaylandırarak anlatıyordu.
Ne çok şey
vardı geçmişten? Ne çok sevgili sima vardı geride kalan, şimdi hepsi sisler,
karanlıklar içindeydi.
Dönüş yolu
yoktu. Zincire vurulmuştu anıları...
Sabri, ortalarında oturan anacığına baktı.
Ne düşündüğünü anlamak mümkün değildi. Anlaşılmaz bambaşka bir dünyada
yaşıyordu sanki.
***
Ablacım hiç şikayet etmezdi. Gece yarısı
onu yataktan kaldırıp doğuma götürürlerdi. Belki de binlerce çocuk doğurtmuştu.
Bir doğumdan öbürüne koşardı. Bazen sabaha doğru, ayakta duramayacak kadar
yorgun gelirdi eve. Hiç söylenmeden yatar uyurdu.
Annecim, babacım ben daha küçücükken, daha onlara doyamadan öldüler. Ablacım aldı
beni yanına; hem annem, hem babam oldu benim.
Ablamdan başka kimsem yoktu; iyi ki o vardı. Yoksa ne yapardım ben?
Ablam kasabanın zenginlerinden Remzi Beyle evlendi. Çok asil biriydi. Boylu
poslu yakışıklı bir adamdı. Kasabanın en büyük mağazası onundu. Ayrıca
tarlaları, zeytinlikleri, bağı vardı. Kendisi çiftçilik yapmazdı, sevmezdi o
işleri. Tarlalarını icara verirdi. Zeytini toplatır, üzümü tüccara verirdi.
Ablam evlendikten sonra rahata erdi. Sık sık şehir değiştirmekten kurtulduk.
Eniştem hatırlı tanıdıklarını araya koyup yeni tayinleri engelledi.
Senelerce Anadolu’nun muhtelif yerlerine tayin olup, kasabadan kasabaya göç
eden ablamın tayin macerası kaderinin bağlandığı bu kasabada sona ermişti.
Remzi Bey’in ikinci karısıydı ablam. Birinci karısı kokarmış, pasaklıymış, hiç
sevememiş eniştem. Boşamıştı onu.
Remzi Eniştem çok iyi insandı rahmetli. Beni kendi kızı gibi severdi. Öyle
herkeslere vermem seni, derdi. Anan yok, baban yok; sen bizim kıymetli
kızımızsın; ite kopuğa, çulsuza vermeyiz seni, derdi.
Bir gün kızlarla arka avluda kendi
aramızda oynuyorduk. Aşağı yukarı hepimiz aynı akrandık. Leyla evden getirdiği
dümbelekle tempo tutuyordu. Allah var, içimizde en iyi Güzel Emine oynardı.
Güzel Emine derdik ona. Kim takmıştı “güzel” lakabını kimse hatırlamıyordu, ama
gerçekten de güzel kızdı Emine. Oynaması için ısrar ettik, nazlandı. “Olmaz,
Ali görür,” dedi. “Nerden görsün kız? Bu avluda bizden başka kimse yok ki,”
dedik. “Olsun, o görür,” dedi, ama gene de dayanamadı kalktı oynadı. Gerdan
kıra kıra çok güzel oynuyordu kafir. Pek de endamlıydı.
Sonradan anlattı, meğer o sırada gerçekten de Ali, anahtar deliğine gözünü
uydurmuş, kapının arkasından bizi seyrediyormuş. Güzel Emine öyle deyince
utanıp, kızarmış. Demek Güzel Emine’nin içine doğmuş, bilirmiş Ali’nin bu
huyunu…
Ali’nin kim olduğunu bilmezdim o zaman,
hele daha sonra kocam olacağını hiç düşünemezdim. Eniştem herkese vermem seni
demişti, ama dava vekili Mahir Bey oğluna, Ali’ye istediğinde direnememişti.
Mahir Bey, kasabada çok sevilen bir
adamdı. Dürüsttü, fakir fukaranın davalarına para almadan bakardı.
Oğlu Ali’yi tanımıyordum ya, Güzel Emine
biz oynarken, nazlanıp “Ali, bizi görür,” deyince çapkın, serkeş bir adammış
gibi düşünmüştüm. Halbuki değildi garibim. Askerden yeni gelmişti. Eski bir Rum
evi olan evlerinin avlusu Emine’lerin avlusu ile komşuydu. Bakarmış, ama
kötülüğü o kadarmış. Zaten Güzel Emine sonradan eski bir memleketlisi ile
evlenip İzmir’e yerleşmişti.
Eniştem, “Şimdi olmaz, delikanlı bir iş güç tutsun konuşuruz,” demiş.
Ali, evlenmeyi kafasına koymuş ya, hemen
iyi bir iş buluvermişti kendisine. Civar köylerden incir, üzüm alan İzmir’li
bir tüccarın yanına mubayacı olarak girdi. Bir kaç ay içinde bütün civar
köylülere kendisini sevdirdi. Eniştemin de gözüne girmişti. Beni ikna etmek
isterken “akıllı, cevval çocuk,” diyordu. “Hem de babası gibi dürüst; kimsenin
hakkını yedirmiyor.”
***
Annesi artık ne
Mahpeyker’i, ne de başka bir şeyi hatırlıyordu.
Evdeki eşyalar;
koltuk takımı, sehpalar, camlı büfe ve hatta duvardaki resimler aynıydı. Çok
varlıklı sayılmazlardı. Öyle eve ihtiyaç olmadan yeni bir şeyler alacak durumu
yoktu ailesinin. Eşyaların yerleri bile değişmemişti.
Ama annesi
bunların hiçbirini hatırlamıyordu. Ara sıra bir iki ipucu yakalıyor, sonra her
şeyi birbirine karıştırıyordu.
Sabri’nin gözü
bahçenin bir köşesindeki eski bakır ibriğe ilişti. Babaannesinin abdest
ibriğiydi bu. Çocukluğunda kaptığı gibi avlunun bir köşesine gider, “Alaaddin’in
Sihirli Lambası” masalındaki gibi ovalar, içinden bir dudağı yerde, bir dudağı
gökte dev cinin çıkmasını beklerdi. Cin çıkmazdı tabii, ama hayallerinde kendi
hikayesini yaratırdı. Cinden diledikleri hep basit şeyler olurdu. Oyuncaklar, cam
bilyeler, futbol topu falan. Şimdiyse tek bir dileği olabilirdi; o da
anacığının sağlığı.
Mesela alsa
anacığını yanına, uçan halıya binseler birlikte; bütün dünyayı baştanbaşa fır
dönseler...
***
Bu çocuk Sabri’ye ne kadar çok benziyor.
Ama değil. Bunun saçlarında çok ak var, Sabri’min saçları kapkaraydı.
O yanındaki kim, babası mı?
Sabri ne zaman gelecek, çok özledim onu.
Sabah erken çıkmıştı. Fabrikaya gitmiştir herhalde... Akşam yemeğine yetişirim,
demişti, ama ortalıkta yok....
Çocuk bana gülümsüyor, böyle güzel,
içten güldüğüne göre akrabalardan biri herhalde, ya da komşulardan birinin
oğlu.
Bana “İyi misin anneciğim?” diye sordu.
Zavallı çocuk, beni annesi zannediyor.
***
Akşam yemeğinde
Sabri küçük bir çocuk gibi tutturdu.
Hüseyin’le
birlikte annesini alıp, onun çocukluğunun, gençliğinin geçtiği yerlere, ebe ablasının
peşi sıra gittiği “tayin kasabaları”na, Simav’a, Muğla’ya, Kırkağaç’a götürmek
istediğini söylediğinde ablası önce itiraz etti, bir faydasının olmayacağını
anlatmaya çalıştı; ancak onun ısrarlı olduğunu görünce ses çıkarmadı.
Hüseyin’le
ikisi annesini yanlarına alıp buralara gideceklerdi. Bir mucize olup annesinin
buraları, eski günleri, anılarını hatırlayacağını umup teselli arıyordu.
Olmayacak bir
iş olduğunun kendisi de farkındaydı. Ama bu rahatlatacaktı onu.
Ablasının
gözleri doldu. Dünya gözüyle anacığının bir kez daha oraları görmesi fena
olmazdı. Zaten bunu Sabri dışında başkası da yapamazdı. Yeter ki bakabilsinler,
anasına sahip çıkabilsinlerdi. Başka ne itirazı olabilirdi ki?
Eniştesi eski
Ford minibüsünü vermeyi teklif etti. “Eskidir, ama iyidir; sizi yolda
bırakmaz,” dedi.
Orta koltukları
çıkarıp, içinde anacığını yatırmak için bir şilte konabilecek hale getirdiler.
İki gün sonra
Hüseyin’le birlikte, annesini ve kuşunun bulunduğu küçük kafesi de alarak sabah
erken saatlerde yola çıktılar.
Minibüsü
Hüseyin kullanıyordu. Çok belirgin bir planları, düşündükleri bir güzergah
yoktu. Annesinin anılarından Sabri’nin aklında kalan Ege kasabalarına gidip,
eski tanıdıkları bulabilmekti umdukları.
Ege’nin
yemyeşil ovalarının, dağlarının arasında kıvrıla kıvrıla uzayan yollara attılar
kendilerini.
***
Halil Amca ağaçtan yaptığı kavalı çalardı
bana. Karısı Necla teyze, kızları Hayriye, hepsi iyi insanlardı. Beni kendi
ailelerinden biri gibi severlerdi. Hayriye ile ben oyunlar oynardık.
Ablam doğuma gittiğinde onlara emanet
ederdi beni.
Biz onların kiracısıydık. Alt katta
oturuyorduk. Necla Teyze yeni doğum yapmıştı. Elleri minicik bir erkek
çocukları olmuştu. Hep ağlıyordu. Doğumunu ablam yapmıştı.
***
Simav’da Halil Amcayı, nalbant dükkanını arayarak bulmak mümkün değildi. Artık
ne at, ne de nalbant kalmıştı ve hatta ne Halil Amca…
Nalbant dükkanının yerine Halil Amcanın oğlu bir tüpçü açmıştı. Yerini İfakat
hanımın anlattığı, şimdi artık kurumuş olan pınarın çeşmesinden bulmuşlardı.
İfakat’ın ağzını dayayıp kana kana su içtiği çeşmeden bir damla su akmıyordu.
Her şey değişmiş parke yolların yerini asfalt almıştı.
Seneler olmuştu Halil Amca öleli… Karısı da ölmüştü.
Kızları Hayriye
çok sonraları hatırlayabildi Sabri’nin annesini. “Sen ebenamın kardeşisin,”
dedi, sarıldı İfakat Hanıma. “Ne güzel oynardık küçükken.”
Halil Amcanın oğlu onlar başka bir yere tayin olup göçtüklerinde çok küçük bir
bebekti. O, hiç hatırlayamadı.
Anacığı da, İfakat hanım da hatırlayamadı kuşkusuz…
Kırkağaç’a girerken onları ilk önce kavşaktaki yolun tozundan nasibini almış
kavun abidesi karşıladı.
Mahfel, Hükümet
Konağı’nın önündeki park, Atatürk büstü, çarşıya çıkan ana cadde, sokaklar aynı
annesinin anlattığı gibiydi.
Değişen tek şey
belki tütün tarlaları yerine zeytinliklerden dönen işçilerdi.
İfakat’ın kiraz
ağacına kurdukları salıncakta salladığı, sırtüstü yatıp ayaklarının tabanıyla
kaldırıp “leylek leylek havada” yaptığı küçük Sakine şimdi beş torunu olan bir
nineydi.
Aradan geçen senelere rağmen İfakat Hanım’ı tanımıştı.
“Gözlerinden tanıdım,” demişti.
***
Yalandı. Getirmediler oğlumu geri.
Nereye götürdüklerini, ne zaman döneceğini ve hatta sağ olup olmadığını bile
bilmiyordum.
Sanki bir iblis yeryüzüne inip alıp kaçırmıştı oğlumu. Gavur komitacıları bile
yapmazdı bunların yaptığını. Nereye başvurduysam bulamadım yavrumu.
Karakolları, amirlikleri, hapishaneleri ve hastaneleri tek tek dolaştım.
Yoktu evladım; yer yarılıp içine girmişti. Arkadaşları da bilmiyordu.
***
Annesinin
hafızasını emanet ettiği en önemli insanlar o ve ablasıydı artık.
Bellek nedir
ki? Yaşam boyunca sabırla öğrendiklerimiz, tatlı ya da tatsız anılarımız,
özenle biriktirdiklerimiz… Ancak bir zaman gelince yitirdiklerimiz…
“Yaşamak
hatırlamaktır.” Böyle yazıyordu bir gazetenin köşe yazısının başlığında.
Peki, annesi
yaşıyor muydu? Şimdi bunu kim cevaplayacaktı?
Kaybolan, sonra
yeniden sisler arasından ortaya çıkan hayaller; tanıdık simalar, dost yüzler,
hain kötü insanlar.
Adeta kötü
insanları görmek, hatırlamak istemiyorum; kötü olan her şeyi unutmak istiyorum,
diyordu İfakat Hanım.
Anacığının
zihninde anılar, dağılıp, sonra toplanan, sis bulutlarının arasından çıkan
silik görüntüler gibiydi. Kıyıya vuran dalgalar gibi. Yaklaşıp, sonra
uzaklaşan… Mağaraların derinliklerinden, kuyulardan, diplerden gelen boğuk
sesler gibi… Bütün seslenişlerin arasında avare avare, serseri serseri
geziniyordu belleği…
Anacığının
biçare belleği, dolambaçlı, bozuk, kötü yollarda gezinmekten yorgun, artık
hiçbir çağrıyı cevaplayamayacak durumdaydı. Yolunu kaybetmiş gibi… Kocaman,
karışık bir ormanın dar patikalarında, belli belirsiz hayallerin, anıların
arkasından çaresizce dolanıyordu.
Karanlığın
gölgesi düşmüştü İfakat Hanımın ruhuna…
***
Ne oluyordu bana? Anlayamıyordum.
Zihnim karışıyordu.
Bir şeyler olduğunu hissediyordum, ama
açıklayamıyordum.
Günden güne o tuhaflık iyice esir
alıyordu beni, zihnimi.
***
Kader bazen
tuhaf oyunlar oynar. O zamana kadar birbirini tanımayan, farklı dünyalardan
insanları bir araya getirir; birbirine yol arkadaşı, hatta yoldaş yapar.
Küçük bir Ege
kasabasındaki konserve fabrikasında çalışan makine teknikeri Sabri,
Malatya’nın Doğanşehir kasabasından köylü Haydar ve Galatasaray Lisesi mezunu,
Mülkiye öğrencisi Hüseyin; üçü de birbiri ile ilgisiz çevrelerden olup,
kaderleri birleşen üç genç adam.
Birbirlerini
hayatlarında ilk kez DAL’da gördüklerinde Hüseyin’in her yanı morarmıştı. Ayak
tabanları falakadan morarıp, şişmişti. Ayakta duramayacak haldeydi. Kafasını
bile çeviremiyordu.
Göz kırpıp, gülerek, “Analarını s…m,” demişti.
Sabri şaşırmıştı. Oysa Hüseyin, işkenceden onurlu çıkmanın sevincini yaşıyordu.
Günlerce ayak parmaklarına, cinsel organına elektrik vermişler, falakaya
yatırmışlar, sonra “Filistin askısı”na germişlerdi. Nafile…
Haydar’ın durumu da farklı değildi. Sabri, sırası geldiğinde demek ki benim de
böyle yapmam gerek demiş ve yapmıştı.
Sonrasında
tutuklanmışlar, cezaevi günleri başlamıştı.
***
Yavrumu, Sabrim’i yeniden bulmuştum.
İblis, geri getirmişti; ama eve değil.
Sağdı ya yavrum, buna da razıydık.
Geceden Aysel’le birlikte binmiştik trene, kadın başımıza Ankara’ya indik.
Sabah çok erken bir saatti. Kuru bir ayaz vardı. Sora sora bulduk belediye
otobüslerinin yerini.
Unutmuşuz Ankara’yı… Daha önce, seneler evvel Ali’yle akrabalarımızı ziyaret
için gitmiştik Ankara’ya. Bizi Gençlik Parkı’na gezdirmeye götürmüşlerdi. Aysel
o zaman ilkokula gidiyordu, Sabri ise daha kucaktaydı.
Hapishaneye gitmek için Mamak Keçikıran otobüslerine binmek lazımdı. Otobüsler
Gençlik Parkı’nın yanındaki duraklardan kalkıyordu. Durağa geldik, sıraya
girdik. Sabahın körüydü, otobüsün, ilk otobüsün kalkmasına bir saatten fazla
zaman vardı. Soğukta beklemekten başka çare yoktu. Ayaklarım, ellerim buz
kesti.
Zor bela vardık cezaevine, bekle bekle bir hal olduk. Nihayet sıra bize geldi.
Kara kara tellerin, camın arkasından zor seçiyordum evladımın yüzünü.
On dakika geçti, geçmedi. Görüş bitti, dediler. Doyamamıştım yavruma.
Mecbur döndük gerisin geriye.
Daha sonraki haftalarda da, her seferinde böyle; ama hep böyle oldu.
Hiç doyamadım yavruma.
***
Mahkeme süreci sonrasında mahkum olmuşlardı. Mamak günlerinin yerini bir süre
sonra sivil cezaevi günleri almıştı.
Sabri, hiç yaş günü kutlamadığını söyleyip dirense de Hüseyin, hapiste bile
olsa insanın yaşam sevincini kaybetmemesi, özel günlerin neşeyle kutlanması
gerektiğini söylüyordu. Kantinden aldıkları etimekleri sütle ıslatıp,
aralarına şokella sürüp üst üste dizdiler. En üste yine şokella sürüp
süsleyerek Mamak pastası yaptılar. Bütün komün üyeleri içinde bulundukları
ortamın elverdiği ölçüde Mamak pastası yiyerek Sabri’nin doğum gününü
kutladılar.
Bu pasta
geleneği Mamak günlerinden kalmıştı.
Ümitleri o günün Sabri’nin cezaevinde kutladıkları son yaş günü olmasıydı.
Sabri, bir gece garip bir düş görmüştü. Rüyasında bir elinde kireç dolu bir
kova, diğer elinde bir fırça duvarları boyuyordu.
Bembeyaz oluyordu duvarlar. Önüne ne gelirse beyaza boyuyordu; duvarları,
ağaç gövdelerini, çöp tenekelerini…
Hayra yormuştu,
bunu adli koğuştan Kürt Cemal : “Güzel rüya görmüşsün. Beyaz hürriyet
demektir. Yakın zamanda hapislikten kurtulacaksın,” demişti.
Muhabbet açılsın diye Kürt Cemal’e sormuştu :
“Hocam özgürlük nedir sence?”
“Sahi yahu neydi özgürlük? Neydi hakkaten yahu!”
Cevap vermeden önce Kürt Cemal, uzunca bir süre düşünmüştü, sonunda:
“Bence özgürlük, uzun bir yolda önüne bir duvar engeli çıkmadan
yürüyebilmektir,” demişti.
Sivil cezaevine
aktarıldıklarının ikinci ayında idi. Hüseyin bir gece heyecanla Sabri’nin
ranzasına gelmişti. Sabri çoktan uykuya dalmıştı. Dürterek uyandırdı.
Aşağı yukarı
herkes uyumuştu. Yalnızca iki kişi ortadaki yemek masasına oturmuşlar fısır
fısır konuşuyorlardı. İkisi de aynı siyasetten idiler. Ama aralarında hararetli
bir konuşma vardı. Belli ki aralarında görüş ayrılığı çıkmıştı. Birbirlerini
ikna etmeye çalışıyorlardı. Zaman zaman içlerinden birinin sesi yükseliyordu,
sonra farkına varıp seslerini alçaltıyorlardı. Seslerinin yükseldiği bir anda
üst ranzalardan birinde horlayarak uyuyan bir mahkum, uykulu gözlerini
aralayıp, “ Uyusanıza ulan, dır dır etmek için gece yarısını mı buldunuz!” diye
mırıldanmıştı, sonra yeniden uykuya dalıp, horlamaya başlamıştı.
Hüseyin
heyecanlı idi. Koğuşta firar için tünel kazılıyordu. Diğer siyasetin koğuş
sorumlusu onların da bu kaçış planına dahil olabileceklerini söyleyerek
teklifte bulunmuştu. Sevinçle kabul etmişlerdi.
Tünel kazma işi
günlerce sürmüştü.
Tünel kazmak
neyse, ama çıkan toprağı saklamak daha da zordu. Çarşaflardan, nevresimlerden
yaptıkları bezden torbalara doldurdukları toprakları tuvaletlere azar azar
dökerek yok ediyorlardı. Koğuşta ne kadar görünmeyecek yer varsa toprak
doldurmuşlardı. Sırayla her gün başka bir grup aşağıya tünele girip toprağı
kazıyordu.
Günlerce, bıkıp
usanmadan toprağı kazdılar.
Ve nihayet sona
gelmişlerdi. O gece hepsi heyecanlı idi. Ertesi sabah erkenden, gün ağarmadan
firar edeceklerdi. Erkenden yattılar. Elbiselerini çıkarmamışlardı. Sabah
giyinmekle kaybedecek zamanları olmayacaktı.
Ancak ne
mümkün, uyku tutmuyordu. Sabaha karşı dalmıştı. Haydar dürterek uyandırdı. İşte
o an gelmişti.
Daha önceden
kararlaştırılan sırayla tünelin ağzından süzülmeye başladılar.
Sıra Hüseyin’e
gelmişti, ama o elinde plastik tabağa koyduğu sulandırılmış salça ile kireçle
boyanmış beyaz badanalı duvara yazı yazmakla meşguldü.
Sabri
çekiştirdi. “Tamam,” dedi Hüseyin fısıltıyla. Zaten işini bitirmişti. Duvara
büyük bir şevkle “O duvar, duvarınız vız gelir bize, vız!” diye yazmıştı.
Belli ki bunu
yapmayı uzun zamandan beri kafasında planlamıştı. Yazıyı bitirdikten sonra imza
niyetine “yıldızlı yumruk” amblemi yaptı çabucak. Mahallelerde çalışırken çok
pratik yapmıştı.
Ertesi sabah
görüş günüydü. Montör Sabri’nin annesi, ablası ve eniştesi her zamanki gibi
erkenden cezaevinin önüne gelmişlerdi. Ancak bir tuhaflık vardı ortalıkta.
Ziyaretçi
kuyruğuna girip alışıldık işlemlerden, üst baş aramasından geçtikten sonra
kayıt sırasına girmişlerdi.
Sıra onlara
geldiğinde anladılar olayı. Sabri ve aynı koğuştaki birkaç arkadaşı
kaçmışlardı.
***
“Teyze senin oğlun firar etti, ama iyi
etmedi. Nasıl olsa yakalanacak, çok pişman olacak,” diyordu gardiyan. “Boşuna
bekleme,” demişti.
İnanmıyordum onlara, hep yalan söylüyorlardı. Yine kötü bir şey gelmişti
yavrumun başına.
Akşama kadar hapishanenin kapısında bekledim.
Damat, “Artık gidelim anne,” dedi, “Sabri ve arkadaşları kaçmışlar, inşallah
başlarına bir şey gelmez.”
Döndük çaresiz.
N’olacaktı şimdi, oğlumu göremeyecek miydim? Hapiste bile olsa sağ olduğunu,
sağlıklı olduğunu bilmek bana yetiyordu.
Çok uzun zaman haber alamadım
Sabri’mden, evladımdan. Hiç huzurum yoktu. Geceleri sabahlara kadar oturup
ağlıyordum. Resimlerini çıkarıp konuşuyordum onunla.
***
Koğuşun tuvalet
zemininden başlayarak kazılan tünel hapishanenin karşısındaki boş bir arsaya
çıkıyordu.
Kaçtıktan sonra
Hüseyin’in ilişkileri içindeki iki çocuklu bir ailenin evine gittiler. Gittikleri
evde birkaç gün saklandıktan sonra Güneydoğu’dan önce Suriye’ye, oradan Bekaa
Vadisi’ne geçtiler. Orada da birkaç ay kaldıktan sonra sahte pasaportlarla
Almanya üzerinden Fransa’ya...
Bundan sonra
uzun kaçaklık ve vatan hasreti yılları başlamıştı.
Sonrasını
anlatmak için Viktor Hugo’nun “Sefiller”i kalınlığında bir roman yazmak
gerekiyordu.
Her şey çok zor
olmuştu. Sabri, uzun süre ailesine haber gönderemedi.
Kuşkusuz anacığını
çok özlemişti, onun da kendisini merak ettiğini tahmin etmek zor değildi. Ama
olamamıştı işte!
Dertleşirken
bir gün Hüseyin:
“Kim bilir seni
ne çok özlemiş, merak etmiştir anacığın? Belki öldüğünü sanıyordur zavallı,”
demiş, sonra bilgelik dağarcığından çıkardığı Víctor Hugo’nun onu yüreğinden yakalayan
bir sözünü söylemişti:
“Çocuğunu
kaybeden bir anne için, her gün ilk gündür. Bu ızdırap ihtiyarlamaz.”
Devamında yıllar,
zor, ama çabuk geçmiş; her şey değişmişti.
Ne kadar da çok
şey sığmıştı çabucak geçen zamana. Mesela Sovyetler Birliği dağılmıştı. Herkes
gibi onlar da şaşırmışlardı.
Kuşkusuz
etkilenmişlerdi. Duvar çökmüş, ama Hüseyin çökmemişti.
Paris’te
açtıkları küçük markette yeni gelen malları istiflemekle meşguldüler. Memleket
ürünü sucukları, pastırmaları, peynirleri soğutuculara dizerken Hüseyin,
“Böyle olacağı
belliydi,” demişti.
***
Bir kuşum vardı.
Bu kuş hep var mıydı, hep aynı kuş muydu? Orasını tam hatırlamıyorum.
Annem, babam, ablam vardı. Oğlum, kızım vardı. Şimdi neredeler onlar? Neden
bırakıp gittiler beni, nereye gittiler?
Şimdi bir sürü insan var etrafımda; bir
kısmı iyi, bir kısmı kötü insan bunların.
İyi insanları seviyorum, kötülerden
nefret ediyorum. Kuşum tanıyor onları, onların iyi mi, yoksa kötü olduklarını
öterek haber veriyor bana.
Benim aklım karışıyor; iyileri kötüleri
ayırt edemiyorum; kuşum yardımcı oluyor bana.
***
Günlerce
gezdiler. Geceleri bazen eski tanıdıkların evlerinde, bazen de küçük kasaba
otellerinde kaldılar.
Anacığı bazen
onlara sevimli gelen, ancak hastalığından kaynaklanan tuhaflıklar yapıyordu.
Gülsünler mi, üzülsünler karar veremiyorlardı.
Bir keresinde konakladıkları
bir otelin odasında Sabri, gece yarısı uyandığında annesini yatağında göremedi.
Hüseyin horlayarak uyuyordu. Telaşla kalktı. Annesi nereye gitmiş olabilirdi.
Odadan fırlayıp
resepsiyona indi. Resepsiyondaki çocuk sandalyenin üzerinde
uyukluyordu. O da görmemişti annesini.
Otel çok büyük
değildi. Koridorları aramaya çıktı.
Annesini bir
odadan çıkarken gördü.
Bulunca rahat
nefes almıştı. Annesi tek tek bütün odalara girip, uyuyanlardan üstü açılmış
olanların üstünü örtüyordu.
Onları kendi
çocukları zannediyordu. “Ne kadar çok çocuğum varmış benim,” diye söyleniyordu
bir yandan.
***
Işıklar gizlenmişti yine.
Karanlıktı her yer. Avluya çıktım.
Ne kadar çok oda açılıyordu avluya.
Kocaman bir konağın avlusu...
Böyle büyük bir konağımız olduğuna göre
çok zengin olmalıydık. Odaların kapılarını açıp girdim. Evlatlarım uyuyordu.
Üstü açık olanların üstünü örttüm. Üşütmesinler yavrularım. Uyuyanın üstüne kar
yağarmış.
***
Bir benzin
istasyonunda durdular.
Hüseyin’le
annesi arabadaydılar. Depoyu doldurttu. Sonra tuvalete gitti. Döndüğünde
annesinin arabadan indiğini marketin önündeki soğutucudan çıkardığı pet
şişelerdeki suları benzin almak için gelen arabalardakilere dağıttığını gördü.
“Anne ne yapıyorsun!?” diye koştu.
“Evladım,
görmüyor musun, hava çok sıcak susamıştır insancıklar. Su vermek lazım
zavallılara; hayırdır.”
Anacığının ne
güzel bir yüreği vardı.
Onun bu lanet
hastalığa yakalanması adalet miydi?
Günlerce
kaportalarında ;“Gönlünde yer yoksa bana güzelim; fark etmez ben ayakta da
giderim”, “Karayollarında değil, senin kollarında öleyim”, “Rampaların
ustasıyım, gözlerinin hastasıyım”, “Aşıksan vur saza, şoförsen bas gaza”, “Sen
gökyüzünde doğan güneş, ben yollarda çilekeş”, “Yollar gidişime, kızlar
duruşuma hasta” gibi Anadolu şoför edebiyatının seçkin örneklerinin
sergilendiği kamyonların, yolcu otobüslerinin, otomobillerin seyrettiği
yollarda dolaştılar.
Faydası var
mıydı? Yoktu herhalde, ama İfakat hanımın ablasının peşi sıra dolaştığı
şehirlere, kasabalara gitmişlerdi.
Ege’nin küçük
kasabalarında anacığının belleğinin izini sürdüler.
Bir öğleden
sonra yine yollardaydılar.
Hava sıcaktı.
Tarlalar yemyeşildi, yeşilin her tonu süslüyordu yolun iki yanını. Yol boyu
üzüm bağları, zeytinlikler vardı. Gediz usul usul akıyordu, Spil Dağı uzaktan
da güzeldi.
Aslında gezecek
yer de kalmamıştı. Artık dönmek zamanı gelmişti.
İyice
acıkmışlardı. Yol kenarında şehirlerarası otobüslerin de park edip mola
verdikleri kalabalıkça bir dinlenme tesisinin önünde durdular.
Gölgede
buldukları bir masaya yerleştiler.
Hemen hemen
bütün masalar doluydu.
Onlardan sonra
gelen aileden genç bir kadın yanlarına gelip “Oturabilir miyiz?” diye sordu.
Uzun masada beş kişilik daha oturacak yer vardı. Buyur ettiler. Genç kadın
eşyalarını iskemleye yerleştirdikten sonra gitti.
Biraz sonra
yanında bir başka kadın ve adamla birlikte yaşlı bir adamı adeta sürükleyerek
getirdiler.
Yaşlı adam
kendi başına yürüyemiyordu. Görünüşe göre felç geçirmiş olma ihtimali vardı.
Adamı annesinin oturduğu iskemlenin yanındaki iskemleye oturttular. Anlamsız
bakışlarla etrafa bakınıyordu. Aynı zamanda konuşamıyordu da.
Sabri’nin
annesi adamı uzun süre süzdükten sonra “Merhaba, nasılsınız?” dedi.
Adam
söylenilenleri anlıyor, ama konuşamıyordu. “Teşekkür ederim efendim. Siz
nasılsınız?” der gibi başını salladı.
Annesi adama
duyurmamak istercesine Sabri’ye doğru eğilip, “Bu adamı da hiç sevmem,” dedi.
Sabri
gülümsedi. Öyle ya, nereden tanıyacaktı annesi bu adamcağızı.
Anacığı her
gördüğü insanı eskiden tanıdığı birisi zannediyordu, genel, kalıplaşmış hal
hatır sorma konuşmaları yapıyordu.
***
Bir sabah her zamanki gibi belediye
otobüsü ile hapishaneye ulaşmıştık.
Cezaevindekilerin yakınları nizamiyede yığılmışlardı. Nöbetçi astsubay “Bugün
görüş yok,” dedi.
Gene ne olmuştu ki?
Birazdan hapishane komutanı gözüktü.
Yine asık suratıyla, söver gibi, döver gibi bakıyordu hepimize.
“Çocuklarınız, açlık grevine başladı. Sanki yedikleri benim mideme gidiyor
da... Bugün görüş yok, hepiniz dağılın bakalım,” dedi.
Beklediğimizi görünce iyice sinirlendi, astsubaya dönerek, “Dağıtın bunları,
beklemesinler,” dedi.
Sonra bize dönerek, “Görün işte, ne biçim evlatlar yetiştirdiğinizi!” diye
bağırdı.
Onca yol gelmiştik. Ama ne çare…
***
Hüseyin, masanın altından Sabri’nin ayağını dürtükledi, sonra kulağına eğilip,
fısıldayarak:
“Yahu, bu adam, bizim eski hapishane komutanı değil mi?!” dedi.
Sabri de dikkatlice bakınca adamı tanımıştı.
Fakat hayata
bakın ki o sert, acımasız adamdan eser kalmamıştı. Karşılarında koltuk
altlarından tutulup, sürüklenerek yürütülebilen, konuşamayan, mecalsiz bir adam
vardı.
O da onları tanımış olacak ki huzursuzlandı.
Kızı kaşıkla yemeğini yedirmeye çalışıyor, ağzını açmıyordu. Kızı zorlayınca
kızdı, ağzındaki takma dişlerini çıkararak durumu protesto etti.
Hüseyin’le, Sabri’nin hemen hatırlayamadıkları adamı annesi tanımıştı; şu insan
beynini anlamak mümkün değildi.
Biraz daha oturduktan sonra kalktılar.
“’Ne oldum, değil ne olacağım’ sözü bu adam için söylenmiş herhalde,” dedi
Hüseyin.
***
Akşamüstüydü.
Yine
yollardaydılar, artık dönüyorlardı.
Güneş her zamanki gibi dakikti. Yolu çevreleyen tepelerin arkasından alelacele
kayboldu; tabii daha biraz önce masmavi olan gökyüzünü kızıla boyayarak.
Hüseyin direksiyondaydı. Sabri onun yanında, anacığı minibüsün arkasındaydı.
Kuşu da her zamanki gibi kafesinin içinde, dizinin dibinde...
Annesi:
“Evladım, bu
kuşu salıp, azat edelim; sevaptır,” dedi.
“Cici’yi mi?”
“Cici mici, her neyse onu işte. Yazık buncağız hapis gibi kafesinde…
Salıverelim uçsun, gitsin.”
Hüseyin arabayı durdurdu; indiler. İkisi de tereddüt içindeydi.
“Emin misin, anne?”
“Günahtır, hapis gibi kuşu kafesinde tutmak.”
İfakat Hanımın bunu cidden isteyip istemediğinden çok emin değillerdi. Ertesi
günü “Nerde benim Cicim?” diye tutturabilirdi.
Sabri, kafesi açtı, kuşu yakalayıp annesinin avuçlarının içine verdi.
İfakat Hanım,
önce kuşu okşadı, sonra ellerini yukarı kaldırıp avuçlarını açtı.
Serbest kalan
minik serçe kanatlarını çırparak havalandı. Önce yalpaladı. Kolay değil tabii,
uzun zamandır uçmamış bir kuştu nihayetinde.
Havada bir iki
kere döndükten sonra ağaçların arasında kayboldu.
İfakat Hanım, sevinç kahkahaları atıyordu :
“Uç güzel kuşum, uç; artık özgürsün!” diye bağırıyordu.
Minik kuş, doğaya,
diğer kuşların arasına karıştı.
Hüseyin:
“Biliyor musun,
kuşları puştlardan daha çok seviyorum,” dedi.
Sabri, malumu
tekrar etmesine şaşırmış bir ifadeyle:
“Herhalde,”
dedi.
***
Uç Cici, uç… Özgür olmak senin de hakkın.
Güzel şeyleri sen çoktan hak ettin. Sen değil misin bana Sabri’den haber
getirip, beni meraktan kurtaran.
Sen değil misin Sabri’min selamlarını bana ileten?
Özgür ol, mutlu ol; ama beni unutma.
***
Yavaş yavaş hava karardı; hafif bir akşam serinliği ortalığa hakim oldu.
Arabanın radyosunda o yazın moda pop parçalarından biri çalıyordu. Sabri’nin
annesi arkada şiltenin üzerine oturmuş, elleriyle tempo tutarak, radyoda çalan
pop parçaya aldırmadan kendi türküsünü söylüyordu :
“Bir dalda iki elma / birin al, birin alma.”
“İhtiyaç molası” için küçük bir köy kahvesinin önünde durdular. Bahçede bir
ağacın altındaki masaya yerleştiler.
Annesi türküsüne devam ediyordu:
“Sallasana, sallasana mendilini / Göstersene, göstersene gül yüzünü.”
Hava güzeldi, çaylar demliydi, peynir, domates, ekmek çıkardılar.
Kahvenin televizyonunda akşam haberleri veriliyordu :
Yine Irak’taki Amerikan askerleri pusuya düşürülmüş ve telef edilmişlerdi… 11
Eylül olayından sonra Amerika’da yeni bir panik yaşanmıştı. Kanada ve
Amerika’nın önemli bir bölümünde anlaşılamayan bir nedenle elektrikler
kesilmiş; hayat durmuş, metro, telefonlar devre dışı kalmış, trafik
kilitlenmiş, milyonlarca insan panik halinde sokaklara dökülmüştü.
Hüseyin, yüzünden hiç eksik olmayan her zamanki umut dolu gülümseyişiyle;
“Şu Allahın işine bak, koca Amerika’da elektrikler kesilmiş; şu küçük köy
kahvesinde lambalar yanıyor,” dedi.
Kahvecinin getirdiği demli sıcak çayları, küçük sarı bir ampulün aydınlattığı
masada içiyorlardı. Çıkan hafif bir esintiyle hışırdayan ağacın yapraklarının
sesi, cırcır böceklerinin sesine eşlik ediyordu.
22 Nisan 2014, Moskova
* Bu öykü, "Yaşam annemin hatırladıklarıysa" isimli kitapta yayımlanmıştır.