26 May 2020

Bütün bayraklar bembeyaz ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı




Bütün bayraklar bembeyaz



Hatice nine, Kezban’a iş bulmuştu. Uzak bir akrabasının oğlu sahilde turistik bir otel açmıştı; eleman arıyordu.
Kezban önce çekindi. Böyle bir işi hiç yapmamıştı. Becerebilir miydi? Onun ötesinde, işin bir de dedikodu tarafı vardı. Elin insanlarının kaldığı odaları temizleyecekti. “Adamların karılarla yattığı çarşafları, nevresimleri yıkıyor, odalarını temizliyor,” diyeceklerdi.
Hatice nine, Kezban’ı bir kenara çekti uzun uzun konuştu.
Temizlik temizlikti. Her yerde aynıydı. Dikkatlice yaparsa mesele yoktu. Dedikodulara gelince, kısa kesti; “Senin el alemin ne dediğine bakacak halin mi var kızım?” dedi.
Zaten el alemin yatıp kalktığı çarşaflardan, nevresimlerden ona neydi; elleriyle yıkayacak değildi ya, çamaşır makinası vardı
Çaresi yoktu, eve ekmek lazımdı. Hayırsız kocası ya hapisteydi, hapiste olmadığı zamanlarda da kahvede, ya da meyhanede pinekliyordu. Şikayetlenemiyordu bile, anasına dert yansa “Yaaa, bizi dinlemedin elin serserisine koca diye kaçtın. Oh olsun sana!” derdi.
Kezban, işe başladı. Önce istemeye istemeye işe gidip, geldi. Birkaç gün geçince uyum sağladı.
Başlangıçta odaları temizlerken, topladığı kirli çarşaflarda sevişme artıklarının lekelerini görünce aklı çıkmıştı. “Elin adamlarının karılarla yattığı çarşafları, nevresimleri yıkıyor, odalarını temizliyor,” diyeceklerinden korktuğu kadar vardı; ama zamanla alıştı.
Ona neydi ki odasında, kapalı kapılar arkasında kimin ne yaptığından. Herkesin günahı kendineydi.
Patron iyi bir adamdı. Şiş göbekli, kel, hep gülen, tonton bir ihtiyardı. İşini her bitirdiğinde “Eline sağlık bacım, misler gibi yapmışsın her yeri,” diyordu.
Bir gün patron otelin girişindeki direklerde asılı bayrakları yıkamasını istedi.
Kezban otelin bekçisi Emin’den rica etti. Genç çocuk, heyecanlı, ipleri çözüp bayrakları indireceğine ona poz olsun diye, kedi gibi direklerin tepesine tırmanıvermiş, bir çırpıda toplamıştı bütün bayrakları.
Rengarenkti bayraklar. O zamana kadar Türk bayrağının dışındaki bayrakları bilmezdi, tanımazdı.
Emin, tek tek gösterdi; bu Alman, bu İngiliz, bu Amerikan bayrağı diye. Fransız bayrağı ile Rus bayrağını hep birbirine karıştırdığından yakındı.
Yağmurdan, çamurdan, tozdan kir içinde kalmıştı bayraklar. Çoktandır yıkanmadıkları belliydi.
Güzelce yıkansa, ütülense bu rengarenk bayraklar rüzgarda ne güzel dalgalanırlardı.
Kezban, depoda bulduğu çamaşır suyunu boca ettiği koca bir leğene bastı bayrakları. Şöyle bir gün kalsınlar, sonra sabunlu suyla yıkar, durularım diye düşündü.
Ertesi günü çamaşırları yıkadığı bodrum katına indiğinde leğene bastığı bayrakları görünce eli ayağı titremeye başladı.
Çamaşır suyu bayrakları bembeyaz yapmıştı. O rengarenk bayraklardan eser kalmamıştı.
Yani, akça, pakça olmuşlardı.
Ne olacaktı şimdi. Nasıl açıklayacaktı patrona.  Çok kızacaktı. Bağırıp, çağırıp, belki de işine son verecekti.
Ne yaptığını bilmez bir halde bayrakları sudan çıkardı; sabunladı, duruladı, kuruttu. Sonra da niye yapıyorsa ütüledi.
Niye yapıyordu? Şaşkınlıktan herhalde.
Bir yandan ütülüyor, bir yandan da “Elim kırılsaydı da şu bilmediğim çamaşır suyunu leğene boca etmeseydim,” diye söyleniyordu.
Bayrakları katlayıp, Emin’e götürdü. O daha da şaşırdı.
“Olan olmuş yenge, yapacak bir şey yok, asalım bari,” dedi.
Yine kedi çevikliğiyle direklere tırmanıp bayrakları astı.
Denizden karaya kuvvetli bir rüzgar vardı. Direklerdeki bembeyaz, lekesiz, tertemiz, bayraklar yan yana dalgalanıyorlardı.
Patronun bayrakları fark etmesi çok gecikmedi. Pencereden görmüş, gömleğini giymeden, önünü iliklemeden kendisini idare odasından dışarıya, bahçeye atıvermişti. Direklerin dibinde, hiçbir şey söylemeden ellerini beline koymuş, iyice aptallaşmış bir suratla bayraklara bakıyordu.
Kezban, kenarda bir yere sinmişti. Eli ayağı titrer bir halde onun kızıp bağırmasını bekliyordu.
Bu arada ellerinde plaj çantalarıyla otelin devamlı müşterilerinden Fransız Jean Pierre, İtalyan sevgilisiyle plajın yolunu tutmuş, direklerin dibinden geçerken bayraklara bakışlarını sabitlemiş patrona; “Bravo mösyö, çok güzel olmuş. Şimdi bütün bayraklar beyaz ve temiz. Hepsi aynı renk… Ayrım yok. Hepimizin artık ortak bir bayrağı var, renksiz olsa da. İyi fikir; kutlarım sizi, bravo,” dedi.
Patron, dalga geçtiklerini zannetmişti. Öyle kalakalmış, bakıyordu.
Jean Pierre, kolundan tutup, “Bakınız mösyö, biliyorsunuz beyazın içinde bütün renkler vardır,” dedi.
“Nasıl yani?”
“İnanmazsanız Isaac Newton’a sorun.”
Patron daha da aptallaşmış suratıyla baktı:
“Kim o arkadaş? Bizim otelde mi kalıyor?”


Moskova, 22 Mayıs 2017

23 May 2020

Hipokrat Yemini ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı





Hipokrat yemini


Koridorun ucundaki odasının önünde banka oturmuş bekleyen adamı fark etti.
İster istemez keyfi kaçmıştı. Halbuki biraz önce hastanenin güzel hemşirelerinden biriyle şakalaşıp, gülüşmüşlerdi.
Neyse, eski günler, yeni günler, derken hayat devam ediyordu.
Adam, elinde bir buket çiçek, koltuğunun altında içinde muhtemelen çikolata, baklava ya da lokum olan bir kutuyla oturuyordu. Ameliyat sonrasında iyileşen bir hastanın doktoruna yaptığı teşekkür ziyaretinde verilecek bir minnet ifadesi.
Gören kendi halinde bir ihtiyarcık derdi. Tonton bir hacı amca….
Daha ilk muayeneye geldiği zaman tanımıştı herifi. Sakal bırakmıştı, haliyle yaşlanmıştı, ama buna rağmen hatırlamıştı.
Hele o, hırlayan vahşi bir hayvan gibi, genizden gelen tipik sesini nerede olsa ayırt edebilirdi.
Çok, ama çok uzun seneler geçmişti, ancak unutması mümkün değildi.
Nasıl unutabilirdi ki!
Acaba o da tanımış mıydı kendisini?

***
Daha yeni, Tıp Fakültesinde 6. sınıfta “intern” doktor olduğu seneydi. Yüzmüş yüzmüş kuyruğuna gelmişti. Bitirince ihtisasını da yapıp iyi bir uzman doktor olmaktı bütün hayali.
Karısıyla öğrenciliklerini bitirmeyi bile beklemeden evlenmişlerdi. Bununla da kalmayıp bir çocuk yapmışlardı. Ancak toy gençlik yıllarında yapılabilecek türden bir çılgınlıktı bu. Ama aşk işte, olur böyle şeyler diyeceksiniz. Ailelerinin desteği olmasa okullarına devam etmeleri, yaşamlarını sürdürebilmeleri mümkün değildi.
Hani fare, geçemeyeceği delikten kuyruğuna kabak bağlayıp geçmeye çalışırmış ya, öyle bir durum vardı.
Bir de çevresindeki bütün onurlu arkadaşları gibi kendisinin de asla ilgisiz kalamayacağı memleket halleri…
Eylemler, direniş. Ve baskı… Zor ve karışık günlerdi.
Sıcak bir yaz günüydü. Oturdukları eve yeni taşınmışlardı. Üç yaşındaki oğullarını da koyunlarına almış uyuyorlardı.
Gece geç saatlerde, sabaha karşı kapıları çalınmıştı.
Israrlı bir kapı çalışıydı bu. Derin uykusunun arasında bile duymaması olanaksızdı. İrkilerek uyanıp, kalktı.
Bu saatte hayırlı bir iş olması çok düşük bir ihtimaldi.
Devletin eski başbakanı Süleyman Demirel’in bile "Sabahın erken saatlerinde kapınız çalındığında, kapıyı çalanın sütçü olduğundan eminseniz, demokratik bir ülkede yaşıyorsunuz demektir” dediği, ama bundan çok uzak, karanlık günlerin yaşandığı kötü bir dönemden geçiyordu ülke.
Milliyetçi Cephe hükümetlerinin bile mumla arandığı bu kötü günlerde gözaltılar, tutuklamalar furyası devam ediyordu.
Kimdi kapıyı çalan. Bu saatte kim kimin kapısına dayanırdı?
Göz deliğinden baktı. Kapıda birkaç sivil giyimli kişi vardı.
Açmasa ne olurdu? Kırar girerlerdi. Daha kötü olurdu.
Uykulu gözlerle kapıyı açtı.
Polis olduklarını söylediler. Söylemelerine gerek yoktu, heriflerin üstünden akıyordu ne oldukları.
“Burada sizden daha önce oturanlarla ilgili bir fuhuş vakası ihbarını aldık, bilginiz var mı?” diye sordular.
Mümkün olmadığını, kendilerinden önce bu evde mazbut bir ailenin oturduğunu söyledi.
Kibar ve nazik konuşuyorlardı. Acaba diye düşündü bir an.
İçeride küçük oğullarıyla birlikte uyuyan karısı da uyanıp kapıya gelmişti.
“Bilgi için bizimle karakola kadar gelebilir misiniz?” dediler.
Olacakları sezinlemişti, ancak yapacak bir şey yoktu.
Aceleyle giyinip çıktı.
Aşağıda, apartman sahanlığından daha dışarı çıkmadan birlikte indiği polislerden biri, “Ne suratıma bakıyorsun lan!” diye bağırarak daha sonra olacakların müjdesini vermişti.
İşte bu, o adamdı.
Öyle ya, işkencecini tanımaman, onun çalışma rahatlığını elinden almaman gerekiyordu. Maazallah, ileride eline fırsat geçip hesap falan sorardın.
Macera başlıyordu.
Ama hangi macera olduğunu bilmiyordu. Bir beyaz renkli Reno’ya bindirildi. Başını arka koltuğa yatırarak, kafasını bir kazakla örttüler. Etrafını görmüyordu; ama şehri iyi biliyordu, mesafenin uzunluğundan, kavşaklardan, kasislerdeki sarsılmalardan nerelere geldiğini tahmin etmesi zor değildi. Bunlar olmasa bile gidilecek yer malumdu: Emniyet Müdürlüğü’nün arkasındaki işkence merkezi.
Onu bir hücreye koydular.
İçerisi karanlıktı.
Seslerden ve hücrenin çelik kapısının ince bir çizgi kadar olan aralığından gözünü uydurup koridora bakarak olan biteni anlamaya çalışıyordu.
Niçin getirildiği konusunda bir fikir edinmeye çalışıyordu, ama bu mümkün görünmüyordu. Ancak öğrenmesinin çok zaman almayacağını tahmin ediyordu.
İkiye üç metrelik hücresindeydi.
Sanki yeni bir mektepteydi.
Ya bu sınavı geçemezse, ya onurunu yitirirse?
Korkuyordu, insanca bir duyguyla. Aslında bu, o değildi. Korkuyu kendisine yakıştıramıyordu.
İçeride sanki başka birisi daha vardı, kendisini yüreklendiren.
“Korkman normaldir. Bu utanılacak bir şey değil, insanca bir hal; ancak başaracaksın,” dedi öbürü, yürekli eylemci tavrıyla.
Sonra şangırtıyla demir kapı açıldı. Hücresinden aldılar, götürdüler onu.
Gözlerini siyah bir bantla kapatmışlardı işkence odasına alırlarken.
Sürükleyerek göremediği yerlerden geçirdiler.
Sırtına inen yumrukların, bacaklarına yediği tekmelerin haddi hesabı yoktu.
Gözündeki bandın arasından sızan ışıktan içeride bir lambanın yandığını anladığı bir odaya aldılar.
Kafasına sert bir yumruk yedi.
Etrafını göremiyordu. Yeni bir yumruk daha yiyeceğini zannederek kendisini savunmak için geriye çekti. Bu defa ters taraftan bir başkası karnına bir yumruk attı.
Bir daha öbür taraftan, bir daha bu taraftan… Sayısını bilemediği kadar yumruk ve tokat yedi.
Hırıltılı sesi olan biri:
“İndir ulan pantolonunu,” diye bağırdı.
İndirdi.
“Donunu da indir lan, o. çocuğu!”
Uymaktan başka çaresi yoktu. Direnebilir, bayılıncaya kadar dayak yiyebilirdi. Ama direnmenin yersiz olduğunu düşünüp yapmadı.
Tanımadığı bu heriflerin karşısında anadan üryan kalmıştı. Ne kadar utanç verici bir durumdu.
Bir banka sırtüstü yatırıp, kollarını, bacaklarını sıkıca bağladılar.
Gözündeki bandın aralığından hırıltılı bir sesle, genzinden konuşan adamı gördü. Apartmandan çıkmadan önce kendisine bağıran herifti.
Tuhaf bir ayrıntı: Adamın gömleğinin üst düğmeleri açıktı. Kıllı göğsünün önünde boynundaki altın zincir kolye sallanıyordu.
İşkence ve sorgulama faslı başladı. Çok eskiye dayalı ilişkiler ve önceden tanıdığı bazı arkadaşlarının bilgisi dışında süren beraberlikleri, eylemleri üzerine bir sorgulama yürütülüyordu.
İşkencecilerine aradan çok zaman geçtiğini, pek çok şeyi hatırlamadığını söyledi.
İşkence hız kesmeden sürüyordu.
Bir elektrik kablosunu bağladılar cinsel organına.
“Ulan bununla mı düzdün karını? Allah bilir o çocuk senden değildir.”
Etrafındakiler için bu bir eğlence idi adeta.
Gülüşüyorlardı.
“Puştun aleti nasıl da büzüştü. Kes at oğlum sen bunu. Zaten bir işine yaramıyordur.”
Heriflerin söylediklerini duyuyordu, iğrençtiler; ama cevap verecek gücü yoktu.
Zaman geçmiyordu. Sorular, sorular… İsnatlar… İddialar…
Bitap düşmüştü. Ancak her şeye rağmen onurunu yitirmemeliydi.En değerli varlığı oydu.
Üç saat sonra ara verdiler. Getirip, yeniden attılar onu hücresine.
İyice hırpalamışlardı, ama korkmuyordu artık.
Gelirken yanında onurunu da getirmişti. Giderkenki korkan halini üzerindeki atmıştı. Hücredeki eylemci hali ile yeniden karşılaştılar. Sarıldılar birbirlerine, yeniden eski o oldu.
Daha sonraki günlerde de aynı şekilde devam etti işkence faslı.
Günlerce süren işkence ve sorgulama faslı bir süre sonra hızını kaybetti.
İşkenceciler de, çok gayretkeş bile olsalar sonuçta devlet memuruydular. Ellerindeki işi bir an önce bitirip, dosyayı kapatıp evlerine gitmek istiyorlardı.
Verdiği ifadeyi çalakalem yazıp, zorla imzalattıktan sonra rahatladılar.
Bu fasıl burada bitmişti, ancak maceranın devamı vardı. Gözleri yine kapalı, savcılığa götürülmek üzere polis minibüsünün yanında bekletilirken aynı herif yanına yanaşarak “Sen şimdi buradan kurtuluyorum diye seviniyorsun belki, ama hapishanede burasını arayacaksın,” demişti.
Neyse ki adamın dediği gibi olmamıştı. Kısa bir tutukluluk sonrasında tahliye oldu.

***
Bütün bu olanlar sonrasında dışarı çıkmış, okulunu bitirmişti.
Kara bulutlar, nispeten dağılmıştı.
İhtisasını yaptı. Alanında aranır bir uzman, hastalarının aylarca önce randevu aldığı bir operatör doktor, hocaların hocası profesör oldu…
Seneler, seneler sonra o herifle hiç ummadığı bir zamanda ve mekanda karşılaşacağı hiç aklına gelmezdi.
Hastaneye olağan muayene günlerinden birinde gelmişti. Daha odasının kapısından içeri girince tanımıştı.
Acaba o da tanımış mıydı?
O da tanımıştı belki. Ama o kötü günlerde gözlerinin bağlı olmasına güvenip, onu görememiş olduğunu düşündüğünden rahatlık içinde olabilirdi.
Hem o kadar zaman geçmiş, ikisi de yaşlanmışlardı. Haliyle değişmişlerdi. Birbirlerini tanıyamamaları normaldi.
Tanıdıysa belki de muayene sonrasında korkup gidecek ve bir daha hiç gelmeyecekti.
İlginç; ta o zaman gördüğü altın zincir kolye hala boynundaydı.
Çok endişeliydi. Yüzünde renk kalmamıştı.
Bazı analizlerin, kontrolların yapılması için sevk etti.
Adam ikinci kez geldiğinde uzattığı kan tahlilini, diğer analizleri ve ultrason sonuçlarını aldı. Gözlüklerini takıp uzun uzun inceledi.
“Rahatsızlığınız ilerlemiş beyefendi. Keşke daha önce gelmiş olsaydınız.”
“Eşeklik işte, ihmal ettim doktor bey. Kabahat benim.”
“Zaman geçirmeden ameliyat etmemiz gerekiyor.”
Konuşurken gözü ultrason sonuçlarını anlamaya çalıştığı bilgisayar ekranındaydı.
“Tıp ilerledi artık, bu tür ameliyatlardan iyi sonuçlar alıyoruz. Endişe etmenize gerek yok. Karar verdiğiniz zaman ameliyat programını yapalım.”
“Tamam, doktor bey sizin uygun bulduğunuz bir zamana ben uyarım.”
Adam, ameliyata razı olmuştu. Çekinmiyordu. Demek tanıdığını anlamamıştı.

***
Operasyon günü gelmiş, sabah erkenden ekibi hastayı ameliyata hazır hale getirmişlerdi.
Ameliyathaneye girdiğinde hastası ameliyat masasında sırtüstü yatıyordu. Narkoz sonrası kendinden geçmişti.
Cinsel organı açıktaydı.
İster istemez o eski kötü günleri, işkence odasında gözleri bantlı, cinsel organıyla anadan üryan bu adamın önünde olduğu zamanı hatırladı.
Kaderin garip cilvelerinden biri… Şimdi o, bu durumdaydı.
Konsantre olması, bütün mesleki becerisini kullanması gerekiyordu. Ameliyat zordu. Riskliydi. Adam ameliyat masasından kalkamayabilirdi de.
Uzun, ancak başarılı bir ameliyat oldu. Bitmişti, çıkmadan önce dönüp bir kez daha hastasına baktı. Narkozun etkisinin geçmesine daha çok vardı, herif kan revan içinde baygın yatıyordu.
“Hadi ulan, şanslısın, her şey yolunda gitti,” diye mırıldandı.
Ekibindeki yardımcılarına dikkatli pansuman yapmalarını tembih ederek çıktı. Enfeksiyon riskini minimuma indirmeleri gerekiyordu.
Yorucu operasyon sonrası ter içinde kalmıştı. Ameliyathaneden çıkıp, yüzünü gözünü yıkamak için tuvalete gitti. Musluğun üzerindeki buğulu aynada karışık duygular içindeki bir adamın yüzünü, kendi aksini gördü.
Önlüğünü çıkarıp, yorucu iş gününe devam etmek üzere odasına geçti. Koridor deva bekleyen diğer hastalarla doluydu.

***
Adam, ameliyat ertesinde, hastanede bir iki gün kontrol altında tutulduktan sonra taburcu edilmişti. Biyopsi sonuçları iyi çıkmıştı. Hücre kanserli değildi. Aradan neredeyse bir buçuk ay geçmiş, nekahat dönemini atlatmış, normal yaşamına dönmüştü.
Artık bu, bir teşekkür ziyareti olmalıydı.
Koridorda göz göze gelmemeye çalışarak odasına girdi. Arkasından o da kapıyı tıklatarak, elinde çiçek buketi ve koltuğunun altında kutu ile girdi.
“Hoş geldiniz, nasıl hissediyorsunuz kendinizi?”
“İyi. Arada biraz ağrılarım oluyor, ama zor bir ameliyat sonrası normal herhalde.”
“Olması normal. Bunun için size ağrı kesici vermiştim. Alıyorsunuz değil mi? Bir süre sonra zaten ağrılarınız tamamen kesilecektir.”
“Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Ameliyat öncesi çok endişeliydim, ama sonra sayenizde başarılı bir operasyon geçirince korkularımın yersiz olduğunu anladım.”
Arada bir sessizlik oldu.
“Beni hatırladınız mı doktor bey?”
Birden o günlere gitti. Durgunlaştı.
“Evet, hatırladım ve unutmam mümkün değil,” diye cevap verdi.
“Ben görevimi yapmıştım,” dedi özür niyetine.
“Görevinizi mi yapmıştınız?” dedi alınması gereken ilaçların olduğu reçeteyi yazarken.
“…”
“Ben de görevimi yaptım.”
“Peki, hiç kin duyup, intikam duygusuna kapılmadınız mı? Narkoz sonrası savunmasız olarak elinizdeydim.”
“Hayır. Sizinle sokakta karşılaşmadık ki. Sokakta karşılaşsak yüzünüze bile bakmazdım veya yüzünüze tükürürdüm. Ama siz, bu hastanenin kapısından girdiğinizden itibaren benim bir hastamdınız.”
Bu arada bir hastabakıcı odaya girip, doktorun masasındaki bir dosyayı alıp, çıktı.
“Hipokrat Yeminini biliyorsunuzdur. Sağlık çalışanlarının mesleklerini onurla uygulayacaklarına dair tarih boyunca ettikleri yemin… Biz doktorlar için hastanın kimliğinin hiçbir önemi yoktur. Bizim görevimiz hastaları iyileştirmektir. O kadar.”
Reçeteyi uzattı. Devam etti konuşmaya:
“Ne diyoruz biz, yemin ederken bir yerinde? ‘Din, milliyet, cinsiyet, ırk ve parti farklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime, mesleğimi dürüstlük ve onurla yapacağıma, namusum ve şerefim üzerine yemin ederim’ diyoruz.”
Bunları söyledikten sonra elindeki kalemi masaya fırlattı.
“İyiymiş,” dedi adam fısıltıyla.
“Geçmiş olsun. Endişelendiğiniz gibi olmadı değil mi? Şansınıza her şey iyi gitti. Umarım bana veya başka bir doktora bu nedenle bir daha işiniz düşmez.”
Adam, yavaşça oturduğu yerden kalktı. Saygıyla doktoru selamlayarak kapıdan çıktı.
Arkasından baktı.
İyileşmişti, ama ameliyat sonrası halsizliğinin ötesinde bir yorgunluk vardı üzerinde.


23 Mayıs 2020, Moskova

16 May 2020

Yaşam annemin hatırladıklarıysa!? ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı








Yaşam annemin hatırladıklarıysa!?


                                                          Anama, bacıma ve bütün diğer Mamak çilekeşlerine…



“Montör Sabri gelmiş,” diyorlardı… Montör Sabri?!

Sanki montörlük kalmış gibi öyle diyorlardı. Kulaktan kulağa bütün kasabaya hızla yayılmıştı geldiği.

Montörlük falan kalmamıştı, ama öyle diyorlardı işte. Kasabanın artık kapısına kilit vurulmuş eski konserve fabrikasında çalışmıştı bir zamanlar. Bu lakap da o zamanlardan yadigar kalmıştı.

Fabrikanın kuruluşunda günlerce, uykusuz duraksız çalışmışlardı. Üretim holünde, epoksi zeminin üzerinde her köşede parça parça olan makineler bir araya getirilip monte edildiğinde elekler, yıkama havuzları, pastörizatörler, otoklavlar, kavanoz kapama, dolum, etiket yapıştırma makineleri ortaya çıkmıştı.

Bütün hatlar kurulup da deneme üretimi için ilk hammadde geldiğinde ayakta duramayacak kadar yorgundu. İşi bittiğinde, ‘eve git; biraz yat, dinlen’ demişlerdi. Gitmemişti. Bir kenara çöküp, ilk üretimi görmek istiyordu. Gördü de.

Tarif edilemeyecek kadar büyük bir mutluluktu.

Fabrika eskiden bir tuğla fabrikasıydı. Şakir Bey’e dedesinden kalmıştı. Sonra Şakir Bey, konservecilik işine girmeye karar verince bu eski tuğla fabrikası konserve fabrikasına dönüştürülmüştü. Ana binada esaslı bir değişikliğe ihtiyaç duymamışlardı.

Zaten fazla para da yoktu. Eski üretim holleri korunmuş, tadilatla yetinmişlerdi.

Tuğla fabrikasının uzun bacasına artık ihtiyaç yoktu, ancak yıkmak da kolay değildi. Tepesinden aşağıya bir kısmını yıkabildiler. Upuzun bacanın sadece birkaç metresini… Şakir Bey, sonunda pes edip, vazgeçmişti; “Yıkmayalım,” demişti, “Eski fabrikadan bir anı olarak kalır.” Böylece hiçbir işlevi olmasa da emektar tuğla fabrikasının bacası bir abide gibi varlığını korumuştu. Daha sonraki yıllarda da kasabaya gelen leyleklerin yuvası olmuştu. Her sene, tam da sezonun başlayacağı bahar aylarında uzak diyarlardan gelen leylekler bacanın tepesindeki yuvalarına yerleşirlerdi. İşçiler uğur sayardı leylekleri.

O zamanlar Sabri, leyleklerin her yıl, aynı aylarda, aynı yere uzak diyarlardan nasıl geldiklerine, yollarını nasıl şaşırmadıklarına akıl erdiremezdi hiç. “Leyleklerin de hafızaları var demek ki,” derdi.

Bir de ulu bir çınar ağacı vardı fabrikanın bahçesinde. Küçük kuşların konduğu… Hammadde giriş holünün ana kapısının hemen yanındaydı. Fransa’dan fabrikayı ziyarete gelen müşteriler ağacı gördüklerinde konserve imalatıyla ilgili hijyenik kurallara uymadığını söyleyerek ağacın kesilmesini istemişlerdi. Öyle ya, dallarına konan kuşlar etrafı pisletiyorlardı. Bunu duyunca Şakir Bey’in rengi değişmiş, “Fabrikayı kapatırım, ama ağacı kestirmem” diye kestirip atmıştı da, kimse bir şey diyememişti.

Fransa’da iflas eden bir şirketin fabrikasının makinelerini söküp getirmek için Şakir Bey, Salih usta ile birlikte Sabri’yi de yanında götürmüştü. İlk defa o zaman görmüştü Sabri Paris’i. O zamanlar sonra bir daha oraya gideceğini, memleketinden uzakta, sürgün ve hasret yılları yaşayacağını aklına bile getiremezdi. İlk gidişi tatlı bir heyecan vermişti ona, ama sonraki çok hüzünlüydü.

Günlerce eski makineleri sökmekle uğraşmışlardı. Fransa’dan koca koca kamyonlara parçalar halinde yüklenen makineler kasabaya, Şakir Bey’in fabrikasına sevk edilmişti.

Şirketin üç ortağı vardı: Şakir Bey, Mösyö Marzouk ve İstanbul’lu bir tüccar olan Özcan Bey.

Başlangıçta her şey güzeldi. Fabrika, kasabanın en önemli ekmek kapılarından biri olmuştu. Fabrikada işe güce kavuşan işçiler, çoluk çocukları, kasabanın kasabı, manavı, bakkalı, herkes memnundu.

Sonra?...

Sonra Şakir Bey’in bütün iyi niyetine rağmen Özcan Bey’in ve Fransa’daki ortak Mösyö Marzouk’un aşırı kar hırsı ve kötü yönetimi her şeyi değiştirmişti.

Düşük ücretle, sigortasız işçi çalıştırma… İşten çıkarmalar… Direnişler, grevler… Jandarmanın müdahalesi… Her şey sırasıyla Sabri’nin sendikanın lokalindeki seminerlerde öğrendiği “Ekonomi Politik” derslerindeki gibi olmuştu.

İşçiler, haklarına sahip çıkabilmek için en güvenilir buldukları sendikaya üye olmuşlardı. Sevdikleri, güvendikleri Sabri’yi de sendikanın işçi temsilcisi seçmişlerdi. İşte her şey ondan sonra başlamıştı. Baskılar, siyasi mücadele, askeri cuntanın müdahalesinin arkasından önce tutuklanma, mahkeme, hapislik, daha sonrasında da kaçaklık yılları…

Fransa’ya bu defa bir montör olarak değil, bir siyasi mülteci olarak gitmişti.

Senelerce insanlarını, dilini, kültürünü bilmediği bu ülkede yaşamak zorunda kalmıştı.

***

Yıllar sonra kasabaya yanında hapishanede aynı kaderi paylaştığı, birlikte kaçıp Fransa’ya gittikleri arkadaşı, can yoldaşı Hüseyin’le birlikte dönerken, tren istasyona girmeden fabrikanın yanından geçmişti.

Eski günleri anımsamak, fabrikayı o terkedilmiş haliyle görmek Sabri’yi hüzünlendirmişti. Tutamamıştı kendisini; yanaklarından iki üç damla gözyaşı süzülüvermişti.

Aslında bu geri dönüşün nedeni eskiye özlem, yaşadığı yerleri yeniden görmek isteği değildi. O da makul bir sebepti, ama asıl neden senelerdir göremediği hasta anacığını ziyaret etmekti.

Çok daha önce gelmeliydi, ancak emin olamamıştı. Gümrük kapısında derdest ederler, yeniden hapsederler, kodeste uzun seneler geçirir, anacığını bu defa hiç göremez diye endişelenmişti. 

Bunu bir kez yaşamıştı. Biliyordu.

Ablasının anlattığına göre annesinin hastalığı iyice ilerlemişti.

Daha önce bilmezdi, ama öğrenmişti; bu lanet Alzheimer hastalığının çaresi yoktu. Verilen ilaçlar da ancak hastalığın yavaş seyretmesini sağlıyordu. İnsanı dünyaya, ailesine, kendisine yabancı hale düşüren ve etrafındakilere hayatı zehir eden bir illetti bu. Belleği zamana değil, ama hastalığa yenik düşmüştü anacığının.

***

Hep birlikte bahçede otururlarken annesi, “Sen ne biçim bahçıvansın ağaçları budamamışsın,” diye çıkıştı.

Sabri :

“Anne ben bahçıvan değilim, senin oğlunum,” dedi.

Annesi ağlayarak:

“Ben seni zaten sevmiştim, şimdi daha çok sevdim,” diye sarıldı.

Ablası :

“Geçen yıl da yatak odasındaki babamın resmine bakıp, beni de otelci sanıp, ne biçim otel burası odama yabancı erkek almışsınız diye ortalığı ayağa kaldırıp kızdı bana,” dedi.

Sinir bozukluğuyla, huzursuzlukla başlamıştı annesinin hastalığı. Daha sonra unutkanlık ortaya çıkmıştı. Konuşma yeteneğini yitirmemişti henüz, ama muhakeme gücünü tamamen yitirmişti. Uykuda gibiydi hep. Doktorun söylediğine göre bunlar daha iyi zamanlardı, daha kötü şeylere de hazırlıklı olmalıydılar. Sonrasında ihtiyaçlarını tek başına yerine getirememe, desteksiz yürüyememe, yardımsız yiyememe aşaması başlayacaktı.

Ya daha sonrası?.. Daha da kötü, akla bile getirilmek istenmeyen kötü şeyler.

“Eve gitmek istiyorum,” dedi annesi.

Oysa kırk senedir oturdukları evlerinin bahçesindeydiler. Sabri, ablası, annesi ve arkadaşı Hüseyin…

Her şeyin bir anlam ifade ettiği eski hayatına geri dönmek istediğini anlatmak istiyordu belki de. 

Ölmek istemiyorum demek istiyordu. Hiç ağrı duymadığım halde çok hastayım; ancak kimse anlamıyor. Ölüyor olmalıyım; ama ölmek istemiyorum demek istiyordu. 

Herkes nerede; etrafımda insanlar var, ama onları tanımıyorum; herkes yabancı, babam nerede, annem, ablam nerede, neden beni yalnız bırakıp gittiler, demek istiyordu muhtemelen.

Ali’sini, yıllar önce yitirmiş olsa da hayatının büyük aşkını, sevgili kocasını bile hatırlamıyordu.

Dünyanın en güzel yemeklerini yapan annesi artık yeme içgüdüsünü de kaybediyordu. Anlatılanlara göre yakın bir zamanda bir bebek gibi bile olamayacaktı. Bebekler acıkınca ağlardı. Verilenleri yerler, karınları doyunca da mutlu olurlardı. 

Eskiden, güzel günlerinde, şimdi oturdukları bahçedeki incir ağacının altına kurdukları upuzun masanın etrafına bütün aile fertleri sıralanıp, annesinin yaptığı yemekleri iştahla yerlerdi. En çok Rumeli usulü ciğer sarmasını severdi. Annesi de bunu bildiğinden özel günlerde özenerek yapardı. Çarşıdan aldırdığı kuzu ciğerinin zarına iç pilav sarıp, tepsiye dizer, sonra da fırına verirdi. Kendi yağıyla nar gibi kızaran sıcacık ciğer sarmalarını soğuk cacıkla sofraya getirirdi. Törenle masanın etrafına oturan aile efradı neşe içinde yemeklerini yerlerdi.

Şimdiyse ablası çoğunlukla annesini kaşıkla, küçük bir çocuk besler gibi besliyordu.

Annesi gözlerinin içi gülerek bakıyordu. Bu haliyle de çok sevimliydi.

“Özledin mi, beni anacığım?” diye sordu Sabri.

“Tabi özledim. Özlemez olur muyum?” dedi annesi.

Ablası göz kırpıp, annesine duyurmamaya çalışarak, “Aldırma öyle dediğine, anlasa da, anlamasa da böyle beylik cevaplar veriyor,” dedi; “Ama bazen hayret edersin, olmadık şeyleri hatırlıyor. Garibimin aklı bir gelip, bir gidiyor.”


***

Yavrum gelmiş, Sabrim, oğlum, canımın parçası... Neredeydi ki, sanki uzun süredir görüşememiştik. Halbuki hiç ihmal etmezdi anacığını...

İnsan çocuklarını ayırt etmez, hepsini eşit sever. Ama Sabri çok küçüktü. Tek erkek evladım. Çok merhametli, iyi bir çocuktu. Hiç kıyamazdım ona. Ablası da onu çok sevdiğimi bilir, ona daha çok ihtimam göstermeme ses çıkarmazdı. Kıskanmazdı onu.

Sonra birileri aldı Sabri’mi… Kim aldı, nerelere götürdü yavrumu?

Kuşum da olmasaydı kim haber getirirdi bana yavrumdan?

Kuşumun hayatımdaki yeri de çok önemliydi. Küçükken annem ablamı da yanına alıp Eminönü’ne alışverişe götürmüştü beni. Bir kuş satıcısının önünden geçerken tutturmuştum kafesteki serçelerden aldırmak için. Annem ne kadar direndiyse de sonunda dayanamayıp bana ahşap kafes içinde küçük bir serçe almıştı.

İsmini Cici koymuştum. Çok güzel ötüyordu. Bütün günümü onu dinleyerek geçiriyordum. Onunla adeta konuşuyorduk. Belki de ben kuşdilini sökmüştüm.

Çok yaşamadı Cici, öldü. Arkasından çok ağladım. Babam o halime çok üzüldü, bana bir kuş daha aldı. Onun da adını Cici  koydum. O da bir süre sonra öldü. Daha sonra aldığım bütün kuşlarımın adını da Cici koydum. Hiç kuşsuz kalmadım.

Kuşlarım hiç ölmemişlerdi, hepsi aynı kuştu sanki. Ve ben yıllarca onlarla konuşup, dertleştim.

Sağ olsun kuşum beni hiç habersiz bırakmıyordu.  Sabri’mden, hep selam getiriyordu.

***

Hasılı her şey çok üzücüydü…

Anasının hastalığına mı üzülsün, yoksa bu kaçma göçme yıllarında birbirlerine doyamadıklarına mı, bilemiyordu.

Kasabaya geldiği haberi çok çabuk yayılmıştı. Ama eski birkaç iyi arkadaş dışında kapılarını çalan pek olmamıştı. Oysa eskiden böyle miydi? Evleri her zaman eş dost, komşu, akraba dolu olurdu.

Baskı herkesi yıldırmıştı. Kim bilir daha kaç sene geçmesi gerekiyordu bu korku havasının sona ermesi için.

Kasabaya geldiğinin bir ertesi günü çarşıya inmişti. Babasının çocukluk arkadaşı berber Hasan amcanın dükkanına uğramıştı. Hem hal hatır sormak için, hem de tıraş olmak için... Tıraşın ortasında suratı sabunlu iken berber Hasan, “Biliyor musun, annen senin yüzünden, sana çok üzüldüğü için hasta oldu. Sen bu işlere bulaşmasaydın böyle olmazdı,” demişti.

Birden kalkıp dükkandan çıkmak, kaçmak istemişti. Suratı sabunluydu. Tıraşın sonuna kadar sabretti. Ancak belki de Hasan amca haklıydı. Annesinin bedeni bunca sıkıntıya direndikten sonra bir noktada yenilmişti.

“Peki ya ben, bana yapılan haksızlıklar!” diye isyan edip konuşmak istemiş, ama bir şey dememişti. Berber Hasan duygularını anlamayabilirdi.

Henüz yakalanıp hapse düşmeden önce kaçması ve mücadeleye devam etmesi gerektiğini söylediğinde nişanlısı Hatice ağlayarak, “Senin devrimin bizim aşkımızdan daha mı önemli?” diye sormuştu.

Şaşırmıştı; böyle bir soru beklemiyordu. “Aynı şey değiller ki; elbette aşkımız da önemli, devrim de,” diye cevap vermişti. “Doğacak çocuklarımız daha güzel bir dünyaya gözlerini açsalar fena mı olur?” demek de istemişti, ama söyleyememişti.

“Bilmiyorum artık. Sen tercihini yap,” demişti Hatice.

Keşke tercih yapmak ellerinde olabilseydi. Bir şeylerin iyi olmasını yürekten isterken, bir şeyleri de yitiriyordu insan. Hatice çoktan bir başkasıyla evlenip, çoluk çocuğa karışmıştı, anacığıysa hastaydı.

Ablasına berber Hasan’ın söylediklerini anlattığında o, üzülmemesini, doktorların açıklamalarına göre hastalığın sebeplerinin bu tür şeyler olamayacağını söyledi.

Buna inanmak istiyordu, ama suçluluk duygusundan kurtulması kolay değildi.

Anacığı kim bilir hangi dünyada yaşıyordu? Yaşadığı onca şeyden neleri hatırlıyordu? Ve onları neden hatırlıyordu? Yaşam annesinin hatırladıklarıysa, o zaman geri kalanı neydi?

***

Bir gece yarısı evladımı aldılar benden.

Günlerce aradım bulamadım. Yoktu yavrum, sanki yeryüzüne inen bir iblis alıp kaçırmıştı yavrumu.

Geldiklerinde daha gün ağarmamıştı, sabah ezanı okunmamıştı. Sobayı yakmak için kalkmıştım. Birileri kapıyı yumrukluyordu. Çok meraklanmıştım; komşulardan biri mi hastalanmıştı; bu saatte kim olabilirdi; böyle bir saatte iyi bir haber olmazdı ya?

Belki de olurdu, kapı komşumuz Zehra ablanın gelini hamileydi, oğlu askerdeydi, başka kimseleri yoktu yazık; gelini mi doğuruyordu acaba?

Kapıyı açtım, dışarısı karanlıktı, kimseleri seçemiyordum, neden sonra gözüm alıştı; bahçede bir takım karaltılar vardı, kalabalıktılar, ellerinde silahlar vardı. Savaş yoktu, o zaman niye silahlıydılar? Zehra ablanın anlattıklarını hatırladım. Mübadelede göçmüşlerdi Yunanistan’dan.., Balkan savaşının o korkunç günlerini, komitacıların köy baskınlarını anlatırdı. Bu eli silahlı gelenler komitacılar mıydı?

Sabri’yi sordular, uyuyor, dedim. İçlerinden şefleri olduğu belli, pos bıyıklı, iri yarı bir adam “Abla, Sabri’nin ifadesine başvuracağız uyandırabilir misin?” dedi.

“Karakolda ifadesine başvurup hemen geri getireceğiz,” demişti pos bıyıklı adam. “Ben kendim getireceğim, sabah kahvaltısını beraber yaparız,” demişti.

İnanmıştım. Bu adamlar o kötü komitacılardan olamazdı.

***

Yine bahçedeydiler ablası hastalığın başlangıç zamanlarını anlatıyordu. Annesi geçmiş günlerden, anılarından bahsetmeyi severdi. Onlar da dinlemesini… Defalarca da dinleseler hoşlarına giderdi anlattıkları. Babasıyla ilk tanışmalarını, yazdıkları mektupları, okul anılarını anlatırdı.

Annesi, İfakat Hanım, İstanbul’da babacığı, arkasından da anacığı ölünce küçücük yaşında ortada kalmıştı. Genç bir hükümet ebesi olan ablası sık sık tayin yeri değiştirerek Anadolu’nun en ücra köşelerini dolaşıyordu. Ablasından başka kimsesi yoktu. Ablası onu yanına aldı. Böylece yeni bir yaşam başlamış oldu, küçük İfakat için. Bir kasabada okula başlıyor, tam alışıyordu ki tayin olan ablasıyla başka bir kasabaya göçüyorlardı.

O zamanlar haritada bile yerini gösteremeyeceği pek çok Anadolu kasabası; Simav, Muğla, Osmancık, Kırkağaç, Turgutlu hayatına girmişti.

Ve insanlar, insanlar…

“Mahpeyker’i oynamıştım okuldayken, müsamerede,” diye başlayıp anlatırdı annesi...

İfakat Hanım, başına gelen bu kötü hastalığı sanki herkesten önce bilmiş, hissetmiş gibi durmadan anlatıyordu. 

Adeta belleğini yitirmemek, yaşadıklarını hatırlamak için gizli bir mücadele veriyordu.

Yaşadıklarına mümkün olduğunca fazla tanık bırakmak istercesine önüne kim gelirse defalarca eski günleri anlatıyordu.

Belki de anılarını emanet ettiği bu insanların daha sonra bunları ona geri anlatıp, hafızasını yenilemesine yardımcı olacaklarını umuyordu. 

Kendisine yavaş yavaş ihanet eden belleğinin yerine anılarını emanet edeceği, yaşadıklarına tanıklık edecek birilerine gereksinim duyuyordu. Mümkün olduğunca fazla insana, önüne gelen herkese, her şeyi, aklına gelen her şeyi, daha önce anlatmış bile olsa defalarca, detaylandırarak anlatıyordu. 

Ne çok şey vardı geçmişten? Ne çok sevgili sima vardı geride kalan, şimdi hepsi sisler, karanlıklar içindeydi. 

Dönüş yolu yoktu. Zincire vurulmuştu anıları...

Sabri, ortalarında oturan anacığına baktı.

Ne düşündüğünü anlamak mümkün değildi. Anlaşılmaz bambaşka bir dünyada yaşıyordu sanki.

***

Ablacım hiç şikayet etmezdi. Gece yarısı onu yataktan kaldırıp doğuma götürürlerdi. Belki de binlerce çocuk doğurtmuştu. Bir doğumdan öbürüne koşardı. Bazen sabaha doğru, ayakta duramayacak kadar yorgun gelirdi eve. Hiç söylenmeden yatar uyurdu.

Annecim, babacım ben daha küçücükken, daha onlara doyamadan öldüler. Ablacım aldı beni yanına; hem annem, hem babam oldu benim.

Ablamdan başka kimsem yoktu; iyi ki o vardı. Yoksa ne yapardım ben?

Ablam kasabanın zenginlerinden Remzi Beyle evlendi. Çok asil biriydi. Boylu poslu yakışıklı bir adamdı. Kasabanın en büyük mağazası onundu. Ayrıca tarlaları, zeytinlikleri, bağı vardı. Kendisi çiftçilik yapmazdı, sevmezdi o işleri. Tarlalarını icara verirdi. Zeytini toplatır, üzümü tüccara verirdi. Ablam evlendikten sonra rahata erdi. Sık sık şehir değiştirmekten kurtulduk. Eniştem hatırlı tanıdıklarını araya koyup yeni tayinleri engelledi.

Senelerce Anadolu’nun muhtelif yerlerine tayin olup, kasabadan kasabaya göç eden ablamın tayin macerası kaderinin bağlandığı bu kasabada sona ermişti. Remzi Bey’in ikinci karısıydı ablam. Birinci karısı kokarmış, pasaklıymış, hiç sevememiş eniştem. Boşamıştı onu.

Remzi Eniştem çok iyi insandı rahmetli. Beni kendi kızı gibi severdi. Öyle herkeslere vermem seni, derdi. Anan yok, baban yok; sen bizim kıymetli kızımızsın; ite kopuğa, çulsuza vermeyiz seni, derdi.

Bir gün kızlarla arka avluda kendi aramızda oynuyorduk. Aşağı yukarı hepimiz aynı akrandık. Leyla evden getirdiği dümbelekle tempo tutuyordu. Allah var, içimizde en iyi Güzel Emine oynardı. Güzel Emine derdik ona. Kim takmıştı “güzel” lakabını kimse hatırlamıyordu, ama gerçekten de güzel kızdı Emine. Oynaması için ısrar ettik, nazlandı. “Olmaz, Ali görür,” dedi. “Nerden görsün kız? Bu avluda bizden başka kimse yok ki,” dedik. “Olsun, o görür,” dedi, ama gene de dayanamadı kalktı oynadı. Gerdan kıra kıra çok güzel oynuyordu kafir. Pek de endamlıydı.

Sonradan anlattı, meğer o sırada gerçekten de Ali, anahtar deliğine gözünü uydurmuş, kapının arkasından bizi seyrediyormuş. Güzel Emine öyle deyince utanıp, kızarmış. Demek Güzel Emine’nin içine doğmuş, bilirmiş Ali’nin bu huyunu…

Ali’nin kim olduğunu bilmezdim o zaman, hele daha sonra kocam olacağını hiç düşünemezdim. Eniştem herkese vermem seni demişti, ama dava vekili Mahir Bey oğluna, Ali’ye istediğinde direnememişti.

Mahir Bey, kasabada çok sevilen bir adamdı. Dürüsttü, fakir fukaranın davalarına para almadan bakardı.

Oğlu Ali’yi tanımıyordum ya, Güzel Emine biz oynarken, nazlanıp “Ali, bizi görür,” deyince çapkın, serkeş bir adammış gibi düşünmüştüm. Halbuki değildi garibim. Askerden yeni gelmişti. Eski bir Rum evi olan evlerinin avlusu Emine’lerin avlusu ile komşuydu. Bakarmış, ama kötülüğü o kadarmış. Zaten Güzel Emine sonradan eski bir memleketlisi ile evlenip İzmir’e yerleşmişti.

Eniştem, “Şimdi olmaz, delikanlı bir iş güç tutsun konuşuruz,” demiş.

Ali, evlenmeyi kafasına koymuş ya, hemen iyi bir iş buluvermişti kendisine. Civar köylerden incir, üzüm alan İzmir’li bir tüccarın yanına mubayacı olarak girdi. Bir kaç ay içinde bütün civar köylülere kendisini sevdirdi. Eniştemin de gözüne girmişti. Beni ikna etmek isterken “akıllı, cevval çocuk,” diyordu. “Hem de babası gibi dürüst; kimsenin hakkını yedirmiyor.”


***

Annesi artık ne Mahpeyker’i, ne de başka bir şeyi hatırlıyordu.

Evdeki eşyalar; koltuk takımı, sehpalar, camlı büfe ve hatta duvardaki resimler aynıydı. Çok varlıklı sayılmazlardı. Öyle eve ihtiyaç olmadan yeni bir şeyler alacak durumu yoktu ailesinin. Eşyaların yerleri bile değişmemişti.

Ama annesi bunların hiçbirini hatırlamıyordu. Ara sıra bir iki ipucu yakalıyor, sonra her şeyi birbirine karıştırıyordu. 

Sabri’nin gözü bahçenin bir köşesindeki eski bakır ibriğe ilişti. Babaannesinin abdest ibriğiydi bu. Çocukluğunda kaptığı gibi avlunun bir köşesine gider, “Alaaddin’in Sihirli Lambası” masalındaki gibi ovalar, içinden bir dudağı yerde, bir dudağı gökte dev cinin çıkmasını beklerdi. Cin çıkmazdı tabii, ama hayallerinde kendi hikayesini yaratırdı. Cinden diledikleri hep basit şeyler olurdu. Oyuncaklar, cam bilyeler, futbol topu falan. Şimdiyse tek bir dileği olabilirdi; o da anacığının sağlığı.

Mesela alsa anacığını yanına, uçan halıya binseler birlikte; bütün dünyayı baştanbaşa fır dönseler...


***

Bu çocuk Sabri’ye ne kadar çok benziyor. Ama değil. Bunun saçlarında çok ak var, Sabri’min saçları kapkaraydı.

O yanındaki kim, babası mı?

Sabri ne zaman gelecek, çok özledim onu. Sabah erken çıkmıştı. Fabrikaya gitmiştir herhalde... Akşam yemeğine yetişirim, demişti, ama ortalıkta yok....

Çocuk bana gülümsüyor, böyle güzel, içten güldüğüne göre akrabalardan biri herhalde, ya da komşulardan birinin oğlu.

Bana “İyi misin anneciğim?” diye sordu. Zavallı çocuk, beni annesi zannediyor.

***

Akşam yemeğinde Sabri küçük bir çocuk gibi tutturdu.

Hüseyin’le birlikte annesini alıp, onun çocukluğunun, gençliğinin geçtiği yerlere, ebe ablasının peşi sıra gittiği “tayin kasabaları”na, Simav’a, Muğla’ya, Kırkağaç’a götürmek istediğini söylediğinde ablası önce itiraz etti, bir faydasının olmayacağını anlatmaya çalıştı; ancak onun ısrarlı olduğunu görünce ses çıkarmadı.

Hüseyin’le ikisi annesini yanlarına alıp buralara gideceklerdi. Bir mucize olup annesinin buraları, eski günleri, anılarını hatırlayacağını umup teselli arıyordu.

Olmayacak bir iş olduğunun kendisi de farkındaydı. Ama bu rahatlatacaktı onu.

Ablasının gözleri doldu. Dünya gözüyle anacığının bir kez daha oraları görmesi fena olmazdı. Zaten bunu Sabri dışında başkası da yapamazdı. Yeter ki bakabilsinler, anasına sahip çıkabilsinlerdi. Başka ne itirazı olabilirdi ki?

Eniştesi eski Ford minibüsünü vermeyi teklif etti. “Eskidir, ama iyidir; sizi yolda bırakmaz,” dedi.

Orta koltukları çıkarıp, içinde anacığını yatırmak için bir şilte konabilecek hale getirdiler.

İki gün sonra Hüseyin’le birlikte, annesini ve kuşunun bulunduğu küçük kafesi de alarak sabah erken saatlerde yola çıktılar.

Minibüsü Hüseyin kullanıyordu. Çok belirgin bir planları, düşündükleri bir güzergah yoktu. Annesinin anılarından Sabri’nin aklında kalan Ege kasabalarına gidip, eski tanıdıkları bulabilmekti umdukları.

Ege’nin yemyeşil ovalarının, dağlarının arasında kıvrıla kıvrıla uzayan yollara attılar kendilerini.

***

Halil Amca ağaçtan yaptığı kavalı çalardı bana. Karısı Necla teyze, kızları Hayriye, hepsi iyi insanlardı. Beni kendi ailelerinden biri gibi severlerdi. Hayriye ile ben oyunlar oynardık.

Ablam doğuma gittiğinde onlara emanet ederdi beni.

Biz onların kiracısıydık. Alt katta oturuyorduk. Necla Teyze yeni doğum yapmıştı. Elleri minicik bir erkek çocukları olmuştu. Hep ağlıyordu. Doğumunu ablam yapmıştı.

***

Simav’da Halil Amcayı, nalbant dükkanını arayarak bulmak mümkün değildi. Artık ne at, ne de nalbant kalmıştı ve hatta ne Halil Amca…

Nalbant dükkanının yerine Halil Amcanın oğlu bir tüpçü açmıştı. Yerini İfakat hanımın anlattığı, şimdi artık kurumuş olan pınarın çeşmesinden bulmuşlardı.

İfakat’ın ağzını dayayıp kana kana su içtiği çeşmeden bir damla su akmıyordu. Her şey değişmiş parke yolların yerini asfalt almıştı.

Seneler olmuştu Halil Amca öleli… Karısı da ölmüştü.

Kızları Hayriye çok sonraları hatırlayabildi Sabri’nin annesini. “Sen ebenamın kardeşisin,” dedi, sarıldı İfakat Hanıma. “Ne güzel oynardık küçükken.”

Halil Amcanın oğlu onlar başka bir yere tayin olup göçtüklerinde çok küçük bir bebekti. O, hiç hatırlayamadı.

Anacığı da, İfakat hanım da hatırlayamadı kuşkusuz…

Kırkağaç’a girerken onları ilk önce kavşaktaki yolun tozundan nasibini almış kavun abidesi karşıladı.

Mahfel, Hükümet Konağı’nın önündeki park, Atatürk büstü, çarşıya çıkan ana cadde, sokaklar aynı annesinin anlattığı gibiydi.

Değişen tek şey belki tütün tarlaları yerine zeytinliklerden dönen işçilerdi.

İfakat’ın kiraz ağacına kurdukları salıncakta salladığı, sırtüstü yatıp ayaklarının tabanıyla kaldırıp “leylek leylek havada” yaptığı küçük Sakine şimdi beş torunu olan bir nineydi.

Aradan geçen senelere rağmen İfakat Hanım’ı tanımıştı.

“Gözlerinden tanıdım,” demişti.

***

Yalandı. Getirmediler oğlumu geri.

Nereye götürdüklerini, ne zaman döneceğini ve hatta sağ olup olmadığını bile bilmiyordum.

Sanki bir iblis yeryüzüne inip alıp kaçırmıştı oğlumu. Gavur komitacıları bile yapmazdı bunların yaptığını. Nereye başvurduysam bulamadım yavrumu. Karakolları, amirlikleri, hapishaneleri ve hastaneleri tek tek dolaştım.

Yoktu evladım; yer yarılıp içine girmişti. Arkadaşları da bilmiyordu.

***

Annesinin hafızasını emanet ettiği en önemli insanlar o ve ablasıydı artık.

Bellek nedir ki? Yaşam boyunca sabırla öğrendiklerimiz, tatlı ya da tatsız anılarımız, özenle biriktirdiklerimiz… Ancak bir zaman gelince yitirdiklerimiz…

“Yaşamak hatırlamaktır.” Böyle yazıyordu bir gazetenin köşe yazısının başlığında.

Peki, annesi yaşıyor muydu? Şimdi bunu kim cevaplayacaktı?

Kaybolan, sonra yeniden sisler arasından ortaya çıkan hayaller; tanıdık simalar, dost yüzler, hain kötü insanlar.

Adeta kötü insanları görmek, hatırlamak istemiyorum; kötü olan her şeyi unutmak istiyorum, diyordu İfakat Hanım.

Anacığının zihninde anılar, dağılıp, sonra toplanan, sis bulutlarının arasından çıkan silik görüntüler gibiydi. Kıyıya vuran dalgalar gibi. Yaklaşıp, sonra uzaklaşan… Mağaraların derinliklerinden, kuyulardan, diplerden gelen boğuk sesler gibi… Bütün seslenişlerin arasında avare avare, serseri serseri geziniyordu belleği…

Anacığının biçare belleği, dolambaçlı, bozuk, kötü yollarda gezinmekten yorgun, artık hiçbir çağrıyı cevaplayamayacak durumdaydı. Yolunu kaybetmiş gibi… Kocaman, karışık bir ormanın dar patikalarında, belli belirsiz hayallerin, anıların arkasından çaresizce dolanıyordu.

Karanlığın gölgesi düşmüştü İfakat Hanımın ruhuna…

***

Ne oluyordu bana? Anlayamıyordum.

Zihnim karışıyordu.

Bir şeyler olduğunu hissediyordum, ama açıklayamıyordum.

Günden güne o tuhaflık iyice esir alıyordu beni, zihnimi.

***

Kader bazen tuhaf oyunlar oynar. O zamana kadar birbirini tanımayan, farklı dünyalardan insanları bir araya getirir; birbirine yol arkadaşı, hatta yoldaş yapar.

Küçük bir Ege kasabasındaki konserve fabrikasında çalışan makine teknikeri Sabri, Malatya’nın Doğanşehir kasabasından köylü Haydar ve Galatasaray Lisesi mezunu, Mülkiye öğrencisi Hüseyin; üçü de birbiri ile ilgisiz çevrelerden olup, kaderleri birleşen üç genç adam.

Birbirlerini hayatlarında ilk kez DAL’da gördüklerinde Hüseyin’in her yanı morarmıştı. Ayak tabanları falakadan morarıp, şişmişti. Ayakta duramayacak haldeydi. Kafasını bile çeviremiyordu.

Göz kırpıp, gülerek, “Analarını s…m,” demişti.

Sabri şaşırmıştı. Oysa Hüseyin, işkenceden onurlu çıkmanın sevincini yaşıyordu. Günlerce ayak parmaklarına, cinsel organına elektrik vermişler, falakaya yatırmışlar, sonra “Filistin askısı”na germişlerdi. Nafile…

Haydar’ın durumu da farklı değildi. Sabri, sırası geldiğinde demek ki benim de böyle yapmam gerek demiş ve yapmıştı.

Sonrasında tutuklanmışlar, cezaevi günleri başlamıştı. 

***

Yavrumu, Sabrim’i yeniden bulmuştum. İblis, geri getirmişti; ama eve değil.

Sağdı ya yavrum, buna da razıydık.

Geceden Aysel’le birlikte binmiştik trene, kadın başımıza Ankara’ya indik. Sabah çok erken bir saatti. Kuru bir ayaz vardı. Sora sora bulduk belediye otobüslerinin yerini.

Unutmuşuz Ankara’yı… Daha önce, seneler evvel Ali’yle akrabalarımızı ziyaret için gitmiştik Ankara’ya. Bizi Gençlik Parkı’na gezdirmeye götürmüşlerdi. Aysel o zaman ilkokula gidiyordu, Sabri ise daha kucaktaydı.

Hapishaneye gitmek için Mamak Keçikıran otobüslerine binmek lazımdı. Otobüsler Gençlik Parkı’nın yanındaki duraklardan kalkıyordu. Durağa geldik, sıraya girdik. Sabahın körüydü, otobüsün, ilk otobüsün kalkmasına bir saatten fazla zaman vardı. Soğukta beklemekten başka çare yoktu. Ayaklarım, ellerim buz kesti.

Zor bela vardık cezaevine, bekle bekle bir hal olduk. Nihayet sıra bize geldi. Kara kara tellerin, camın arkasından zor seçiyordum evladımın yüzünü.

On dakika geçti, geçmedi. Görüş bitti, dediler. Doyamamıştım yavruma. Mecbur döndük gerisin geriye.

Daha sonraki haftalarda da, her seferinde böyle; ama hep böyle oldu.

Hiç doyamadım yavruma.

***

Mahkeme süreci sonrasında mahkum olmuşlardı. Mamak günlerinin yerini bir süre sonra sivil cezaevi günleri almıştı.

Sabri, hiç yaş günü kutlamadığını söyleyip dirense de Hüseyin, hapiste bile olsa insanın yaşam sevincini kaybetmemesi, özel günlerin neşeyle kutlanması gerektiğini söylüyordu. Kantinden aldıkları etimekleri sütle ıslatıp, aralarına şokella sürüp üst üste dizdiler. En üste yine şokella sürüp süsleyerek Mamak pastası yaptılar. Bütün komün üyeleri içinde bulundukları ortamın elverdiği ölçüde Mamak pastası yiyerek Sabri’nin doğum gününü kutladılar.

Bu pasta geleneği Mamak günlerinden kalmıştı.

Ümitleri o günün Sabri’nin cezaevinde kutladıkları son yaş günü olmasıydı.

Sabri, bir gece garip bir düş görmüştü. Rüyasında bir elinde kireç dolu bir kova, diğer elinde bir fırça duvarları boyuyordu.

Bembeyaz oluyordu duvarlar. Önüne ne gelirse beyaza boyuyordu; duvarları, ağaç gövdelerini, çöp tenekelerini…

Hayra yormuştu, bunu adli koğuştan Kürt Cemal : “Güzel rüya görmüşsün. Beyaz hürriyet demektir. Yakın zamanda hapislikten kurtulacaksın,” demişti.

Muhabbet açılsın diye Kürt Cemal’e sormuştu :

 “Hocam özgürlük nedir sence?”

“Sahi yahu neydi özgürlük? Neydi hakkaten yahu!” 

Cevap vermeden önce Kürt Cemal, uzunca bir süre düşünmüştü, sonunda:

 “Bence özgürlük, uzun bir yolda önüne bir duvar engeli çıkmadan yürüyebilmektir,” demişti.

Sivil cezaevine aktarıldıklarının ikinci ayında idi. Hüseyin bir gece heyecanla  Sabri’nin ranzasına gelmişti. Sabri çoktan uykuya dalmıştı. Dürterek uyandırdı.

Aşağı yukarı herkes uyumuştu. Yalnızca iki kişi ortadaki yemek masasına oturmuşlar fısır fısır konuşuyorlardı. İkisi de aynı siyasetten idiler. Ama aralarında hararetli bir konuşma vardı. Belli ki aralarında görüş ayrılığı çıkmıştı. Birbirlerini ikna etmeye çalışıyorlardı. Zaman zaman içlerinden birinin sesi yükseliyordu, sonra farkına varıp seslerini alçaltıyorlardı. Seslerinin yükseldiği bir anda üst ranzalardan birinde horlayarak uyuyan bir mahkum, uykulu gözlerini aralayıp, “ Uyusanıza ulan, dır dır etmek için gece yarısını mı buldunuz!” diye mırıldanmıştı, sonra yeniden uykuya dalıp, horlamaya başlamıştı.

Hüseyin heyecanlı idi. Koğuşta firar için tünel kazılıyordu. Diğer siyasetin koğuş sorumlusu onların da bu kaçış planına dahil olabileceklerini söyleyerek teklifte bulunmuştu. Sevinçle kabul etmişlerdi.

Tünel kazma işi günlerce sürmüştü.

Tünel kazmak neyse, ama çıkan toprağı saklamak daha da zordu. Çarşaflardan, nevresimlerden yaptıkları bezden torbalara doldurdukları toprakları tuvaletlere azar azar dökerek yok ediyorlardı. Koğuşta ne kadar görünmeyecek yer varsa toprak doldurmuşlardı. Sırayla her gün başka bir grup aşağıya tünele girip toprağı kazıyordu.

Günlerce, bıkıp usanmadan toprağı kazdılar.

Ve nihayet sona gelmişlerdi. O gece hepsi heyecanlı idi. Ertesi sabah erkenden, gün ağarmadan firar edeceklerdi. Erkenden yattılar. Elbiselerini çıkarmamışlardı. Sabah giyinmekle kaybedecek zamanları olmayacaktı.

Ancak ne mümkün, uyku tutmuyordu. Sabaha karşı dalmıştı. Haydar dürterek uyandırdı. İşte o an gelmişti.

Daha önceden kararlaştırılan sırayla tünelin ağzından süzülmeye başladılar.

Sıra Hüseyin’e gelmişti, ama o elinde plastik tabağa koyduğu sulandırılmış salça ile kireçle boyanmış beyaz badanalı duvara yazı yazmakla meşguldü.

Sabri çekiştirdi. “Tamam,” dedi Hüseyin fısıltıyla. Zaten işini bitirmişti. Duvara büyük bir şevkle “O duvar, duvarınız vız gelir bize, vız!” diye yazmıştı.

Belli ki bunu yapmayı uzun zamandan beri kafasında planlamıştı. Yazıyı bitirdikten sonra imza niyetine “yıldızlı yumruk” amblemi yaptı çabucak. Mahallelerde çalışırken çok pratik yapmıştı.

Ertesi sabah görüş günüydü. Montör Sabri’nin annesi, ablası ve eniştesi her zamanki gibi erkenden cezaevinin önüne gelmişlerdi. Ancak bir tuhaflık vardı ortalıkta.

Ziyaretçi kuyruğuna girip alışıldık işlemlerden, üst baş aramasından geçtikten sonra kayıt sırasına girmişlerdi.

Sıra onlara geldiğinde anladılar olayı. Sabri ve aynı koğuştaki birkaç arkadaşı kaçmışlardı.

***

“Teyze senin oğlun firar etti, ama iyi etmedi. Nasıl olsa yakalanacak, çok pişman olacak,” diyordu gardiyan. “Boşuna bekleme,” demişti.

İnanmıyordum onlara, hep yalan söylüyorlardı. Yine kötü bir şey gelmişti yavrumun başına.

Akşama kadar hapishanenin kapısında bekledim.

Damat, “Artık gidelim anne,” dedi, “Sabri ve arkadaşları kaçmışlar, inşallah başlarına bir şey gelmez.”

Döndük çaresiz.

N’olacaktı şimdi, oğlumu göremeyecek miydim? Hapiste bile olsa sağ olduğunu, sağlıklı olduğunu bilmek bana yetiyordu.

Çok uzun zaman haber alamadım Sabri’mden, evladımdan. Hiç huzurum yoktu. Geceleri sabahlara kadar oturup ağlıyordum. Resimlerini çıkarıp konuşuyordum onunla.

***

Koğuşun tuvalet zemininden başlayarak kazılan tünel hapishanenin karşısındaki boş bir arsaya çıkıyordu.

Kaçtıktan sonra Hüseyin’in ilişkileri içindeki iki çocuklu bir ailenin evine gittiler. Gittikleri evde birkaç gün saklandıktan sonra Güneydoğu’dan önce Suriye’ye, oradan Bekaa Vadisi’ne geçtiler. Orada da birkaç ay kaldıktan sonra sahte pasaportlarla Almanya üzerinden Fransa’ya...

Bundan sonra uzun kaçaklık ve vatan hasreti yılları başlamıştı.

Sonrasını anlatmak için Viktor Hugo’nun “Sefiller”i kalınlığında bir roman yazmak gerekiyordu.

Her şey çok zor olmuştu. Sabri, uzun süre ailesine haber gönderemedi.

Kuşkusuz anacığını çok özlemişti, onun da kendisini merak ettiğini tahmin etmek zor değildi. Ama olamamıştı işte!

Dertleşirken bir gün Hüseyin:

“Kim bilir seni ne çok özlemiş, merak etmiştir anacığın? Belki öldüğünü sanıyordur zavallı,” demiş, sonra bilgelik dağarcığından çıkardığı Víctor Hugo’nun onu yüreğinden yakalayan bir sözünü söylemişti:

“Çocuğunu kaybeden bir anne için, her gün ilk gündür. Bu ızdırap ihtiyarlamaz.”

Devamında yıllar, zor, ama çabuk geçmiş; her şey değişmişti.

Ne kadar da çok şey sığmıştı çabucak geçen zamana. Mesela Sovyetler Birliği dağılmıştı. Herkes gibi onlar da şaşırmışlardı.

Kuşkusuz etkilenmişlerdi. Duvar çökmüş, ama Hüseyin çökmemişti.

Paris’te açtıkları küçük markette yeni gelen malları istiflemekle meşguldüler. Memleket ürünü sucukları, pastırmaları, peynirleri soğutuculara dizerken Hüseyin,
“Böyle olacağı belliydi,” demişti.

***

Bir kuşum vardı.

Bu kuş hep var mıydı, hep aynı kuş muydu? Orasını tam hatırlamıyorum.

Annem, babam, ablam vardı. Oğlum, kızım vardı. Şimdi neredeler onlar? Neden bırakıp gittiler beni, nereye gittiler?

Şimdi bir sürü insan var etrafımda; bir kısmı iyi, bir kısmı kötü insan bunların.

İyi insanları seviyorum, kötülerden nefret ediyorum. Kuşum tanıyor onları, onların iyi mi, yoksa kötü olduklarını öterek haber veriyor bana.

Benim aklım karışıyor; iyileri kötüleri ayırt edemiyorum; kuşum yardımcı oluyor bana.

***

Günlerce gezdiler. Geceleri bazen eski tanıdıkların evlerinde, bazen de küçük kasaba otellerinde kaldılar.

Anacığı bazen onlara sevimli gelen, ancak hastalığından kaynaklanan tuhaflıklar yapıyordu. Gülsünler mi, üzülsünler karar veremiyorlardı.

Bir keresinde konakladıkları bir otelin odasında Sabri, gece yarısı uyandığında annesini yatağında göremedi. Hüseyin horlayarak uyuyordu. Telaşla kalktı. Annesi nereye gitmiş olabilirdi.

Odadan fırlayıp resepsiyona indi. Resepsiyondaki çocuk sandalyenin üzerinde  uyukluyordu. O da görmemişti annesini.

Otel çok büyük değildi. Koridorları aramaya çıktı.

Annesini bir odadan çıkarken gördü.

Bulunca rahat nefes almıştı. Annesi tek tek bütün odalara girip, uyuyanlardan üstü açılmış olanların üstünü örtüyordu.

Onları kendi çocukları zannediyordu. “Ne kadar çok çocuğum varmış benim,” diye söyleniyordu bir yandan.

***

Işıklar gizlenmişti yine.

Karanlıktı her yer. Avluya çıktım.

Ne kadar çok oda açılıyordu avluya. Kocaman bir konağın avlusu...

Böyle büyük bir konağımız olduğuna göre çok zengin olmalıydık. Odaların kapılarını açıp girdim. Evlatlarım uyuyordu. Üstü açık olanların üstünü örttüm. Üşütmesinler yavrularım. Uyuyanın üstüne kar yağarmış.

***

Bir benzin istasyonunda durdular.

Hüseyin’le annesi arabadaydılar. Depoyu doldurttu. Sonra tuvalete gitti. Döndüğünde annesinin arabadan indiğini marketin önündeki soğutucudan çıkardığı pet şişelerdeki suları benzin almak için gelen arabalardakilere dağıttığını gördü. “Anne ne yapıyorsun!?” diye koştu.

“Evladım, görmüyor musun, hava çok sıcak susamıştır insancıklar. Su vermek lazım zavallılara; hayırdır.”

Anacığının ne güzel bir yüreği vardı.

Onun bu lanet hastalığa yakalanması adalet miydi?

Günlerce kaportalarında ;“Gönlünde yer yoksa bana güzelim; fark etmez ben ayakta da giderim”, “Karayollarında değil, senin kollarında öleyim”, “Rampaların ustasıyım, gözlerinin hastasıyım”, “Aşıksan vur saza, şoförsen bas gaza”, “Sen gökyüzünde doğan güneş, ben yollarda çilekeş”, “Yollar gidişime, kızlar duruşuma hasta” gibi Anadolu şoför edebiyatının seçkin örneklerinin sergilendiği kamyonların, yolcu otobüslerinin, otomobillerin seyrettiği yollarda dolaştılar.

Faydası var mıydı? Yoktu herhalde, ama İfakat hanımın ablasının peşi sıra dolaştığı şehirlere, kasabalara gitmişlerdi.

Ege’nin küçük kasabalarında anacığının belleğinin izini sürdüler.

Bir öğleden sonra yine yollardaydılar.

Hava sıcaktı. Tarlalar yemyeşildi, yeşilin her tonu süslüyordu yolun iki yanını. Yol boyu üzüm bağları, zeytinlikler vardı. Gediz usul usul akıyordu, Spil Dağı uzaktan da güzeldi.

Aslında gezecek yer de kalmamıştı. Artık dönmek zamanı gelmişti.

İyice acıkmışlardı. Yol kenarında şehirlerarası otobüslerin de park edip mola verdikleri kalabalıkça bir dinlenme tesisinin önünde durdular.

Gölgede buldukları bir masaya yerleştiler.

Hemen hemen bütün masalar doluydu.

Onlardan sonra gelen aileden genç bir kadın yanlarına gelip “Oturabilir miyiz?” diye sordu. Uzun masada beş kişilik daha oturacak yer vardı. Buyur ettiler. Genç kadın eşyalarını iskemleye yerleştirdikten sonra gitti.

Biraz sonra yanında bir başka kadın ve adamla birlikte yaşlı bir adamı adeta sürükleyerek getirdiler.

Yaşlı adam kendi başına yürüyemiyordu. Görünüşe göre felç geçirmiş olma ihtimali vardı. Adamı annesinin oturduğu iskemlenin yanındaki iskemleye oturttular. Anlamsız bakışlarla etrafa bakınıyordu. Aynı zamanda konuşamıyordu da.

Sabri’nin annesi adamı uzun süre süzdükten sonra “Merhaba, nasılsınız?” dedi.

Adam söylenilenleri anlıyor, ama konuşamıyordu. “Teşekkür ederim efendim. Siz nasılsınız?” der gibi başını salladı.

Annesi adama duyurmamak istercesine Sabri’ye doğru eğilip, “Bu adamı da hiç sevmem,” dedi.

Sabri gülümsedi. Öyle ya, nereden tanıyacaktı annesi bu adamcağızı.

Anacığı her gördüğü insanı eskiden tanıdığı birisi zannediyordu, genel, kalıplaşmış hal hatır sorma konuşmaları yapıyordu.

***

Bir sabah her zamanki gibi belediye otobüsü ile hapishaneye ulaşmıştık.

Cezaevindekilerin yakınları nizamiyede yığılmışlardı. Nöbetçi astsubay “Bugün görüş yok,” dedi.

Gene ne olmuştu ki?

Birazdan hapishane komutanı gözüktü. Yine asık suratıyla, söver gibi, döver gibi bakıyordu hepimize.

“Çocuklarınız, açlık grevine başladı. Sanki yedikleri benim mideme gidiyor da... Bugün görüş yok, hepiniz dağılın bakalım,” dedi.

Beklediğimizi görünce iyice sinirlendi, astsubaya dönerek, “Dağıtın bunları, beklemesinler,” dedi.

Sonra bize dönerek, “Görün işte, ne biçim evlatlar yetiştirdiğinizi!” diye bağırdı.

Onca yol gelmiştik. Ama ne çare…

***

Hüseyin, masanın altından Sabri’nin ayağını dürtükledi, sonra kulağına eğilip, fısıldayarak:

“Yahu, bu adam, bizim eski hapishane komutanı değil mi?!” dedi.

Sabri de dikkatlice bakınca adamı tanımıştı.

Fakat hayata bakın ki o sert, acımasız adamdan eser kalmamıştı. Karşılarında koltuk altlarından tutulup, sürüklenerek yürütülebilen, konuşamayan, mecalsiz bir adam vardı.

O da onları tanımış olacak ki huzursuzlandı.

Kızı kaşıkla yemeğini yedirmeye çalışıyor, ağzını açmıyordu. Kızı zorlayınca kızdı, ağzındaki takma dişlerini çıkararak durumu protesto etti.

Hüseyin’le, Sabri’nin hemen hatırlayamadıkları adamı annesi tanımıştı; şu insan beynini anlamak mümkün değildi.

Biraz daha oturduktan sonra kalktılar.

“’Ne oldum, değil ne olacağım’ sözü bu adam için söylenmiş herhalde,” dedi Hüseyin.

***

Akşamüstüydü.

Yine yollardaydılar, artık dönüyorlardı.

Güneş her zamanki gibi dakikti. Yolu çevreleyen tepelerin arkasından alelacele kayboldu; tabii daha biraz önce masmavi olan gökyüzünü kızıla boyayarak.

Hüseyin direksiyondaydı. Sabri onun yanında, anacığı minibüsün arkasındaydı. Kuşu da her zamanki gibi kafesinin içinde, dizinin dibinde...

Annesi:

“Evladım, bu kuşu salıp, azat edelim; sevaptır,” dedi.

“Cici’yi mi?”

“Cici mici, her neyse onu işte. Yazık buncağız hapis gibi kafesinde… Salıverelim uçsun, gitsin.”

Hüseyin arabayı durdurdu; indiler. İkisi de tereddüt içindeydi.

“Emin misin, anne?”

“Günahtır, hapis gibi kuşu kafesinde tutmak.”

İfakat Hanımın bunu cidden isteyip istemediğinden çok emin değillerdi. Ertesi günü “Nerde benim Cicim?” diye tutturabilirdi.

Sabri, kafesi açtı, kuşu yakalayıp annesinin avuçlarının içine verdi.

İfakat Hanım, önce kuşu okşadı, sonra ellerini yukarı kaldırıp avuçlarını açtı.

Serbest kalan minik serçe kanatlarını çırparak havalandı. Önce yalpaladı. Kolay değil tabii, uzun zamandır uçmamış bir kuştu nihayetinde.

Havada bir iki kere döndükten sonra ağaçların arasında kayboldu.

İfakat Hanım, sevinç kahkahaları atıyordu :

“Uç güzel kuşum, uç; artık özgürsün!” diye bağırıyordu.

Minik kuş, doğaya, diğer kuşların arasına karıştı.

Hüseyin:

“Biliyor musun, kuşları puştlardan daha çok seviyorum,” dedi.

Sabri, malumu tekrar etmesine şaşırmış bir ifadeyle:

“Herhalde,” dedi.

***

Uç Cici, uç… Özgür olmak senin de hakkın. Güzel şeyleri sen çoktan hak ettin. Sen değil misin bana Sabri’den haber getirip, beni meraktan kurtaran.

Sen değil misin Sabri’min selamlarını bana ileten?

Özgür ol, mutlu ol; ama beni unutma.

***

Yavaş yavaş hava karardı; hafif bir akşam serinliği ortalığa hakim oldu.

Arabanın radyosunda o yazın moda pop parçalarından biri çalıyordu. Sabri’nin annesi arkada şiltenin üzerine oturmuş, elleriyle tempo tutarak, radyoda çalan pop parçaya aldırmadan kendi türküsünü söylüyordu :

“Bir dalda iki elma / birin al, birin alma.”

“İhtiyaç molası” için küçük bir köy kahvesinin önünde durdular. Bahçede bir ağacın altındaki masaya yerleştiler.

Annesi türküsüne devam ediyordu:

“Sallasana, sallasana mendilini / Göstersene, göstersene gül yüzünü.”

Hava güzeldi, çaylar demliydi, peynir, domates, ekmek çıkardılar.

Kahvenin televizyonunda akşam haberleri veriliyordu :

Yine Irak’taki Amerikan askerleri pusuya düşürülmüş ve telef edilmişlerdi… 11 Eylül olayından sonra Amerika’da yeni bir panik yaşanmıştı. Kanada ve Amerika’nın önemli bir bölümünde anlaşılamayan bir nedenle elektrikler kesilmiş; hayat durmuş, metro, telefonlar devre dışı kalmış, trafik kilitlenmiş, milyonlarca insan panik halinde sokaklara dökülmüştü.

Hüseyin, yüzünden hiç eksik olmayan her zamanki umut dolu gülümseyişiyle;

“Şu Allahın işine bak, koca Amerika’da elektrikler kesilmiş; şu küçük köy kahvesinde lambalar yanıyor,” dedi.

Kahvecinin getirdiği demli sıcak çayları, küçük sarı bir ampulün aydınlattığı masada içiyorlardı. Çıkan hafif bir esintiyle hışırdayan ağacın yapraklarının sesi, cırcır böceklerinin sesine eşlik ediyordu.




22 Nisan 2014, Moskova

* Bu öykü, "Yaşam annemin hatırladıklarıysa" isimli kitapta yayımlanmıştır.