Bütün bayraklar bembeyaz
Hatice nine, Kezban’a iş
bulmuştu. Uzak bir akrabasının oğlu sahilde turistik bir otel açmıştı; eleman
arıyordu.
Kezban önce çekindi. Böyle bir
işi hiç yapmamıştı. Becerebilir miydi? Onun ötesinde, işin bir de dedikodu
tarafı vardı. Elin insanlarının kaldığı odaları temizleyecekti. “Adamların
karılarla yattığı çarşafları, nevresimleri yıkıyor, odalarını temizliyor,” diyeceklerdi.
Hatice nine, Kezban’ı bir
kenara çekti uzun uzun konuştu.
Temizlik temizlikti. Her yerde
aynıydı. Dikkatlice yaparsa mesele yoktu. Dedikodulara gelince, kısa kesti;
“Senin el alemin ne dediğine bakacak halin mi var kızım?” dedi.
Zaten el alemin yatıp kalktığı
çarşaflardan, nevresimlerden ona neydi; elleriyle yıkayacak değildi ya, çamaşır
makinası vardı
Çaresi yoktu, eve ekmek
lazımdı. Hayırsız kocası ya hapisteydi, hapiste olmadığı zamanlarda da kahvede,
ya da meyhanede pinekliyordu. Şikayetlenemiyordu bile, anasına dert yansa
“Yaaa, bizi dinlemedin elin serserisine koca diye kaçtın. Oh olsun sana!” derdi.
Kezban, işe başladı. Önce
istemeye istemeye işe gidip, geldi. Birkaç gün geçince uyum sağladı.
Başlangıçta odaları
temizlerken, topladığı kirli çarşaflarda sevişme artıklarının lekelerini
görünce aklı çıkmıştı. “Elin adamlarının karılarla yattığı çarşafları,
nevresimleri yıkıyor, odalarını temizliyor,” diyeceklerinden korktuğu kadar
vardı; ama zamanla alıştı.
Ona neydi ki odasında, kapalı kapılar
arkasında kimin ne yaptığından. Herkesin günahı kendineydi.
Patron iyi bir adamdı. Şiş
göbekli, kel, hep gülen, tonton bir ihtiyardı. İşini her bitirdiğinde “Eline
sağlık bacım, misler gibi yapmışsın her yeri,” diyordu.
Bir gün patron otelin
girişindeki direklerde asılı bayrakları yıkamasını istedi.
Kezban otelin bekçisi Emin’den
rica etti. Genç çocuk, heyecanlı, ipleri çözüp bayrakları indireceğine ona poz
olsun diye, kedi gibi direklerin tepesine tırmanıvermiş, bir çırpıda toplamıştı
bütün bayrakları.
Rengarenkti bayraklar. O
zamana kadar Türk bayrağının dışındaki bayrakları bilmezdi, tanımazdı.
Emin, tek tek gösterdi; bu
Alman, bu İngiliz, bu Amerikan bayrağı diye. Fransız bayrağı ile Rus bayrağını
hep birbirine karıştırdığından yakındı.
Yağmurdan, çamurdan, tozdan
kir içinde kalmıştı bayraklar. Çoktandır yıkanmadıkları belliydi.
Güzelce yıkansa, ütülense bu
rengarenk bayraklar rüzgarda ne güzel dalgalanırlardı.
Kezban, depoda bulduğu çamaşır
suyunu boca ettiği koca bir leğene bastı bayrakları. Şöyle bir gün kalsınlar,
sonra sabunlu suyla yıkar, durularım diye düşündü.
Ertesi günü çamaşırları
yıkadığı bodrum katına indiğinde leğene bastığı bayrakları görünce eli ayağı
titremeye başladı.
Çamaşır suyu bayrakları
bembeyaz yapmıştı. O rengarenk bayraklardan eser kalmamıştı.
Yani, akça, pakça olmuşlardı.
Ne olacaktı şimdi. Nasıl
açıklayacaktı patrona. Çok kızacaktı.
Bağırıp, çağırıp, belki de işine son verecekti.
Ne yaptığını bilmez bir halde
bayrakları sudan çıkardı; sabunladı, duruladı, kuruttu. Sonra da niye yapıyorsa
ütüledi.
Niye yapıyordu? Şaşkınlıktan
herhalde.
Bir yandan ütülüyor, bir
yandan da “Elim kırılsaydı da şu bilmediğim çamaşır suyunu leğene boca
etmeseydim,” diye söyleniyordu.
Bayrakları katlayıp, Emin’e
götürdü. O daha da şaşırdı.
“Olan olmuş yenge, yapacak bir
şey yok, asalım bari,” dedi.
Yine kedi çevikliğiyle
direklere tırmanıp bayrakları astı.
Denizden karaya kuvvetli bir
rüzgar vardı. Direklerdeki bembeyaz, lekesiz, tertemiz, bayraklar yan yana
dalgalanıyorlardı.
Patronun bayrakları fark etmesi
çok gecikmedi. Pencereden görmüş, gömleğini giymeden, önünü iliklemeden kendisini
idare odasından dışarıya, bahçeye atıvermişti. Direklerin dibinde, hiçbir şey
söylemeden ellerini beline koymuş, iyice aptallaşmış bir suratla bayraklara
bakıyordu.
Kezban, kenarda bir yere
sinmişti. Eli ayağı titrer bir halde onun kızıp bağırmasını bekliyordu.
Bu arada ellerinde plaj
çantalarıyla otelin devamlı müşterilerinden Fransız Jean Pierre, İtalyan sevgilisiyle
plajın yolunu tutmuş, direklerin dibinden geçerken bayraklara bakışlarını
sabitlemiş patrona; “Bravo mösyö, çok güzel olmuş. Şimdi bütün bayraklar beyaz
ve temiz. Hepsi aynı renk… Ayrım yok. Hepimizin artık ortak bir bayrağı var,
renksiz olsa da. İyi fikir; kutlarım sizi, bravo,” dedi.
Patron, dalga geçtiklerini
zannetmişti. Öyle kalakalmış, bakıyordu.
Jean Pierre, kolundan tutup,
“Bakınız mösyö, biliyorsunuz beyazın içinde bütün renkler vardır,” dedi.
“Nasıl yani?”
“İnanmazsanız Isaac Newton’a
sorun.”
Patron daha da aptallaşmış
suratıyla baktı:
“Kim o arkadaş? Bizim otelde
mi kalıyor?”
Moskova,
22 Mayıs 2017
No comments:
Post a Comment