Ah pisi, pisi!
M.Hakkı Yazıcı
“İlla akşam yola çıkacaksın değil mi? Sen de herkesin
kocası gibi gece uyusan gündüz işe gitsen. Olma mı?”
Söyleyişinde onu caydırmak için sanki sıcacık yatağın seni
bekliyor kocacığım cilvesi saklıydı.
Karısına uysa, kalsa daha şöyle sıkıca sarılıp gerdanından
öpmeye yeltenmeden çocukların haylazlığından, çamaşır makinasının eskidiğinden
yenisini almak lazım geldiğinden konuşmaya başlayacağını biliyordu. Ama yine de
sıcacık yatağa girmeyi o da istiyordu. Peki, ya iş!? Eve parayı kim
getirecekti?
Kapının önünde bekleyen kamyonetinin arkasında yerine
ulaştırılmayı bekleyen yük bir ertesi günü taşınacak cinsten değildi. Taze
sebze ve meyve taşıma işi böyleydi. Bir saatin bile önemi vardı. Yükü fabrikaya
götür. Sonra başka bir yükü al, başka bir yere götür. Balıkesir, Afyon, İzmir,
Manisa dön baba, dön. Kafasında hep bu işler.
Sarı Mustafa, “Yav, ne yapim be kadın, ekmek parası. İşin
nerden, ne zaman geleceği belli mi oluğ?” der gibi baktı.
O da sevmiyordu gece çalışmayı, kör karanlıkta araba
sürmeyi kim sever? Ancak ne yapsındı?
Bazen bir hafta oturur, kahvede pinekler pişpirik oynarsın
iş gelmez, bazen de en münasebetsiz zamanda arka arkaya gelir.
Giyindi, çıktı. Karısı iri memelerini gizleyemeyen pazen
sabahlığıyla pencerenin pervazına yaslanmış onu uğurluyordu.
Kadının yüzünde keder vardı; sanki kötü bir şey olacağı
içine doğmuştu ya da başka bir şey.
Kamyonetini bayırdan aşağı salıp, ışıksız yolda kayboldu
gitti.
***
Önce üç vardiya çalışan fabrikaya yükünü boşalttı. Sonra
başka bir yük için yola çıktı.
Küçük köylerin, bağların, tarlaların arasından, bozuk,
taşlı, çamurlu yollardan, bir oraya, bir buraya gitti geldi.
Ertesi günün akşamına ancak bitmişti işi. Sadece yük
indirme, bindirme aralarında şoför mahallinde kıvrılıp sızdığı kadardı uyuyabildiği.
Geçtiği köylerde, kasabalardaki pencerelerde tek bir ışığın kalmadığı, bütün
erkeklerin sıcak yataklarında, karılarına sokulmuş uyudukları bir geç saatte
yine yoldaydı.
Yorulmuştu; ama işi halletmiş, parasını almış olmanın
keyfiyle dönüyordu. Gece serinliği çökmüştü. Klimanın ayarını sıcağa getirdi,
arabanın radyosunu açtı. Eskilerden içini ısıtan bir şarkı buldu.
Tam Akhisar’da şehrin orta yerinden geçerken arkasından selektörlerini
yakıp söndürerek, yüz yirmiyle gelen lüks bir arabanın uzun farlarının aynasına
yansıyıp gözünün içine giren ışığıyla irkildi. Yanından geçerken içine baktı. Teybinden
kasaba ahalisine ben sizin uykunuzun içine ederim dercesine gürültülü iğrenç
müziğini camından dışarı salan piç kurusunu gördü. O ara solundan da bir
motosikletli geçiyordu.
Yetmezmiş gibi nerden çıktıysa bir kedi yolun ortasına
fırlamaz mı? Bir kara kedi, belki de kara kaderi…
Bir köpekten mi kaçıyordu ne?
Solundan geçen arabayla, sağından geçen motosikletin arasında
kalmıştı. Direksiyona sımsıkı yapıştı. Eli ayağı kesilmişti. Kediyi ezmemek
için hem frene bastı, hem de ani manevra yapıp direksiyonu kırdı.
Kamyonetin altından bir takırtı duydu.
Kaldırıma çıkıp, yolun kenarındaki bir bahçenin duvarına
çarpmaya ramak kalmışken ancak durabildi.
Zangır zangır titriyordu.
Piç kurusunun kullandığı arabayla, motosiklet çoktan
kaybolup gitmişlerdi.
Dikiz aynasından baktı.
Çok karanlıktı bir şey göremedi.
Yoksa ezmiş miydi kediyi?
Kamyoneti sağa yanaştırıp, indi.
İnip, geriye doğru yürüdü. Kedinin yola yapışmış leşiyle
karşılaşmaktan korkuyordu. Biraz bakındı. Göremedi, hiçbir şeyler göremedi.
Sonra dönüp, direksiyona geçip devam etti.
Kamyonetin radyosunda oynak bir türkü çalıyordu. Daha on beş
dakika öncesine kadar keyfi yerindeydi. Türkü dinleyecek zaman değildi.
Kapattı.
Eve döndüğünde herkes uyumuştu. Soyunup yatağa girdi. Ama
uyumak mümkün değildi.
Bir ara dalmıştı.
Gözlerini açtığında uyku sersemliği içinde duyduğu seslerle
ürperdi.
Dışarıda rüzgar vardı.
Sanki dışarıda bir kedi miyavlıyordu.
Kepenklerin gıcırtısını kedi miyavlaması zannetmişti.
Yeniden uyudu, ama bu sefer kabuslar peşini bırakmadı.
Ertesi gün çalışmadı. Uyandığı halde odasından çıkmadı.
“Hasta falan mısın?” diyen kapının eşiğinde dikilmiş
endişeli gözlerle ona bakan karısını neden sonra fark etti.
“Hayır, bir şeyim yok.”
“Bir şeyler var, ama neyse.”
Adamını tanımasa yok işmiş, yükmüş bahanesiyle kaçıp, İzmir’de
bir pavyona, şırfıntılarla vakit geçirmeye gidiyor diye düşünecekti, ama
değildi. Öyle biri değildi kocacığı.
Öğlen yemeğinde tabağındaki yemeği bitirmeden kalktı.
“Senin canın sıkılıyor. Kahveye kadar gidive biraz gari. Açılırsın.”
Giyinip, dışarı çıktı.
Kahvede bir okey masasının etrafında toplaşmış
arkadaşlarının yanına bir iskemle çekip oturdu.
Okey oyununa dalmış arkadaşları ne onun geldiğini fark
ettiler, ne de sıkıntılı olduğunu…
Kalktı, bir şey söylemeden kahveden çıktı. Yine akşam
olmuştu. Sokak lambalarının bile aydınlatamadığı yoldan yavaş yavaş yürüyerek,
karanlık patikaya saptı, evine döndü.
Bahçe kapısının önünde zifiri karanlıkta parlayan
gözleriyle koca bir kedi gördü.
Uzun, yoluk tüyleri savaşçı bir kedi olduğunun
belirtisiydi. Durdu. Bir süre karşılıklı bakıştılar.
Bu o kedi olabilir miydi?
Saçmalık. Bir kere o, bir kara kediydi.
Hiç daha önce görmediği bir kediydi, bu.
Kedi karanlıkta sessizliği yırtan acı bir miyavlamayla ona
baktı.
“Miyaaavvv!”
Kabadayı bir görünüşü vardı. Sanki kasabanın kedilerinin
ali kıran baş keseni, haraççısı...
Bu azman kedi, öbürünün hısmı, akrabası, arkadaşı falan
mıydı da hesabını sormaya, intikamını mı almaya gelmişti?
Daha neler.
“Kimin kedisisin lan sen?”
Yerden bir taş alıp fırlattı. Azman “Miyaaavv” diye
bağırarak kaçtı.
Karısı kapı eşiğinde karşıladı onu. Zavallıcık meğer
pencere önünde saatlerce onu beklermiş.
Nihayet olanı biteni anlattı.
Karısı, saçlarından yakalayıp, kafasını kendine çekti,
gözlerini gözlerine dikti:
“Ah, yufka yüreklim, sen bilerek mi yaptın sanki. Kaza
işte. Ne denir. Hem belki sen öyle anlamışsındır. Kedi ezilmemiştir. Dokuz
canlıdır onlar.”
Karısının söyledikleri onu biraz rahatlatmıştı. Yanına
sedire ilişip, başını göğsüne yaslayıp küçük bir çocuk gibi mızmızlanarak yarım
saat oturdu. İyi gelmişti. Biraz sakinleşmişti. Böyle olduğuna inanmak
istiyordu. Zaten arabadan indiğinde bir şey görememişti. Kedi ölse yolda leşini
görürdü.
Belki arabanın altına hafifçe çarpıp, kaçıp gitmişti. Belki
de arabanın altından gelen takırtı bir taş parçasının çarpmasıyla çıkan bir
sesti.
Ah, keşke böyle olsa ve bilebilse, emin olabilse...
Onca yıllık şoförlük hayatında hiç kazası olmamıştı. Zaten yaşlanmıştı
artık, böyle bitirebilseydi şu ekmeğini yediği mesleği.
Güya izin günüydü, ama çok yorgun hissediyordu kendisini. Erkenden
yattı.
Gece yine kabuslarla bir uyandı, bir uyudu.
Tuvaletin kapı gıcırtısı kedi miyavlaması gibi uyku arasına
giriyordu.
Sabaha karşı komşunun yeni doğan bebesinin viyaklamasıyla
gözlerini araladı.
Çocuk “ıngaa ıngaaa” diye ağlıyor; o, bahçe duvarının
kenarına gelmiş “miyav, miyaaav” diye bağıran kedi olduğunu zannediyordu.
Of ki, ne of!!!
Ertesi gün kamyonetine binip, söylene söylene işe çıktı.
Yine gece işiydi.
Dönüşte Akhisar’dan geçerken olayın olduğu yerde
kamyonetini park etti.
İndi. O pis olayı an be an hatırlamaya çalıştı.
Hani bir laf vardır; katiller olay yerine mutlaka geri döner,
çünkü merak ederler vurduğu kişinin ölüp ölmediğini diye... İşte kendisini
aynen öyle hissediyordu.
Yandaki bahçenin içinden yaşlı bir kadın, “Bir şey mi
kaybettin yavrum, ne aranıyorsun,” diye seslendi.
“Abla sen belki bilirsin, evvelki akşam burada bir kedi kayboldu
mu?”
“Sen kedi mi arıyorsun evladım? Bizim yan komşunun kedisi
daha yeni doğurdu. Al yavrularından birini. Sevaba girersin.”
“Yok, abla sağol.”
O sırada yaşlı kadının arkasında beyaz atletli, ayağında
çizgili pijamasıyla bir adam belirdi.
“Ne dolaşıyorsun lan, elalemin evinin, bahçesinin önünde. Irz
düşmanı mısın lan sen!?”
Ağzından köpükler, öfke saçan adam arkasına dönüp, bahçenin
içindeki evin küçük bir lambanın aydınlattığı kapısında dikilen karısına
seslendi:
“Semiha, getir bana tabancamı, şu ırz düşmanını şeyinden
vurayım da görsün gününü.”
“Eyvah, çattık belaya!” diye telaşlandı. Kıskanç ve sarhoş
bir koca. En tehlikeli tiplerden…
Adam ayakta duramıyordu. Neyse ki yaşlı kadın:
“Gel oğlum, sakin ol. Adamcağız kedisini arıyormuş,” diye
çekiştire çekiştire evine götürdü.
Yola, yol kenarlarına, bir aşağıya bir yukarıya biraz daha dikkatlice baktı. İz yoktu.
Karşıdan üç sarhoş delikanlı birbirine sarılmış,
yalpalayarak geliyorlardı. Ellerinde birer bira şişesi, dillerinde yakası
açılmamış bir türkü.
Tam yanından geçerlerken içlerinden biri elindeki boş
şişeyi çöp konteynerine fırlattı.
Şişe konteynerin içinde kırılarak, çaaatt diye maytap
patlamış gibi ses çıkarttı. Konteynerin içinden panik halinde ciyaklayarak bir
kedi fırladı, koşarak ağaçların arasına kaçtı.
Sarı Mustafa, ürperdi, arkasından dikkatle baktı.
“Ulan o geceki kedi sen miydin yoksam? Ölmedin değil mi?”
Birkaç saniye içinde kediyi görmüş, iki gün önceki kara kediyle
aynı kedi olduğuna inanmıştı.
“Oh be ulan, kedicik, minnoş kedicik, ah pisi pisi, iyi ki
ölmedin, yoksa beni hasta edip, kederden öldürecektin.”