27 November 2021

Ah pisi, pisi! ( Öykü )

 

  

Ah pisi, pisi!

 

                M.Hakkı Yazıcı

                                                            mhyazici@gmail.com

 

 

“İlla akşam yola çıkacaksın değil mi? Sen de herkesin kocası gibi gece uyusan gündüz işe gitsen. Olma mı?”

Söyleyişinde onu caydırmak için sanki sıcacık yatağın seni bekliyor kocacığım cilvesi saklıydı.

Karısına uysa, kalsa daha şöyle sıkıca sarılıp gerdanından öpmeye yeltenmeden çocukların haylazlığından, çamaşır makinasının eskidiğinden yenisini almak lazım geldiğinden konuşmaya başlayacağını biliyordu. Ama yine de sıcacık yatağa girmeyi o da istiyordu. Peki, ya iş!? Eve parayı kim getirecekti?

Kapının önünde bekleyen kamyonetinin arkasında yerine ulaştırılmayı bekleyen yük bir ertesi günü taşınacak cinsten değildi. Taze sebze ve meyve taşıma işi böyleydi. Bir saatin bile önemi vardı. Yükü fabrikaya götür. Sonra başka bir yükü al, başka bir yere götür. Balıkesir, Afyon, İzmir, Manisa dön baba, dön. Kafasında hep bu işler.

Sarı Mustafa, “Yav, ne yapim be kadın, ekmek parası. İşin nerden, ne zaman geleceği belli mi oluğ?” der gibi baktı.

O da sevmiyordu gece çalışmayı, kör karanlıkta araba sürmeyi kim sever? Ancak ne yapsındı?

Bazen bir hafta oturur, kahvede pinekler pişpirik oynarsın iş gelmez, bazen de en münasebetsiz zamanda arka arkaya gelir.

Giyindi, çıktı. Karısı iri memelerini gizleyemeyen pazen sabahlığıyla pencerenin pervazına yaslanmış onu uğurluyordu. 

Kadının yüzünde keder vardı; sanki kötü bir şey olacağı içine doğmuştu ya da başka bir şey.

Kamyonetini bayırdan aşağı salıp, ışıksız yolda kayboldu gitti.

***

Önce üç vardiya çalışan fabrikaya yükünü boşalttı. Sonra başka bir yük için yola çıktı.

Küçük köylerin, bağların, tarlaların arasından, bozuk, taşlı, çamurlu yollardan, bir oraya, bir buraya gitti geldi.

Ertesi günün akşamına ancak bitmişti işi. Sadece yük indirme, bindirme aralarında şoför mahallinde kıvrılıp sızdığı kadardı uyuyabildiği. Geçtiği köylerde, kasabalardaki pencerelerde tek bir ışığın kalmadığı, bütün erkeklerin sıcak yataklarında, karılarına sokulmuş uyudukları bir geç saatte yine yoldaydı.  

Yorulmuştu; ama işi halletmiş, parasını almış olmanın keyfiyle dönüyordu. Gece serinliği çökmüştü. Klimanın ayarını sıcağa getirdi, arabanın radyosunu açtı. Eskilerden içini ısıtan bir şarkı buldu.

Tam Akhisar’da şehrin orta yerinden geçerken arkasından selektörlerini yakıp söndürerek, yüz yirmiyle gelen lüks bir arabanın uzun farlarının aynasına yansıyıp gözünün içine giren ışığıyla irkildi. Yanından geçerken içine baktı. Teybinden kasaba ahalisine ben sizin uykunuzun içine ederim dercesine gürültülü iğrenç müziğini camından dışarı salan piç kurusunu gördü. O ara solundan da bir motosikletli geçiyordu.

Yetmezmiş gibi nerden çıktıysa bir kedi yolun ortasına fırlamaz mı? Bir kara kedi, belki de kara kaderi…

Bir köpekten mi kaçıyordu ne?

Solundan geçen arabayla, sağından geçen motosikletin arasında kalmıştı. Direksiyona sımsıkı yapıştı. Eli ayağı kesilmişti. Kediyi ezmemek için hem frene bastı, hem de ani manevra yapıp direksiyonu kırdı.

Kamyonetin altından bir takırtı duydu.

Kaldırıma çıkıp, yolun kenarındaki bir bahçenin duvarına çarpmaya ramak kalmışken ancak durabildi.

Zangır zangır titriyordu.

Piç kurusunun kullandığı arabayla, motosiklet çoktan kaybolup gitmişlerdi.

Dikiz aynasından baktı.

Çok karanlıktı bir şey göremedi.

Yoksa ezmiş miydi kediyi?

Kamyoneti sağa yanaştırıp, indi.

İnip, geriye doğru yürüdü. Kedinin yola yapışmış leşiyle karşılaşmaktan korkuyordu. Biraz bakındı. Göremedi, hiçbir şeyler göremedi.

Sonra dönüp, direksiyona geçip devam etti.

Kamyonetin radyosunda oynak bir türkü çalıyordu. Daha on beş dakika öncesine kadar keyfi yerindeydi. Türkü dinleyecek zaman değildi. Kapattı.

Eve döndüğünde herkes uyumuştu. Soyunup yatağa girdi. Ama uyumak mümkün değildi.

Bir ara dalmıştı.

Gözlerini açtığında uyku sersemliği içinde duyduğu seslerle ürperdi.

Dışarıda rüzgar vardı.

Sanki dışarıda bir kedi miyavlıyordu.

Kepenklerin gıcırtısını kedi miyavlaması zannetmişti.

Yeniden uyudu, ama bu sefer kabuslar peşini bırakmadı.

Ertesi gün çalışmadı. Uyandığı halde odasından çıkmadı.

“Hasta falan mısın?” diyen kapının eşiğinde dikilmiş endişeli gözlerle ona bakan karısını neden sonra fark etti.

“Hayır, bir şeyim yok.”

“Bir şeyler var, ama neyse.”

Adamını tanımasa yok işmiş, yükmüş bahanesiyle kaçıp, İzmir’de bir pavyona, şırfıntılarla vakit geçirmeye gidiyor diye düşünecekti, ama değildi. Öyle biri değildi kocacığı.

Öğlen yemeğinde tabağındaki yemeği bitirmeden kalktı.

“Senin canın sıkılıyor. Kahveye kadar gidive biraz gari. Açılırsın.”

Giyinip, dışarı çıktı.

Kahvede bir okey masasının etrafında toplaşmış arkadaşlarının yanına bir iskemle çekip oturdu.

Okey oyununa dalmış arkadaşları ne onun geldiğini fark ettiler, ne de sıkıntılı olduğunu…

Kalktı, bir şey söylemeden kahveden çıktı. Yine akşam olmuştu. Sokak lambalarının bile aydınlatamadığı yoldan yavaş yavaş yürüyerek, karanlık patikaya saptı, evine döndü.

Bahçe kapısının önünde zifiri karanlıkta parlayan gözleriyle koca bir kedi gördü.

Uzun, yoluk tüyleri savaşçı bir kedi olduğunun belirtisiydi. Durdu. Bir süre karşılıklı bakıştılar.

Bu o kedi olabilir miydi?

Saçmalık. Bir kere o, bir kara kediydi.

Hiç daha önce görmediği bir kediydi, bu.

Kedi karanlıkta sessizliği yırtan acı bir miyavlamayla ona baktı.

“Miyaaavvv!”

Kabadayı bir görünüşü vardı. Sanki kasabanın kedilerinin ali kıran baş keseni, haraççısı...

Bu azman kedi, öbürünün hısmı, akrabası, arkadaşı falan mıydı da hesabını sormaya, intikamını mı almaya gelmişti?

Daha neler.

“Kimin kedisisin lan sen?”

Yerden bir taş alıp fırlattı. Azman “Miyaaavv” diye bağırarak kaçtı.

Karısı kapı eşiğinde karşıladı onu. Zavallıcık meğer pencere önünde saatlerce onu beklermiş.

Nihayet olanı biteni anlattı.

Karısı, saçlarından yakalayıp, kafasını kendine çekti, gözlerini gözlerine dikti:

“Ah, yufka yüreklim, sen bilerek mi yaptın sanki. Kaza işte. Ne denir. Hem belki sen öyle anlamışsındır. Kedi ezilmemiştir. Dokuz canlıdır onlar.”

Karısının söyledikleri onu biraz rahatlatmıştı. Yanına sedire ilişip, başını göğsüne yaslayıp küçük bir çocuk gibi mızmızlanarak yarım saat oturdu. İyi gelmişti. Biraz sakinleşmişti. Böyle olduğuna inanmak istiyordu. Zaten arabadan indiğinde bir şey görememişti. Kedi ölse yolda leşini görürdü.

Belki arabanın altına hafifçe çarpıp, kaçıp gitmişti. Belki de arabanın altından gelen takırtı bir taş parçasının çarpmasıyla çıkan bir sesti.

Ah, keşke böyle olsa ve bilebilse, emin olabilse...

Onca yıllık şoförlük hayatında hiç kazası olmamıştı. Zaten yaşlanmıştı artık, böyle bitirebilseydi şu ekmeğini yediği mesleği.

Güya izin günüydü, ama çok yorgun hissediyordu kendisini. Erkenden yattı.

Gece yine kabuslarla bir uyandı, bir uyudu.

Tuvaletin kapı gıcırtısı kedi miyavlaması gibi uyku arasına giriyordu.

Sabaha karşı komşunun yeni doğan bebesinin viyaklamasıyla gözlerini araladı.

Çocuk “ıngaa ıngaaa” diye ağlıyor; o, bahçe duvarının kenarına gelmiş “miyav, miyaaav” diye bağıran kedi olduğunu zannediyordu.

Of ki, ne of!!!

Ertesi gün kamyonetine binip, söylene söylene işe çıktı. Yine gece işiydi.

Dönüşte Akhisar’dan geçerken olayın olduğu yerde kamyonetini park etti.

İndi. O pis olayı an be an hatırlamaya çalıştı.

Hani bir laf vardır; katiller olay yerine mutlaka geri döner, çünkü merak ederler vurduğu kişinin ölüp ölmediğini diye... İşte kendisini aynen öyle hissediyordu.

Yandaki bahçenin içinden yaşlı bir kadın, “Bir şey mi kaybettin yavrum, ne aranıyorsun,” diye seslendi.

“Abla sen belki bilirsin, evvelki akşam burada bir kedi kayboldu mu?”

“Sen kedi mi arıyorsun evladım? Bizim yan komşunun kedisi daha yeni doğurdu. Al yavrularından birini. Sevaba girersin.”

“Yok, abla sağol.”

O sırada yaşlı kadının arkasında beyaz atletli, ayağında çizgili pijamasıyla bir adam belirdi.

“Ne dolaşıyorsun lan, elalemin evinin, bahçesinin önünde. Irz düşmanı mısın lan sen!?”

Ağzından köpükler, öfke saçan adam arkasına dönüp, bahçenin içindeki evin küçük bir lambanın aydınlattığı kapısında dikilen karısına seslendi:

“Semiha, getir bana tabancamı, şu ırz düşmanını şeyinden vurayım da görsün gününü.”

“Eyvah, çattık belaya!” diye telaşlandı. Kıskanç ve sarhoş bir koca. En tehlikeli tiplerden…

Adam ayakta duramıyordu. Neyse ki yaşlı kadın:

“Gel oğlum, sakin ol. Adamcağız kedisini arıyormuş,” diye çekiştire çekiştire evine götürdü.

Yola, yol kenarlarına, bir aşağıya bir yukarıya biraz daha dikkatlice baktı. İz yoktu.

Karşıdan üç sarhoş delikanlı birbirine sarılmış, yalpalayarak geliyorlardı. Ellerinde birer bira şişesi, dillerinde yakası açılmamış bir türkü.

Tam yanından geçerlerken içlerinden biri elindeki boş şişeyi çöp konteynerine fırlattı.

Şişe konteynerin içinde kırılarak, çaaatt diye maytap patlamış gibi ses çıkarttı. Konteynerin içinden panik halinde ciyaklayarak bir kedi fırladı, koşarak ağaçların arasına kaçtı.

Sarı Mustafa, ürperdi, arkasından dikkatle baktı.

“Ulan o geceki kedi sen miydin yoksam? Ölmedin değil mi?”

Birkaç saniye içinde kediyi görmüş, iki gün önceki kara kediyle aynı kedi olduğuna inanmıştı.

“Oh be ulan, kedicik, minnoş kedicik, ah pisi pisi, iyi ki ölmedin, yoksa beni hasta edip, kederden öldürecektin.”