21 February 2014

Aşk Hikayesi



Desen : Mete Ertekin 



Anı-Öykü: M. Hakkı Yazıcı



Bir süre önce yeni bir ev taşıma macerası yaşadım; “üç taşınma bir yangına bedeldir” sözünün doğruluğuna bir kere daha inandım.

Günlerce süren yerleşme telaşı sırasında, kitaplarımı kolilerden çıkarıp kütüphaneme yerleştirirken bir kitap beni geçmişin hüzünlü anılarına götürdü: Erich Segal’in “Aşk Hikayesi”(Love Story) isimli romanı. Toplanan, yakılan, kaybolan yüzlerce eski kitabımdan arda kalmaktan utanarak, suçluluk duygusuyla bana bakıyordu sanki.

Bülent Habora’nın Habora Yayınları tarafından 1970 yılında basılmıştı. Fiyatı da insanı gülümsetiyor: 10 Türk Lirası. Yazarı Erich Segal, Amerika’da Yale Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat okutan bir öğretim üyesiydi. Amerika’da ve dünyada basıldığında kısa sürede milyonlarca satarak seyrek raslanılan bir rekor kırmıştı-ki daha o tarihlerde sinemaya aktarılmamış, o çok sevilen şarkısı yapılmamıştı.

Kitabın yayıncısı Bülent Habora, yayımladığı kitaplar nedeniyle toplatma, yargılanma ve ceza alma rekorunu elinde bulunduruyordu o zamanlar; Castro’nun, Che’nin kitaplarının yayıncısıydı- Seneler sonra Bülent Abiyle, 90’lı yıllarda İzmir’de, 1379. Sokakta Sevgi Yolu’ndaki kitapçı tezgahlarından birinin sahibiyken rastlaştık. Maceralı yayıncılık döneminden yorgun çıkmış, mütevazi bir sokak kitapçılığını seçmişti; ama hala çok sevecen ve inançlıydı.

***

1970 yılında Koray’ın ODTÜ’de Fikir Kulübü adına kafeteryada kitap satma işini bana yıktığı sıralardaydı. “Sen bu işi çok iyi yapıyorsun,” diyordu. O zamana kadar ben ona yardım ediyordum, ama belli ki bu işten artık sıkılmıştı ve tümüyle bana devredip başka işler yapmak istiyordu.

Kitapları Kızılay’da, Kocabeyoğlu Pasajının altından, dağıtımcı Aydın Sami’den yüzde yirmibeş toptan indirimiyle alıyor, yüzde yirmi indirimle satıyorduk. Kulübe kala kala yüzde beş kalıyordu. Taksi ile taşısak içeri girerdik. O yüzden İzmir Caddesi’nden Milli Müdafa Caddesi’ne, Genel Kurmay’ın bahçe duvarının yanından kalkan, 2. Dünya Savaşı sırasında Amerikan askerlerini taşıyan, o nedenle bizim  “et arabası” dediğimiz, savaştan yıllar sonra da ODTÜ’ye hibe edilen servis otobüslerine kadar kitap kolilerini taşımak gerekiyordu.

Bir akşam Aydın Sami’den peynir ekmek gibi sattığımız Politzer’in “Felsefenin Başlangıç İlkeleri”, Nikitin’in “Ekonomi Politik”i başta olmak üzere üç koli kitap almıştım. O sırada yeni çıkmış Aşk Hikayesi isimli kitap dikkatimi çekti. Bu kadar çok satan bir kitap iyi bir kitap olabilirdi; kendim okumak için aldım, kolilerden birinin içine koydum.

Hava kararmak üzereydi. Üç koliyi birden taşımak mümkün değildi; bir koliyi elli metre taşıyıp bırakıyor, geri dönüp diğerlerini alıyor, yavaş yavaş yol katediyordum. O sırada yolda babama rasladım. Davranışlarına akıl sır erdiremediği oğlunun ne yaptığını yine anlayamadı; “Okula gidiyorum, akşam biraz geç gelirim,”diye ayrıldım. O bir süre daha arkamdan baktı. Sonunda servis otobüslerinin kalktığı durağa ulaştım. Okula varıp, kafeteryanın önünde indiğimde ise hava iyice kararmıştı.  

Hiç hesaba katmadığım bir şey olmuş, geç kaldığım için kafeterya kapanmıştı; binada kimse yoktu; üç koli kitapla kapıda kalakalmıştım. İçerdeki kitapları muhafaza ettiğimiz çelik dolaba koymazsam ne yapacaktım? En iyisi yurtlara gidip, kolileri bizim çocuklardan birinin odasına bırakmaktı. Aynı şekilde kolilerden birini elli metre taşıyıp bırakıp, dönüp diğerlerini alarak yurtlara kadar gittim. Bizimkilerden bir grup 1. Yurt ile 2. Yurt arasındaki ağaçların dibinde oturmuş muhabbet ediyorlardı. Durumu anlattım; “Bir odaya koyalım yarın gelir alırım,” dedim.  Deniz, lafa karıştı, “Sen bırak, yarın öğlene kadar kafeteryaya getiririm,”dedi-Deniz, o sıralar yurtlarda bizimkilerin misafiri idi. Benim şaşırıp, tereddüt ettiğimi görünce ne düşündüğümü anlayıp kızdı. Öyle ya koskoca Deniz kitap kolisi mi taşırdı? O benim gibi sıradan bir militan değildi ki! Bu düşündüklerime kızdığını farkedip çaresiz kabullendim.

Gece eve döndüğümde sabaha kadar tedirgin yattım. Ya Deniz, kolileri açıp, içinde “Aşk Hikayesi” kitabını görüp, bana “okuyacak başka şey bulamadın mı,” derse?!..

Ertesi gün öğlenden önce kafeteryaya gidip, kitap tezgahını hazırlarken Deniz, kolileri taşıyarak getirdi. Hem de benim gibi teker teker, birini ileri taşıyıp, geri dönüp diğerlerini alarak değil; üçünü birden sırtına vurmuş, güle oynaya…Sırtında da o meşhur parkası vardı. “Al,” dedi, “kitapları getirdim.”  Sonra tezgahın üstündeki kitaplardan birini, Che’nin “Gerilla Günlüğü”nü satın alıp gitti.

Akşam eve gittiğimde Erich Segal’in kitabını bir oturuşta okudum. Sade, duru bir anlatımla yazılmış bir “aşk hikayesi” idi. Oliver, “Aşk, hiçbir vakit çaresiz olduğunu söylememektir,” diyordu, romanın sonunda. Çok ustalıkla yazılmış diyalogları vardı.

***

Korktuğum başıma gelmemişti; Deniz, kolinin içindeki Aşk Hikayesi kitabını farketmemişti. Aslında yaşasaydı ve bir karşılaşmamızda ben bu olayı anlatsaydım belki de “Yahu hocam, ver şu kitabı bir de ben okuyayım, merak ettim,” diyecekti.

(*) Bu anı-öykü, Mart 2013'te yayımlanan "Koca Bir Sevdaydı Yaşadığımız" isimli anı kitabında yer almıştır.


04 February 2014

Horozla Baykuş ( Masal ) / M. Hakkı Yazıcı


İllüs. : Anna Silivonçik

Horozla Baykuş



Bir zamanlar kümesin kralı olan horoz çok ihtiyarlamış. Kocayınca sahibi olan köylünün de gözünden düşmüş.

Fiyakası bozulmuş.

Sadece köylünün değil, tavukların da gözünden düşmüş; meydan genç horozlara kalmış.

Her şey bir tarafa, yaşlı horoz, en çok çoluk çocuğun; piliçlerin ve hatta civcivlerin maskarası olmasına, onunla dalga geçip alay etmelerine içerler, kızarmış.

Eeee, kolay değil tabii…Bir zamanların anlı da şanlı horozunun bu hallere düşmesi; bunu içine sindirmesi zor bir şey kuşkusuz.

Köylü, “ Bu horozun eti bile kartlaşmıştır, ama kesip yemek en iyisi,” dediğinde horozu çok seven kızı razı gelmemiş, “Babacım, bu horoz çok kart, pişirmek uzun zaman alır. Odunumuzu, kömürümüzü boşa harcamayalım,” demiş.

Köylü, kızının horozu çok sevdiğini bildiğinden, dayanamadığı için böyle konuştuğunu anlamış, “Madem kestirmiyorsunuz, pazara götürüp satayım bari,” demiş.

Sonra da eklemiş, “Hoş, kimsenin bu kart horozu alacağını da sanmıyorum; ama bir şansımızı deneyelim,” demiş.

Sabah atını arabaya koşmuş, horozu ayaklarından bağlayıp bir sepetin içine koymuş; kızını da yanına alıp kasabanın pazarının yolunu tutmuş.

Köylünün kızı, horoz kadar tasalıymış. Ya horozu birisi satın alır; kesip, yerse diye…

Ne yapsa da horozu kurtarsa?

Hava güzel ve güneşliymiş. Köylü keyiflenmiş bir türkü söylemeye başlamış.

Arabanın önünde oturan babasının dikkatinin başka şeylere kaydığını fark edince kız, gizlice horozun ayaklarını çözüp, salmaya karar vermiş.

Ormanın içinden geçerken sepetteki horozu çıkarmış, ayaklarını bağlayan ipi çözmüş; şaşkın ve ürkek bakışlarla etrafına bakan yaşlı horozun kulağına, “Horozcuk, aklın varsa, fark ettirmeden kaç, ormanın içlerine gizlen. Sen akıllı, deneyimlisin başının çaresine bakarsın,” demiş.
Horozun başka çaresi yokmuş, ama endişeliymiş de. Ormanda yaşamak kümeste yaşamak gibi değilmiş. O, vahşi bir hayvan değilmiş ki, alt tarafı şimdiye kadar sahibinin verdiklerini yeyip, hayatını sürdüren, bununla yetinen bir kümes hayvanıymış.

Yapacak başka bir şey yok deyip, arabanın arkasından yere atlayıvermiş; önce yolun kenarındaki çalıların arasına saklanmış, sonra da ormanın derinliklerine doğru koşmuş.
Köylü neden sonra horozun kaçtığını anlamış, ama “ Nasıl olsa bu kart horozu alan olmazdı,” diye düşünüp, fazla dert etmemiş.

***
Horoz, uzun süre ormanın içine doğru yürümüş. İyice içerlere doğru yürüdükçe de içini bir korku bürümeye başlamış. Eee, doğru tabii, orman bin türlü tehlikeli vahşi hayvanla doluymuş.

Hava kararmaya yüz tutunca geceyi geçireceği güvenli bir kovuk aramaya başlamış.

Birden yanından geçtiği ağaçlardan birinin dallarında birinden birinin seslendiğini duymuş. 

Yukarıya bakmış. Bakmış, ama pek bir şey görememiş.

Malum tavuklar geceleri iyi göremez. Yukarıya doğru seslenmiş:

“Kimsin sen?”

Yine ağacın dalları arasından aynı sesi duymuş:

“Asıl sen kimsin? Pek buralarda yaşayan hayvanlara benzemiyorsun.”

Ne diye cevap versin zavallı horozcuk. “Evet, buralara yabancıyım,” deyivermiş.

Baykuş:

“Kanatların var. Kuş olmalısın,” demiş.

“Ehhh, öyleyim.”

“O zaman uç da yanıma geliver.”

“Yapamam. Kanatlarımı çırparım, ama uçamam.”

“Tuhaf! Senin gibi kuşa da ilk defa rastlaıyorum,” demiş baykuş.

“İyi de sen kimsin?”

“Ben bir baykuşum.”

“Yani, galiba sen de bir kuşsun.”

“Tabii yani, adımdan da belli olmuyor mu? Bay ve de kuş…Kuşların beyi de diyebilirsin. Senin gibi de değilim uçarım, hem de iyi uçarım.”

Horoz, bir eksiklik duyuvermiş, sesini çıkarmamış.

Baykuş, “Uçamayan bir hayvan kuş olur muymuş? İlk kez şahit oluyorum. Garip…” diye devam etmiş.

Horoz, “ Olur tabii,” demiş, “ Uçmaya uçmaya uçma melekelerimizi yitirmişiz. Hem sadece biz tavuklar değil, örneğin bizim gibi kümes hayvanı olan hindiler de öyle. Bir de devekuşları var. Hoş onların daha çok kuş mu, yoksa deve mi olduklarını anlayabilmiş değilim ya.”

“İlginç, bilmiyordum,” demiş Baykuş.

Baykuşla horozun birbirlerini tanımamalarında şaşılacak bir şey yok tabii ki. Biri gündüzleri erkenden uyanıp, hava kararınca uykuya çekilirken, baykuş gündüz uyuyup, geceleri avlanmaya çıkar. Biri gündüz iyi görebilirken, diğeri geceleri iyi görebilir.

Baykuş:

“Madem uçup, yanıma gelemiyorsun, ne yapacaksın? Buraların acemisisin, bin türlü vahşi, tehlikeli hayvan var. Nasıl uyuyacaksın?”

Horozun içini iyice korku sarmış.  Ancak yapacağı da bir şey yokmuş. Alçak bir ağaç dalına sıçrayıp, büzüşmüş.

Baykuş:

“Korkma, ben nasılsa uyanığım. Sana göz kulak olup, korurum. Rahat uyu,” demiş.

Baykuş, bunu demese de zaten horozun uyanık kalacak hali yokmuş.  Bütün gün yaşadıklarından sonra çok yorgunmuş, gözleri kapanıp, uykuya dalmış.

***

Huyudur ya, ertesi gün horoz erkenden uyanıp ötmeye başlamış.

"Üü üürü üüüü!"

Bütün orman ahalisine sabah olduğunu haber vermiş.

Baykuş, zaten uyanıkmış.

“O zaman iyi sabahlar olsun, günaydın,” demiş, “ Bakıyorum iyi bir uyku çekip, keyfin yerine geldi.”

Horoz, o geceyi sağ salim atlatmış olduğuna sevinmiş, biraz duruma alışmaya başlamış olmanın keyfiyle, “Sana desteğin için teşekkür ederim. Bak, seninle dostluğumuzu geliştirelim. Aslında birbirimizi tamamlıyoruz. Sen bana geceleri, ben de sana gündüzleri göz kulak olayım,” diye teklifte bulunmuş.

Baykuş, bu ortaklık teklifine pek akıl erdirememiş, ancak olmaz da dememiş, zira horozdan hoşlanmışmış.

O zamandan başlayarak iyi arkadaş olmuşlar; ancak çok muhabbet edebildikleri olmazmış, çünkü biri uyurken öbürü hep uyanık oluyormuş. Konuşup, yarenlik edebilme zamanını çok fazla bulamıyorlarmış.


(*) 04 Şubat 2014, Moskova