27 November 2021

Ah pisi, pisi! ( Öykü )

 

  

Ah pisi, pisi!

 

                M.Hakkı Yazıcı

                                                            mhyazici@gmail.com

 

 

“İlla akşam yola çıkacaksın değil mi? Sen de herkesin kocası gibi gece uyusan gündüz işe gitsen. Olma mı?”

Söyleyişinde onu caydırmak için sanki sıcacık yatağın seni bekliyor kocacığım cilvesi saklıydı.

Karısına uysa, kalsa daha şöyle sıkıca sarılıp gerdanından öpmeye yeltenmeden çocukların haylazlığından, çamaşır makinasının eskidiğinden yenisini almak lazım geldiğinden konuşmaya başlayacağını biliyordu. Ama yine de sıcacık yatağa girmeyi o da istiyordu. Peki, ya iş!? Eve parayı kim getirecekti?

Kapının önünde bekleyen kamyonetinin arkasında yerine ulaştırılmayı bekleyen yük bir ertesi günü taşınacak cinsten değildi. Taze sebze ve meyve taşıma işi böyleydi. Bir saatin bile önemi vardı. Yükü fabrikaya götür. Sonra başka bir yükü al, başka bir yere götür. Balıkesir, Afyon, İzmir, Manisa dön baba, dön. Kafasında hep bu işler.

Sarı Mustafa, “Yav, ne yapim be kadın, ekmek parası. İşin nerden, ne zaman geleceği belli mi oluğ?” der gibi baktı.

O da sevmiyordu gece çalışmayı, kör karanlıkta araba sürmeyi kim sever? Ancak ne yapsındı?

Bazen bir hafta oturur, kahvede pinekler pişpirik oynarsın iş gelmez, bazen de en münasebetsiz zamanda arka arkaya gelir.

Giyindi, çıktı. Karısı iri memelerini gizleyemeyen pazen sabahlığıyla pencerenin pervazına yaslanmış onu uğurluyordu. 

Kadının yüzünde keder vardı; sanki kötü bir şey olacağı içine doğmuştu ya da başka bir şey.

Kamyonetini bayırdan aşağı salıp, ışıksız yolda kayboldu gitti.

***

Önce üç vardiya çalışan fabrikaya yükünü boşalttı. Sonra başka bir yük için yola çıktı.

Küçük köylerin, bağların, tarlaların arasından, bozuk, taşlı, çamurlu yollardan, bir oraya, bir buraya gitti geldi.

Ertesi günün akşamına ancak bitmişti işi. Sadece yük indirme, bindirme aralarında şoför mahallinde kıvrılıp sızdığı kadardı uyuyabildiği. Geçtiği köylerde, kasabalardaki pencerelerde tek bir ışığın kalmadığı, bütün erkeklerin sıcak yataklarında, karılarına sokulmuş uyudukları bir geç saatte yine yoldaydı.  

Yorulmuştu; ama işi halletmiş, parasını almış olmanın keyfiyle dönüyordu. Gece serinliği çökmüştü. Klimanın ayarını sıcağa getirdi, arabanın radyosunu açtı. Eskilerden içini ısıtan bir şarkı buldu.

Tam Akhisar’da şehrin orta yerinden geçerken arkasından selektörlerini yakıp söndürerek, yüz yirmiyle gelen lüks bir arabanın uzun farlarının aynasına yansıyıp gözünün içine giren ışığıyla irkildi. Yanından geçerken içine baktı. Teybinden kasaba ahalisine ben sizin uykunuzun içine ederim dercesine gürültülü iğrenç müziğini camından dışarı salan piç kurusunu gördü. O ara solundan da bir motosikletli geçiyordu.

Yetmezmiş gibi nerden çıktıysa bir kedi yolun ortasına fırlamaz mı? Bir kara kedi, belki de kara kaderi…

Bir köpekten mi kaçıyordu ne?

Solundan geçen arabayla, sağından geçen motosikletin arasında kalmıştı. Direksiyona sımsıkı yapıştı. Eli ayağı kesilmişti. Kediyi ezmemek için hem frene bastı, hem de ani manevra yapıp direksiyonu kırdı.

Kamyonetin altından bir takırtı duydu.

Kaldırıma çıkıp, yolun kenarındaki bir bahçenin duvarına çarpmaya ramak kalmışken ancak durabildi.

Zangır zangır titriyordu.

Piç kurusunun kullandığı arabayla, motosiklet çoktan kaybolup gitmişlerdi.

Dikiz aynasından baktı.

Çok karanlıktı bir şey göremedi.

Yoksa ezmiş miydi kediyi?

Kamyoneti sağa yanaştırıp, indi.

İnip, geriye doğru yürüdü. Kedinin yola yapışmış leşiyle karşılaşmaktan korkuyordu. Biraz bakındı. Göremedi, hiçbir şeyler göremedi.

Sonra dönüp, direksiyona geçip devam etti.

Kamyonetin radyosunda oynak bir türkü çalıyordu. Daha on beş dakika öncesine kadar keyfi yerindeydi. Türkü dinleyecek zaman değildi. Kapattı.

Eve döndüğünde herkes uyumuştu. Soyunup yatağa girdi. Ama uyumak mümkün değildi.

Bir ara dalmıştı.

Gözlerini açtığında uyku sersemliği içinde duyduğu seslerle ürperdi.

Dışarıda rüzgar vardı.

Sanki dışarıda bir kedi miyavlıyordu.

Kepenklerin gıcırtısını kedi miyavlaması zannetmişti.

Yeniden uyudu, ama bu sefer kabuslar peşini bırakmadı.

Ertesi gün çalışmadı. Uyandığı halde odasından çıkmadı.

“Hasta falan mısın?” diyen kapının eşiğinde dikilmiş endişeli gözlerle ona bakan karısını neden sonra fark etti.

“Hayır, bir şeyim yok.”

“Bir şeyler var, ama neyse.”

Adamını tanımasa yok işmiş, yükmüş bahanesiyle kaçıp, İzmir’de bir pavyona, şırfıntılarla vakit geçirmeye gidiyor diye düşünecekti, ama değildi. Öyle biri değildi kocacığı.

Öğlen yemeğinde tabağındaki yemeği bitirmeden kalktı.

“Senin canın sıkılıyor. Kahveye kadar gidive biraz gari. Açılırsın.”

Giyinip, dışarı çıktı.

Kahvede bir okey masasının etrafında toplaşmış arkadaşlarının yanına bir iskemle çekip oturdu.

Okey oyununa dalmış arkadaşları ne onun geldiğini fark ettiler, ne de sıkıntılı olduğunu…

Kalktı, bir şey söylemeden kahveden çıktı. Yine akşam olmuştu. Sokak lambalarının bile aydınlatamadığı yoldan yavaş yavaş yürüyerek, karanlık patikaya saptı, evine döndü.

Bahçe kapısının önünde zifiri karanlıkta parlayan gözleriyle koca bir kedi gördü.

Uzun, yoluk tüyleri savaşçı bir kedi olduğunun belirtisiydi. Durdu. Bir süre karşılıklı bakıştılar.

Bu o kedi olabilir miydi?

Saçmalık. Bir kere o, bir kara kediydi.

Hiç daha önce görmediği bir kediydi, bu.

Kedi karanlıkta sessizliği yırtan acı bir miyavlamayla ona baktı.

“Miyaaavvv!”

Kabadayı bir görünüşü vardı. Sanki kasabanın kedilerinin ali kıran baş keseni, haraççısı...

Bu azman kedi, öbürünün hısmı, akrabası, arkadaşı falan mıydı da hesabını sormaya, intikamını mı almaya gelmişti?

Daha neler.

“Kimin kedisisin lan sen?”

Yerden bir taş alıp fırlattı. Azman “Miyaaavv” diye bağırarak kaçtı.

Karısı kapı eşiğinde karşıladı onu. Zavallıcık meğer pencere önünde saatlerce onu beklermiş.

Nihayet olanı biteni anlattı.

Karısı, saçlarından yakalayıp, kafasını kendine çekti, gözlerini gözlerine dikti:

“Ah, yufka yüreklim, sen bilerek mi yaptın sanki. Kaza işte. Ne denir. Hem belki sen öyle anlamışsındır. Kedi ezilmemiştir. Dokuz canlıdır onlar.”

Karısının söyledikleri onu biraz rahatlatmıştı. Yanına sedire ilişip, başını göğsüne yaslayıp küçük bir çocuk gibi mızmızlanarak yarım saat oturdu. İyi gelmişti. Biraz sakinleşmişti. Böyle olduğuna inanmak istiyordu. Zaten arabadan indiğinde bir şey görememişti. Kedi ölse yolda leşini görürdü.

Belki arabanın altına hafifçe çarpıp, kaçıp gitmişti. Belki de arabanın altından gelen takırtı bir taş parçasının çarpmasıyla çıkan bir sesti.

Ah, keşke böyle olsa ve bilebilse, emin olabilse...

Onca yıllık şoförlük hayatında hiç kazası olmamıştı. Zaten yaşlanmıştı artık, böyle bitirebilseydi şu ekmeğini yediği mesleği.

Güya izin günüydü, ama çok yorgun hissediyordu kendisini. Erkenden yattı.

Gece yine kabuslarla bir uyandı, bir uyudu.

Tuvaletin kapı gıcırtısı kedi miyavlaması gibi uyku arasına giriyordu.

Sabaha karşı komşunun yeni doğan bebesinin viyaklamasıyla gözlerini araladı.

Çocuk “ıngaa ıngaaa” diye ağlıyor; o, bahçe duvarının kenarına gelmiş “miyav, miyaaav” diye bağıran kedi olduğunu zannediyordu.

Of ki, ne of!!!

Ertesi gün kamyonetine binip, söylene söylene işe çıktı. Yine gece işiydi.

Dönüşte Akhisar’dan geçerken olayın olduğu yerde kamyonetini park etti.

İndi. O pis olayı an be an hatırlamaya çalıştı.

Hani bir laf vardır; katiller olay yerine mutlaka geri döner, çünkü merak ederler vurduğu kişinin ölüp ölmediğini diye... İşte kendisini aynen öyle hissediyordu.

Yandaki bahçenin içinden yaşlı bir kadın, “Bir şey mi kaybettin yavrum, ne aranıyorsun,” diye seslendi.

“Abla sen belki bilirsin, evvelki akşam burada bir kedi kayboldu mu?”

“Sen kedi mi arıyorsun evladım? Bizim yan komşunun kedisi daha yeni doğurdu. Al yavrularından birini. Sevaba girersin.”

“Yok, abla sağol.”

O sırada yaşlı kadının arkasında beyaz atletli, ayağında çizgili pijamasıyla bir adam belirdi.

“Ne dolaşıyorsun lan, elalemin evinin, bahçesinin önünde. Irz düşmanı mısın lan sen!?”

Ağzından köpükler, öfke saçan adam arkasına dönüp, bahçenin içindeki evin küçük bir lambanın aydınlattığı kapısında dikilen karısına seslendi:

“Semiha, getir bana tabancamı, şu ırz düşmanını şeyinden vurayım da görsün gününü.”

“Eyvah, çattık belaya!” diye telaşlandı. Kıskanç ve sarhoş bir koca. En tehlikeli tiplerden…

Adam ayakta duramıyordu. Neyse ki yaşlı kadın:

“Gel oğlum, sakin ol. Adamcağız kedisini arıyormuş,” diye çekiştire çekiştire evine götürdü.

Yola, yol kenarlarına, bir aşağıya bir yukarıya biraz daha dikkatlice baktı. İz yoktu.

Karşıdan üç sarhoş delikanlı birbirine sarılmış, yalpalayarak geliyorlardı. Ellerinde birer bira şişesi, dillerinde yakası açılmamış bir türkü.

Tam yanından geçerlerken içlerinden biri elindeki boş şişeyi çöp konteynerine fırlattı.

Şişe konteynerin içinde kırılarak, çaaatt diye maytap patlamış gibi ses çıkarttı. Konteynerin içinden panik halinde ciyaklayarak bir kedi fırladı, koşarak ağaçların arasına kaçtı.

Sarı Mustafa, ürperdi, arkasından dikkatle baktı.

“Ulan o geceki kedi sen miydin yoksam? Ölmedin değil mi?”

Birkaç saniye içinde kediyi görmüş, iki gün önceki kara kediyle aynı kedi olduğuna inanmıştı.

“Oh be ulan, kedicik, minnoş kedicik, ah pisi pisi, iyi ki ölmedin, yoksa beni hasta edip, kederden öldürecektin.”


06 August 2021

Hamburg Yaşar Kemal Edebiyat ve Tiyatro Günleri toplantısı

 


Yaşar Kemal Literatur- und Theatertage - Yaşar Kemal Edebiyat ve Tiyatro Günleri (1.-3. März/Mart 2019)

-M.Hakkı Yazıcı, Schriftsteller aus Moskau

Gefördet durch die Kulturbehörde Hamburg, Kulturstiftung Altona e.V., Zentrum für Mission und Ökumene - Nordkirche weltweit und in Kooperation mit der Rosa Luxemburg Stiftung Hamburg, gefördert durch die Landeszentrale für politische Bildung Hamburg, In Kooperation mit Altonaer Museum & mit Bezirksamt Altona.

24 April 2021

“FARKLI COĞRAFYALARDA ÜRETENLER”

Yazar Müslüm Kabadayı’nın, benim de içinde yer aldığım yurtdışında yaşayan ve eğitim, bilim, sanat, edebiyat alanlarında çalışmalar yapan 20 Türkiyeliyle yaptığı söyleşi kitabı “Farklı Coğrafyalarda Üretenler”  Klaros Yayınları tarafından Mart 2021’de yayımlandı.



Kitapta yer alan sorular ve cevaplarım şöyle:


“ZOR(UN)LU ÜRETKENLİK”TE BULUNANLARA SORULAR

  

M. Hakkı Yazıcı


1.    Türkiye’den ne zaman ve niçin yurt dışına çıktınız?

On seneyi aşkın bir süredir Rusya’da, Moskova’da yaşıyor ve çalışıyorum.

Hesapta olan bir şey miydi?

Hayır.

Aslında buralara gelirken plan yapmamıştım. Bir arkadaşımın iş teklifi üzerine 2008 yılının Ekim ayında, öyle çok fazla nazlanıp, düşünmeden, hemen karar verdim ve Moskova’ya geldim.

İlginç!.. Geriye dönüp baktığımda bana ilginç geliyor.  Aniden kendimi Moskova'da çalışıyor ve yaşıyorken bulmuştum.

Geliş, o geliş…

Bu serüven daha ne kadar sürer bilemiyorum.

Eskiden, Soğuk Savaş döneminin en sıcak olduğu dönemlerde, Türkiye’de sağcılar solculara “Komünistler Moskova’ya” diye bağırıp, slogan atarlardı.

Hiç üstüme alınmazdım. Zira ben ve benimle aynı sol siyasi gelenekten gelen arkadaşlarım hiçbir zaman Rusya’da olup bitenlere yakınlık duymazdık. Kuşkusuz Rusya’nın tarihine, edebiyatına, muhteşem kültürel birikimine ilgisiz değildim. İtirazımız siyasetteki temel hatalara idi. Daha o zamandan, “Duvar” yıkılmadan, Sovyetler Birliği dağılmadan çok önceleri bir şeylerin ters gittiğini düşünüyorduk. Rusya’ya gidip görme imkanımız olmamıştı. Gitsek de hoş karşılanmayacağımızın farkındaydık.

Neden sonra Sovyetler Birliği dağıldı. Beklenmedik pek çok şey oldu. Kapılar açıldı.

Kaderin garip bir cilvesi…

Rusya’ya hiç yolum düşmemişken, seneler sonra, otuz yıllık çalışma hayatımın ardından ekmeğimin peşinden buralara gelmek varmış kısmette.

Rusya’ya geldiğimde bir baktım ki bize o zamanlar “Komünistler Moskova’ya!” diye bağıranların görüşlerine sahip insanlar bizden önce gelip, Rusya’da köşeleri tutmuşlar.

2.   Ayrılmadan önceki konumunuz, son durumunuz, koşullarınız nasıldı? 

Türkiye’den ayrılmadan önce arada fasılalar olsa da çalışıp, emekli olmuştum.

Emekli olduktan sonra da çalıştım.

Çalışmak benim için para kazanmanın ötesinde bir şey. Emeğe ve emekçilere olan saygım nedeniyle, öyle önemli bir para kazanamasam bile üretim ortamlarında, emekçilerle birlikte olabilmek beni hep mutlu etmiştir.

Ancak kriz, diğer faktörler falan derken profesyonel iş yaşamı hep düz bir çizgide gitmiyor. Yükselmek, iyi para kazanmak için bilgi ve tecrübe yeterli olmuyor; hele ki liyakat yoksunlarının daha muteber olduğu şu zamanda.

“İyi” pozisyon alamazsan iyi işin de olmuyor.

Ben, futbolu severim, oynamasını da, seyretmesini de; bir şeyler anlatırken futboldan örnekler vermeyi de... Profesyonel iş yaşamı, yine profesyonel futbolculuğa benziyor: Küçükken mahalle aralarında oynamaya başlarsın, işi biraz daha ileri götürüp kulüplerin alt yapısında yetişirsin, yetenekliysen A takıma seçilirsin, çok yetenekliysen ve şanslıysan büyük kulüplere transfer olursun, sonra yaşlanır eski gücünü kaybeder, düşüşe geçersin, küçük takımlarda oynamaya ve en sonunda da halı sahada yaşıtlarınla maç yapmaya razı olursun. İş hayatı da böyle işte…

Şikayet olsun diye söylemiyorum, ama artık “ne iş olursa yaparım, abi” konumuna geldiğim bir anda, aniden Rusya maceram başladı.

3.    Yurt dışına gidişiniz nasıl oldu? (Öykülemeniz çok yararlı olacaktır.)

 Yurtdışına gidişim tarifeli bir uçakla oldu.

Bu işin şakası tabii…

Ancak, ilk geldiğimde günlük tutmaya başlamıştım. Şöyle yazmışım ilk birkaç günü:

“14 Ekim 2008, Salı:

Pazartesi gecesini Salıya bağlayan gece yarısı Türk Hava Yollarının 1409 sefer sayılı uçağıyla Moskova Şeremetevo Havalimanı’na indim.

Rus Gümrüğü’nde hiç beklemeden geçtim.

Beni karşılayacağını söyledikleri çocuk yok. Verilen telefon numarasını arıyorum. Sergey isimli birinin beni alacağını söylüyorlar. Uzun süre bekliyorum. Benim uçağımla gelen herkes dağılıyor. Neden sonra genç bir adam yanıma yaklaşıyor, “Mercedes Taxi” diyor. Önce anlamıyorum. Sonra gidip, bir kez daha yanıma yaklaşıp “Mercedes Taxi” diyor. Meğer bu, beni götürecek çocukmuş.

Şoför, annesi Tatar, babası Rus, sevimli, konuşkan bir genç. Ama Rusça dışında bir dil bilmiyor. Benim gelmeden önce aldığım üç aylık hızlı Rusça kursu da pek bir işe yaramıyor. Bir ara yolu kaybedip, dolaşıp, telefonla adres tarif ettirdikten sonra kalacağımız eve geliyoruz.

Benim bir süreliğine kalacağım evin sahibi, aşağıya inmiş bizi karşıladı. Genç, iriyarı, saygılı biri... Bana evin anahtarlarını teslim etti, evdeki kullanmam gereken şeyleri, yolu tarif etti. Sonra beni yalnız bırakıp gitti.

Yastığa başımı koymadan önce düşünüyorum. Çok endişeliyim aslında. Bu halime bakmadan, bir de içimden meydan okuyorum: Ve işte geldim Moskova… Sen mi beni yiyip bitireceksin, sırtıma yere getireceksin, yoksa ben mi seni? Yoksa dost mu olacağız?

En iyisi dost olmak…

Bu yaşta atıldığım macera akıllı işi mi zaman gösterecek.

15 Ekim 2008, Çarşamba:

Ertesi günü öğlene doğru kalktım.

Kaldığım ev Dinamo Metro İstasyonu’nun hemen karşısında, bizim işyerinin bulunduğu Novokuznetskaya Metro İstasyonu ile aynı hatta.

Metro bileti almayı, binmeyi, gitmem gereken istasyonda inmeyi becerdim. Başlangıç için iyi… Sevinçliyim.

Ancak çıkışta sorun yaşadım. Halbuki istasyonun tek çıkışı vardı; ancak “vhot vgorad” yazısının anlamını bilemediğim için metronun içinde başka istasyonlara gidip, dönüp,epeyce dolaştıktan, sorduktan sonra dışarı çıkabildim. Kapıda beni Aleks karşıladı, birlikte ofisin bulunduğu Arkadia iş merkezine, henüz  kira işlemleri tümüyle bitmediği için uzun süredir ofis niyetine oturulan Kafe Tun’a gittik.

16 Ekim 2008, Perşembe:

Artık Arkadia’ya gidip gelmeyi öğrendim.

Eve alıştım. Eski, koridorları küf kokan bir apartman irisi. Girişi, asansörler ve koridorlar ürkütücü; ıssız. Kapıdan içeri girince rahatlıyorum. Geçici olarak kaldığım bu ev, tek odalı, küçücük, sempatik bir apartman dairesi.

Apartmandaki meçhul komşum Ponka’nın internet hattını kaçak olarak kullanıyorum. Artık affetsin.”

Dahası var.

Seneler sonra o günlerde yazdığım bu notlara bakınca ne kadar çok yazmışım diye şaşırıyorum, ister istemez gülümsüyorum.

Benim maceram iş nedeni ile başladığı için çok ilginç değil.

Ama ne de olsa yabancı bir ülkeye gelmiştim. Yeni insanlarla, yeni bir kültürle karşılaşacaktım. Zor iş…

İlk geldiğimde büyük heyecan duydum kuşkusuz. Her ne kadar edebiyatını, kültürünü, siyasi tarihini önceden çok okumuş olsam da ve hatta pek çok Rus’tan daha iyi bilsem de geçkin yaşımda yeni bir ülkeye gelip, farklı bir kültürle karşılaşmak, tutunmaya çalışmak, dünyanın zor dillerinden biri olan Rusçayı öğrenmek, mücadele etmek zaman zaman yılgınlığa kapılsam da büyük bir heyecan verdi.

Süreç içinde başardıkça özgüvenimi kazandım. Mücadele halen, bugün de hızını kaybetmeden sürüyor.

4.    Gittiğiniz ülkeye vardığınızda nelerle karşılaştınız? Sorunlar-zorluklar-karşılaştığınız kolaylıklar nelerdi? 

İlk karşılaştığım şey kuşkusuz Rusya’nın meşhur “Ayaz Dede” si ( Ded Maroz) oldu. Buralarda “General Kış” derler, ilkin Napolyon’u, sonra Hitler’i yenilgiye uğratan dondurucu kış soğuklarına.

Ekim ayında gelmiştim, çok geçmeden “General Kış”la tanıştım.

Rusya’da ve tabii ki Moskova’da hava koşulları insanların ruh halini belirliyor. Kışı uzun, yazı kısa bir ülke burası. Ruslar, şaka yollu, her yerin bembeyaz kar rengine büründüğü kışa “beyaz kış”, yaza da “yeşil kış” diyorlar.

Bir başka zorluk değindiğim gibi dil sorunu. Farklı bir kültür, farklı bir dil...

Öğrenmek için başlangıçta kurslara gittim. Ama sonra hem zamansızlıktan, hem de parasızlıktan belli bir seviyeden sonra zamana bıraktım. Sokak benim en iyi öğretmenim oldu. Metroda, tramvayda, pazarda konuşulanları dinlerim hep. Yanılıp da bana adres soranları hiç reddetmem, yolu biliyorsam onlara uzun uzun anlatırım. Güzel bir pratik yapma imkanı oluyor.

Diğer önemli zorluk ise yalnızlıktı.

Dilini bilmediğiniz insanlarla dolu sokaklarda tek başınıza dolaşıyorsunuz.

Zamanla alışılıyor., sorunları aşıyorsunuz.

***

Epey bir zamandır ben, Nazım Hikmet’in evinin olduğu mahallede yaşıyorum.

Ara sıra evinin bulunduğu binanın avlusunda, önündeki parkta otururum. Belki bir anı, anekdot yakalarım umuduyla, ihtiyar birilerine rasgelirsem Nazım’ı tanıyıp tanımadıklarını sorarım.

Ve her gün elektrikli trenle Nazım’ın mezarının önünden geçiyorum. Ona her gün trenin penceresinden selam sarkıtıyorum.

Nazım’ın çektiği çile hep aklıma gelir, düşünürüm. Kendi yaşadığım zorlukları hatırladıkça onu daha iyi anlıyorum.

En güzel vatan hasreti şiirlerini Nazım yazmış.

"İki şey var ancak ölümle unutulur / Anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü" demiş. 

Ben de bazen hüzünlenip, onun dizelerindeki gibi  "Memleket mi, yıldızlar mı / Gençliğim mi daha uzak?” diye mırıldanmıyor da değilim.

İbn-i Haldun, asırlar önce bugün ezberlediğimiz bir söz bırakmış dünyaya: Mukaddime’sinde  “Coğrafya kaderdir,” demiş.

Bu söz, coğrafi özelliklerin toplum hayatına etkilerini açıklıyor. İbn-i Haldun, bir kültürün ve toplumun, bulunduğu coğrafya özelliklerine göre şekillendiğini belirtiyor.

İnsan, başka bir ülkede yaşarken çocukluğundan itibaren kişiliğinin nasıl şekillendirilmiş olduğunu daha iyi anlıyor.

Ne kadar uzak yaşasan da memleketinin doğasını, denizini, dağlarını, ovalarını; insanını, şarkılarını, türkülerini, kültürünü ve hatta küfürlerini özlersin. Aklından çıkaramazsın.

Edip Cansever bunu dizelerinde şöyle anlatmış:

İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer

Her gün Nazım’ın mezarının önünden geçtiğim trenin güzergahı bir çember hattı; tren fır döner, hiç inmezsen döner dolaşır yine aynı noktaya gelirsin.

Konstantinos Kavafis’in dizeleri geliyor aklıma:

‘Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim’, dedin
‘bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.”

İşte böyle!

Bazıları soruyorlar, “Moskova’da yaşam nasıl?” diye.

Çok zor geliyor bana cevaplamak.

Hani, başı kesilen kurbağa yaşamaz dediği için sınavdan kovulan öğrencinin kapıda durup, “yaşamasına yaşar da ben o hayata hayat mı derim?” dediği gibi yani…

5.    Gittiğiniz ülkeyi tanıma süreciniz hakkında bilgi verir misiniz?

Bahsettiğim gibi, aslında gençliğimde, Rusya’nın tarihi, edebiyatı, kültürü, siyasetiyle ilgili çok okumuş, öğrenmiştim. Ancak öğrenecek daha çok, ama çok şey vardı.

Başlangıçta hızla her şeyi öğrenmeye, çabuk uyum sağlamaya çalıştım.

Gördüğüm her şeyi sordum, notlar aldım. Daha sonra bulduğum yazıları, yeniden okumak istersem elimin altında olsun diye oluşturduğum bir blogta topladım. Sonra biraz da kendim için yazmaya başladım.

Rusya'da bilerek yaşamak ve daha çok sevmek için okuduğum, derlediğim; bazıları da kendi gözlemlerimden oluşan yazıları topladığım bu Blogum (https://moskovanotlari.blogspot.com/ ) zamanla güvenilir, zengin bir kaynağa dönüştü.

Tanıma, öğrenme sürecinde epey bir mesafe katettim, ancak daha çok yolum var.

6.    Dil öğrenme, iş-meslek edinme, geçim sağlama konularında nasıl yol aldınız?

Rusça dünyanın zor dillerinden.

Bahsettiğim gibi Moskova’ya gelmeden önce de biraz Rusça öğrenmiştim. Geldiğimde, başlangıçta kurslara gittim. Sonrasında hayatın içinde öğrenme sürecimi sürdürmeye karar verdim.

Aslında imkanım olsaydı, akademik bir ortamda eğitim almayı çok isterdim.

Bir iş teklifi üzerine çalışmak için geldiğimden başlangıçta iş sorunum olmadı. Ancak sonrasında o iş sona erince, biraz işsiz, biraz işli yeni bir süreç başladı.

Şu anda hala çalışıyorum.

7.    Gittiğiniz ülkeye-topluma kendinizi kabul ettirmek için neler yaptınız? 

Göçmenlik genlerime işlemiş herhalde.

Ben,  Mübadele sonrasında Selanik’ten zorunlu göçe tabi tutulan, Manisa Kırkağaç’a yerleştirilen bir m’acir ailesinin çocuğuyum.

Bizim yerleştirildiğimiz Ege kasabalarında mübadillere göçmen, göçeden anlamında muhacir derler.

Malum bütün göç hikayeleri hüzünlüdür. İnsan köklerinden, sevdiği topraklardan, komşularından kopmak istemez.

Göçmen...Göç...Hicret...Daha da ötesi hicran.

Yaşar Kemal’in dediği gibi, “Kolay iş değil.., İnsanın yurdundan ayrılması yüreğinin kopması gibi bir şey.”

Onca zaman geçmiştir, ancak evlerde anlatılan memleket hikayeleri, acılar, hasretler hep belleklerde, yüreklerde...Öykülerimin pek çoğunda bunları bulmak mümkün.

Sonra babamın memuriyeti nedeniyle Ankara...

Hani bizde adettendir; ilk tanışmada “Nerelisin hemşerim?”  diye soraralar. Ben bu durumlarda, cevap vermeden önce, hep tereddüt ederim.

Ankara doğumlu; ilk, ortaokul, lise, üniversite eğitimini ODTÜ’de, Ankara’da tamamlamış; iş yaşamına yine Ankara’da başlamış; daha sonra sevdalısı olduğu İstanbul’a göçüp, orada yaşayıp, çalışmaya başlayan; bir ara İzmir, sonra yeniden İstanbul, daha sonra Moskova’da çalışıp, yaşayan; oradan oraya dolaşan, dolaşmaktan başı dönen biriyim.

“Gençliğimi, çocukluğumu düşleyince Ankara, kader bağlayınca İstanbul” derken bir de nereden çıkmıştı bu Moskova!

Kimimiz ekmek parası için, kimimiz yaşamımızda yeni bir sayfa açmak için Rusya'ya gelmiştik; burada yaşıyorduk... Rusya'da hayat bazılarımız için çok zordu; bazılarımız ise bu zorlukları çoktan aşmış, burada çoluk çocuğa bile karışmışlardı. Hepsi bir tarafa mademki burada yaşıyorduk sevmek ve öğrenmek zorunda olduğumuzu düşündüm.

Sonra benim Blogumda yazdıklarımı fark edenler oldu. Kendi internet gazetelerinde, dergilerinde yazmamı istediler.

Başladım. Hala da yazıyorum.

Rusya’da TurkRus.com  ( http://www.turkrus.com/ ) isimli bir internet gazetesinin düzenli yazarları arasındayım.

Bu internet gazetesinin editörü Suat Taşpınar, yazdıklarım için tanıtımında “Öykü tadındaki makaleler... Rusya’da, hayata dair çelişkileri, ince bir bakışla fark edilebilecek detayları bazen mizahın, bazen hüznün sosuna batırarak sunuyor okurlarına,” demiş sağ olsun.

Burada yayımlanan yazılarım, bir sonraki gün Türkiye’de Medya Günlüğü (http://medyagunlugu.com/) isimli bir başka internet gazetesinde tekrardan yayımlanıyor. 

Daha önce tanımadığım başkaları yazılarımı Azerbaycan diline çevirip yayımladılar.

Bu yazılar, daha çok Rusya’da yaşayan Türkler için yazılmış, ağırlıkla bilgilendirme ve eğlendirme amaçlı. Bazen ciddi konuları, öykülendirerek, araya anektodlar katarak kolay okunur hale getirmeye çalışıyorum.

Öykü tadındaki yazılarımda yer alan kahramanlar kalıcı hale geldiler. Sık sık başka yazılarda da okurların karşısına çıkıyorlar.

Çok değişik, hoşlandığım tepkiler alıyorum. Özel olarak arayanlar, yazanlar oluyor. Yazılarımda konu ettiğim sevdikleri kahramanlara daha çok yer vermemi isteyenler bile oluyor. 

Tür olarak ne demek gerekir, bu tür yazılara?

Rauf Mutluay, buna benzer yazım türleri için "Eskilerin musahabe, sohbet, Nurullah Ataç'ın söyleşi diye andığı yazı türü; çok kesin olmayan bir düşünce konusunda konuşma edasiyle ve gizli diyaloglarla beslenerek yazılmış ürünlerdendir. Kesin kuralları olmamakla, denemenin gittikçe genişleyen sınırları içine girmekle birlikte eski yazarlarımızın bazı verimlerine dayandırılır; oysa, sohbet denen yazılar çoğunlukla anılar ve izlenimler karışığıdır. Aslında söyleşileri, makale ile deneme arasında, daha çok İkinciye yakın özgür yazılar saymak gerekir," demiş.

Yani bazıları kestirmeden yazı diyor, bazıları öykü, diğerleri fıkra,

Veya musahabe…

Bu yazılar birikiyor. Belki bunlar Rusya’da kitap olarak basılır diye umuyorum.

Niye yazdım bu yazıları?

Kendimi fark ettirmek ve kabul ettirmek için kuşkusuz. Bence masum bir çaba.

8.    Bilim, eğitim, kültür-sanat-edebiyat alanlarında kendinizi nasıl geliştirdiniz?

Ben çok küçük yaşlarda, mesela altı yaşımda yazmaya başladım diye anlatmaya girsem ciddi olmaz.

Bu, biraz televizyonda söyleşi yapılan şarkıcıların cevapları gibi olur. Şaka bir yana yazmak bir birikim olayı tabii ki… Okuma-Yazma diyoruz; öne “okuma”yı koyuyoruz. Okumaya başlamadan yazmayı beceremiyoruz. İyi yazmak için de çok okumak lazım. Herkesinki gibi benim yazma serüvenim de okuma serüvenimle başladı diyebilirim. Başlangıçta bunlar edebi şeyler değildi, tabii ki. Her küçük çocuğun yaptığı gibi resimli romanlar, hikayeler; bolca Tom Miks, Teksas, Red Kit, Karaoğlan okudum.

Altı yaşımda, biz, Ankara’da Emek Mahallesine taşındığımızda orası etrafta tek tük evlerin olduğu, daha ismi bile konulmayan bir yerdi. Kendisini birdenbire tek tük evlerin, göz alabildiğince boş arsaların olduğu, arkadaşlık edebileceği çok fazla çocuğun olmadığı bir mahallede bulan küçük bir çocuk ne yapar? Eline ne geçerse okur; okuma yazma öğrenmeden önce sadece resimlerine bakar, kendi düş evreninde onlara yeni hikayeler uydurur. Ben de öyle yaptım: Bulduğum ne varsa saatlerce baktım; hayaller kurdum; resimlerini, yazılarını taklit edip boş kağıtlara döktüm.

Arkadaşlarımın çoğu memur ailelerinin çocuklarıydı. Okuma yazmayı mahalledeki pek çok çocuk okula başlamadan önce öğrenmişti. Benimki öyle olmadı. Babam, okulda öğrenmenin daha doğru olacağını düşünmüştü. Bu yüzden de sınıftaki arkadaşlarımın çoğundan sonra yarışa katıldım. Bunun başlangıçta çok zorluğunu çektim. Neyse, zamanla arayı kapattım. Okuma yazmayı söktükten sonra babamın aldığı resimli hikaye kitaplarının hepsini okudum. Bunlar bittikten sonra çocuk romanları, öyküler, masallar okumaya başladım. Ortaokula başladığımda artık Yaşar Kemal, Orhan Kemal okuyordum. Böyle devam etti; liseye giderken klasiklerin, Nobel ödülü kazanmış yabancı yazarların eserlerinin pek çoğunu okumuştum. Sonrası malum, böyle devam etti işte… Kitaplara daldım, kitaplarda başka dünyalara girdim, önce aklımı kaybettim; ancak sonra oralarda yeni bir akıl buldum.

9.    Bu alanlarda ortaya koyduğunuz yapıtlarınız var mı? Bu yapıtları gerçekleştirme sürecinizi betimler misiniz? 

Kendimi her ne kadar başka türlerde yazma çabam da olsa öykücü olarak tanımlıyorum.

İlginçtir, yazdıklarımın neredeyse tamamını gurbette, Moskova’da yazdım.

Şu ana kadar dört kitabım yayımlandı. Fırsat bulduğumda söyleşi, kitap fuarı, imza etkinliklerine katıldım.

Öykülerimin, şiirlerimin ve yazılarımın bir kısmı dergilerde, sanal ortamdaki sanat ve kültür sitelerinde daha önce yayımlanmıştı. Önemli bazı siyasal-kültürel dergilerin kurucuları ve yayın kurulu üyeleri arasında yer aldım. 2.Gila Kohen Öykü Yarışmasında Teşvik Ödülü ile ödüllendirilen “Fanus”  ve “Tiyatrocu” isimli iki öyküm  “Renkler, Öyküler...” isimli seçki kitabında, 2002 yılında, “Dedem Dimitri” isimli öyküsüyse Mübadele Öyküleri seçki kitabında 2010 yılında yayımlandı.

Hepsi Moskova’da yazılmış olmak üzere bir siyasi-anı kitabım, üç öykü kitabım var. İki yeni öykü dosyam ise basım aşamasında.

2013 yılında “Koca Bir Sevdaydı Yaşadığımız” isimli siyasi-anı kitabım Dipnot Yayınevi tarafından basıldı. Kitapta önemli kısmını genç bir ODTÜ öğrencisi olarak yaşadığım siyasi maceramı anlattım. O dönemin ODTÜ tarihini, siyasi gençlik hareketini merak edenler için derli toplu bir referans kitabı oldu aslında. Bu kitap çok ilgi gördü; yayımlandığı yıl yayınevinin en fazla satan kitabı oldu. Kitabın baskı adedinin neredeyse yarısı kadar eşten, dosttan olumlu mesajlar aldım. Bu, beni çok mutlu etti.

2014 yılında “Yitik Zamanlar Dükkanı”, 2015 yılındaysa “Akvaryumdaki (Ba)balık” isimli öykü kitaplarım Kanguru yayınevi, “Yaşam Annemin Hatırladıklarıysa” öykü kitabım ise Notabene Yayınevi tarafından yayımlandı.

Yayıncımın gazıyla  “Masal, mesel, mesela” isimli bir öykü-masal kitabı yazdım; sırasını bekliyor. Gezi olaylarının yaşandığı sıralarda başlayarak üç ay içinde daha çok “kronolojik anımsatıcı” diye adlandırabileceğimiz “Onlar taştan, biz ağaçtan” isimli, yayıncısını arayan bir roman yazdım.

Falan…

10. Çalışmalarınıza ya da yapıtlarınıza gittiğiniz ülkenin halkından, orada yaşayan Türkiyelilerden ne gibi dönütler aldınız?

Buradaki Rus yazarları ve edebiyat ortamıyla ilişkilerde bazı teşebbüslerim olsa da çok yol alamadım.

Bu da olacak inşallah.

Burada benim gibi gelmiş çok sayıda insanla tanıştım. Benim gibi yazma çabası içinde arkadaşlarım oldu. Birlikte adı mesela “Mosfanzin” olabilecek bir dergi çıkarmayı tasarlıyoruz. 

11. Çalışmalarınızı/yapıtlarınızı Türkiye’de kamuoyuna mal edebildiniz mi? Toplumla buluşturma çabalarınız oldu mu?

Mazeret değil belki, ama ben yazmaya biraz geç başladım.

Kaçmaktan kovalamaya vakit bulamamak; edebiyatı ve yazmayı çok sevsem de arzuladığım kadar zaman ayıramamak ve zorunlu bir ihmalkarlık durumu hasıl oldu, haliyle.

Malum ben de ekmeğimi çalışarak kazanıyorum. Bundan şikayetçi falan değilim aslında. Keşke şu, kendimi zinde, verimli ve deneyimli bulduğum geçkin yaşımda da daha uzun süre çalışabilme olanağım olsa. Yaklaşık otuz yıllık bir çalışma yaşamım oldu. Öncesinden; on beş, on altı yaşlarımdan başlayarak süren onur duyduğum bir siyasi duruşum var. Çalışma yaşamım ve kültürel faaliyetlerimle ilgili çeşitli öz yaşam öykülerim oldu; ama ben, en çok hem bir 68’li, hem de bir 78’li olma halimi sevdim.

Öykülerim geç kitaplaştırıldı. Yazdıklarımın okurla buluşması ise ne yazık ki henüz bitmemiş, acıklı bir başka öykü konusu. Mutlu sona ulaşmak için daha çok mücadele vermek gerekiyor.

Günümüzde kitapların dağıtım kanallarına girmesi, kitapçı raflarında yer alabilmesi her geçen gün daha da zorlaşıyor. Ancak az sayıda yazarın ve büyük yayınevlerinin kitaplarını kitapçılarda bulabiliyoruz. Kapitalizmin kötü adaleti bu konuda da geçerli…

Edebiyat meraklısı biri olarak bilinenden çok değerli bir edebiyatımızın olduğunu iddia ediyorum. Genç ve değerli yazarlarımız var; ancak bu iyi edebiyat okurla buluşmak olanağını çok zor bulabiliyor.

Malum, öykü yazınının ülkemizde ticari bir cazibesi yok. Bir öykümdeki kahramanın ağzından söyleyeyim: “Öykü dünyasının insanları iyi insanlardır. Okurları, yazarları, yayıncıları… Çıkar ilişkisi yoktur aralarında… Zira öykü, çok okunmaz, satılmaz; ticari bir yanı yoktur. Öykünün ekonomisi yoktur”. Durum aynen böyle…

Bir yazar için kuşkusuz en kötü şey, okuruna ulaşamamaktır. Bu, bir futbol takımının seyircisiz oynaması gibi bir şeydir. Sevilmek, takdir ve teşvik edilmek, bütün yazarların besinidir. Yazarın okuruna kavuşması ve sevilmesi daha önce yazdıklarından daha iyilerini yazabilmesinin ön koşuludur.

Yazma nedenine birçok yazar farklı cevaplar vermiştir. Örneğin “yazmasaydım çıldırırdım,” falan gibi. Ben kendime en çok Marquez’in gerekçesini yakın buluyorum.  “Dostlarım beni daha çok sevsin” diye cevap veriyor, Marquez. Gerçekten de bana göre yazmak insani bir ilişki için gerekli olan bir şey. Paylaşmak isteğimi hayata geçirdiğim bir alan.

Yazdıklarımın okura ulaşmasından ziyade, benim dostlarımla aramdaki hayat bağlarımı oluşturması tarafını daha çok önemsiyorum. Benim gibi gurbette, dostlarından uzakta, yılın sekiz ayında soğuk ve uzun kış gecelerinin yaşandığı Moskova’da olan birisi için bunun önemini anlarsınız herhalde.

12. Yurt dışına çıktığınızdan bugüne kadar ayrıldığınız insanlarla, Türkiye toplumuyla, ülkenin durumuyla ilgili bağınız ya da çalışmanız nasıl?

Türkiye’ye fırsat buldukça gidiyorum. Uçak biletlerinin pahalılığı ve zamansızlık tabii ki engel.

İnternetin olanakları sağolsun, bu sayede  bağım hiç kopmuyor.

Yani memleket meseleleri biraz karışık.

Istrati usta, “Yabancı demek memleketini sırtında taşıyan insan demektir,” demiş.

“Bu mudur, yoksa vatan hasreti dedikleri!? / Her sabahım gurbet gurbet / Yalnızlık sevişiyor baktığım karlı, boş sokaklarda / Bir şarkı duyuyorum sanki uzaklardan / Hüzzam ayrılıklar makamında,” diye başlamışım bir şiirime. Durum bu şiirdeki kadar acıklı değil tabii ki; ancak Türkiye benim sevgili vatanım, İstanbul ise en büyük aşkım; eninde sonunda birbirimize yeniden kavuşacağız.

Geçen sene oğlum da Moskova’ya yerleşip, çalışmaya başladı. Sekiz yaşında benden daha iyi Rusça konuşan Türk-Rus melezi bir kız torunum var.

Hemen dönsem falan derken işler karıştı, bilmiyorum devamı nasıl olacak?

Ancak bunca vatan hasretine rağmen artık uzun süren göçmenlik serüvenimden sonra biraz da her yerin insanı oldum.

Nasıl hissettiğime de kendi dizelerimle cevap vereyim:

“…

Birden annemi, babamı, kardeşimi, oğlumu ve tüm hısım akrabayı

Arkadaşlarımı, okulumu, mahallemi, misket yuvarladığım sokakları

Memleketimi, onunla da yetinmeyip çepeçevre bütün dünyayı,

Nehirleri, denizleri, ağaçları, çiçekleri, böcekleri,

Türkleri, Kürtleri, Ermenileri, Arapları, Çerkesleri, M'acirleri,

Rusları, Çinlileri, İspanyolları ve hatta Amerikalıları,

Ve şu içimi ısıtan, ışıtan, her şeye can veren güneşi,

Mehtaplı gecelerin kahramanı aydedeyi, yıldızları çok sevdiğimi fark ettim.

Acunistim desem olmazdı,

Evrenistim desem yine uymazdı

Ben kosmozistim deyiverdim

Bütün kosmozun aşığıydım.”

10 April 2021

“FARKLI COĞRAFYALARDA ÜRETENLER” YAYINLANDI

 


Yazar Müslüm Kabadayı’nın, benim de içinde yer aldığım yurtdışında yaşayan ve eğitim, bilim, sanat, edebiyat alanlarında çalışmalar yapan 20 Türkiyeliyle yaptığı söyleşi kitabı “Farklı Coğrafyalarda Üretenler”  Klaros Yayınları tarafından Mart 2021’de yayımlandı.

***

Tanıtım yazısı:       

Çoğunluğu zorunlu nedenle yurtdışına giden Türkiyelilerden Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, İsviçre, Belçika, İsveç, Norveç, Rusya ve Avustralya’da tutunma mücadelesi veren yaratıcı-üretici 20 kişi, kitaptaki sıralamaya göre şunlardır: Şair-çevirmen Özkan Mert, yazar-çevirmen Fırat Ceweri, müzisyen Selahattin Yılmaz, yazılım mühendisi Aysima Karcaaltıncaba, masalbilimci ve eğitimci Yücel Feyzioğlu, şair-gazeteci Murat Altunöz, yazar-senarist Dursaliye Şahan, yazar Nimet Çetiner, şair-çevirmen Aytekin Karaçoban, gazeteci Doğan Özgüden, şair ve eğitimci İbrahim Eroğlu, yazar ve eğitimci Murat Tuncel, doktor ve şair İsmet Özer, ressam ve eğitimci Sabahattin Şen, gazeteci ve çevirmen Ahmed Arpad, yazar Muhittin Çoban, gazeteci ve yazar Özgür Topsakal, yazar ve ressam Muzaffer Oruçoğlu, yazar M. Hakkı Yazıcı, mineralog ve dilci Musa Güner.

İlk kez 1959’da İsveç’e giden Musa Güner’den 2017’de Norveç’e yerleşen Aysima Karcaaltıncaba’ya kadar yaklaşık 60 yıllık “göç(ert)me” olgusunun çok değişik boyutlarının, dramatik hikayelerinin dile getirildiği “Farklı Coğrafyalarda Üretenler”, göç ve sürgün konusunda çalışma yapanlara oldukça zengin malzeme sunmaktadır. Ayrıca, öykülere, romanlara ve film senaryolarına dönüştürülecek olay ve durumlar anlatılmaktadır.

Yazar Müslüm Kabadayı, söyleşilerden hareketle “Nasıl ki tarihin değişik dönemlerinde Fergana Vadisi’ndeki, Sogdlardaki, Mezopotamya’daki, Fenikelilerdeki, Maya’daki gelişkin kültür ortamını o dönemin göçmen kavimlerinin kaynaşması gerçekleştirdiyse, geleceğin ortak yaşam kültürünü de yaratıcı-üretici göçmenler hayata geçirebilir.” tezini ileri sürmektedir. Ülke ve Dünya sorunlarına duyarlı okurun, geleceğin barış kültürünün nasıl oluşturulabileceğine dair dinamikleri de keşfedeceği bir kitaptır “Farklı Coğrafyalarda Üretenler.”

318 sayfalık kitap, Klaros Yayınları’nın röportaj-söyleşi türündeki ilk yayını olarak raflarda yerini aldı.