09 April 2020

296’lık Konuk ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı






296’lık Konuk


Engin, sokak kapısından çıktı, bahçeyi geçtikten sonra yoldan karşı kaldırıma geçti ve durdu. Dönüp, çıktığı apartmana baktı. Sıradan bir apartman irisiydi bu; on katlı, dış duvarları artık boya isteyen, yirmi otuz yıllık bir yapı.

Birkaç aydır kaldığı bu evi gündüz gözüyle dışarıdan ilk defa görüyordu. Dışarısını da öyle... İç rahatlığıyla hiç bakamamıştı sokağa.

Mimari hiçbir özelliği olmayan, hatta çirkin denebilecek bir apartmandı bu; ancak bir hapishane olamayacak kadar da sevimliydi.

Başını kaldırıp ikinci kata baktı.

İkinci kattaki pencerelerden birinden, muhtemelen salon penceresinden Turan ve Şükriye ona bakıyorlardı. El salladılar. O da onlara el salladı. Şükriye, duyamadığı bir şeyler söyledi.

O sırada biraz ileriden, yola paralel demiryolundan bir banliyö treni gürültüyle geçti.

Şükriye de farkındaydı söylediklerinin duyulamadığını; söylediklerini destekleyen el kol işaretleri yaptı.

Tam anlayamasa da iyi şanslar dileğine benzer bir şeyler olduğu belliydi.

Engin, ikinci katın penceresinden kendisine bakan Turan ve Şükriye’ye el sallarken, birkaç ay içinde yaşadıkları adeta geçen banliyö treninin vagonları, kompartımanları gibi hızla gözünün önünden geçti.


*** 

En son ne konuşmuşlardı Oğuz’la?

Bir akşamüstü sahilde bir çay bahçesinde buluşmuşlardı. Oğuz çok tedirgindi. Ev baskınlarında pekçok arkadaşları yakalanmıştı. Engin’in birkaç gün evinde barındırdığı Cengiz de Suriye’ye kaçarken sınırda yakalanmıştı. Eğer sorguda konuşursa herkesin başı derde girebilirdi. Çürük bir zincirin halkaları gibi patır patır dökülebilirdi bütün ilişkiler. O yüzden de Engin’in bir süreliğine ortadan kaybolmasında fayda vardı.

Oğuz’un tedirginliği Engin’e de geçmişti. Sapsarı bir yüzle anlattıklarını lafını kesmeden dinledi.

Cengiz’i tanımazdı bile… Üniversiteden tanıdığı bir arkadaşının ısrarıyla birkaç günlüğüne evinde saklanmasına razı olmuştu. Bir gece kapıya dayanmışlardı. Çok zor durumda olduklarını, sadece iki üç gün kalınacak bir eve ihtiyaçları olduğunu söylemişlerdi. Engin, Cengiz’e bakmış, acımıştı. Yaprak gibi titriyordu.

Siyasetle uzaktan yakından hiç ilgilenmemişti. Ama insanlık adına; 12 Eylül’ün bu kötü, karanlık günlerinde, zor durumda olan birisini sokak ortasında bırakmayı, onun yakalanacağını, muhtemelen işkenceden geçirileceğini bile bile barındırmamayı doğru bulmamıştı. Siyasetle ilgili değildi; ancak ülkesinin bağımsızlığını, daha demokratik bir toplumda yaşamayı istemek, yoksulların hakkını savunmak gibi masum taleplerin egemenler tarafından suç sayıldığını bilecek kadar da bir şeylerin farkındaydı.

Çaresiz kabullenmişti. Sadece, ama sadece birkaç günlüğüne… Onlar da kabul etmişlerdi. Zaten birkaç gün içinde Cengiz’i Güneydoğu’dan Suriye’ye, ya da Ege Kıyılarından Yunanistan’a kaçırmanın bir yolunu bulacaklardı.

***

Böylece Cengiz’in yakalanmasıyla Engin de başı derde girebilecekler arasına girmişti. Bir zanlıyı evinde barındırdığı için suçlanabileceği, gözaltına alınıp, tutuklanabileceği için onun da kendi evinde kalmaya devam etmesi sakıncalıydı. Daha da önemlisi eğer Engin de yakalanır ve konuşursa başı derde gireceklerin sayısı artacaktı.

Kaçması, güvenli bir yerde gizlenmesi gerekiyordu.

Yani yataklık edeni evinde barındırmaya, yataklık etmeye gönüllü birilerini bulmak gerekiyordu.

Kalınacak evin Engin’in çevresinden birilerinin olması doğru değildi. Zira çok kısa zamanda izi bulunabilirdi. Oğuz başka birilerini bulmaya çalışacaktı. Önce o gece için çok da güvenli olmayan bir ev ayarladı. Ertesi gün öğleden sonra geri geldi. Daha güvenli, Engin’in bir süreliğine kalabileceği eski bir arkadaşının evini ayarlamıştı.

Oğuz’un bu arkadaşı da Engin kadar olmasa bile siyasetin dışında biriydi. Öğrenciliğinde uzaktan da olsa bir sempatizanlığı olmuştu. Ancak o kadar… Şimdi işinde gücünde, evli barklı bir adamdı.

***

Oğuz, ilk gece kaldığı yerden Engin’i aldı, beraberce sokağa çıktılar. Beşiktaş’ta bir birahanede kalacağı yeni evin sahibi Turan’la buluştular. Tanışma, konuşma faslından sonra Oğuz fazla oturmadan ayrıldı. O gittikten sonra onlar da fazla oturmadılar, birahaneden çıkıp, Beşiktaş’tan motorla karşıya, Üsküdar’a geçtiler. Turan’la iskeledeki taksilerden birine binip, Göztepe taraflarında bir eve gittiler.

Engin, taksi şoförüne yolu tarif eden Turan’ın konuştuklarının farkında değildi; dinlemiyordu. Derin düşüncelere dalmıştı; öyle olmasa bile fazla şey bilmenin zararlarını artık anlamıştı.

Hava kararmıştı. Taksinin arka koltuğunda, Boş bakışlarla camdan dışarı bakıyordu.

Birdenbire ortadan kaybolup, başka bir hayata geçiyordu.

Allahtan bu olup bitenler neredeyse ilişkilerinin sıfırlandığı bir döneme denk gelmişti. İki senedir birlikte olduğu kız arkadaşından ayrılmış, içine düştüğü boşluk yetmiyormuş gibi şirketteki işine de son vermişlerdi, Oturduğu Çamlıca’daki babadan kalma bahçeli eski evin zorunlu tadilat işlerini parasızlıktan başka bir bahara bırakmıştı. İçine düştüğü bunalımdan kurtulup, tam yeni bir hayat kurmanın planlarını yaparken bu iş başına gelmişti. İzmir’de ablasıyla yaşayan anacığına, çevresine, arkadaşlarına doktora için yurtdışına gideceğini söylemişti. İngiltere’deki üniversiteyle bütün yazışmaları tamamlayıp, davet alıp, yolculuk hazırlıklarını yaparken kaçak durumuna düşmüştü…Kısmet!...

Hangi sokaklardan geçtiklerini, nereye geldiklerini bilmiyordu. Sadece geçtikleri aşina yerlerden Göztepe yakınlarında olduklarını anlıyordu. Neden sonra taksi durdu, indiler.

Turan, etraftan görülme endişesi içinde Engin’i kolundan sürükleye sürükleye bahçeden geçirip apartmana soktu.

Kapıyı açan Şükriye, bu davetsiz misafire şaşkınlık ve kuşkuyla bakmıştı.

Engin’i salonda bir koltuğa oturtmuşlardı.

Turan’la Şükriye mutfakta uzun uzun konuştular. Turan, durumu anlatıp, onu ikna etmeye çalışıyordu. Şükriye’nin ara ara yükselen, isyan eden sesi salondan duyuluyordu. Belli ki önceden onayı alınmamış, bir emrivakiyle karşı karşıya kalmıştı.

Bir süre sonra Turan salona geri döndü. Yüzünde zorlama bir nezaket vardı.

Ondan sonra salona gelen, yaptığı çayı ikram eden Şükriye’nin hoşnutsuzluğu yüzünden kolaylıkla anlaşılıyordu. İkna olmamıştı; ama çaresiz bir kabulleniş vardı tavırlarında.

***

Engin’in konukluğu süresince kalacağı daha önce tanımadığı bu insanların evinde küçük bir odası vardı artık. Zaman zaman yatılı gelen akrabaların misafir edildiği, çocuk odası diye tabir edilen küçük odalardan…

Belki de bu genç çiftin ileride olacak çocuklarının uyuyacağını hayal ettikleri bir oda.

Tek kişilik bir yatak, bir komodin, bir koltuk, yerde küçük bir halı ve elbiselerini koyabileceği iki kapılı bir dolap… Ancak Engin’in dolaba koyacak elbiseleri bile yoktu. Öylesine hazırlıksız ve acele gelmişlerdi. Allahtan Turan’la bedenleri neredeyse aynıydı. Onun pijamalarından birini verdiler.

Sesli ifade edilmese bile herkesin arzuladığı şey, bu konukluğun olabildiğince kısa sürmesiydi.

Sabahları erken saatlerde Turan ve Şükriye, işe gitmek için evden çıkıyorlardı. Bazen beraber, bazen ayrı ayrı... Beraber çıktıklarında Turan, arabasıyla Şükriye’yi işine bırakıyordu. Ama Şükriye, genellikle bankanın servisiyle işe gitmeyi tercih ediyordu.

Engin için yapılacak en iyi şey uyku süresini uzun tutmaktı. Aylaklık yaptığı uzun bir tatildeydi adeta.

Kalktığında da banyoda elini yüzünü yıkadıktan, mutfakta Şükriye’nin masada bıraktığı kahvaltılıkları yedikten sonra masayı toplayıp temizleyip yine odasına dönüyordu.

Evin içinde çok dolaşmıyordu zaten; odası, banyo ve mutfak arasında geçen bir hayatı vardı. Ayaklarının ucuna basa basa yürüyordu. Sessizlik ana kuraldı. Bunun için de terlik giymiyor, çoraplarıyla geziniyordu. Komşuların, kapıcının Turan ve Şükriye işe gittikten sonra evde birisinin kaldığını anlamamaları gerekiyordu. Kapı çaldığında iyice sessizleşiyordu, kendisi için olmadığını biliyordu; yolunu şaşırmış bir komşu, servis için gelen kapıcı ya da bir seyyar satıcı olabilirdi. Veya postacı; ama onun için gelinmediği kesindi.

Fakat ya gelenler onun izini bulan polislerse!?.. Bu düşünce aklına gelince kapıdaki kişi ya da kişilerin uzaklaştığına ikna oluncaya kadar korkudan kaskatı kesiliyor, nefesini tutup bekliyordu.

İlk birkaç gün içinde apartman sesleri konusunda uzmanlaşmıştı. Kimseyi görmese de seslerden apartman içinde olan bitenleri anlayabiliyordu. Üst katlardan birinde oturan komşunun kızının piyano derslerinin ne zaman olduğunu biliyordu artık. Başka bir komşunun haylaz oğlunun dersini çalışmadığını annesinin bağırmasından anlayabiliyordu. Çocuğun annesinin evde olmadığını, onun bunu fırsat bilip dersini bırakıp oynadığını zeminde yuvarlanan misket sesinden, yerde seken topun sesinden anlamak zor değildi.
En çok da kapıcının “alışverişe gidiyorum, bakkaldan bir şey lazım mı abla?” bahanesiyle sık sık kapısını çaldığı baygın sesli komşu kadını merak ediyordu.

Öğleden sonraları sıkıntısı iyice artıyor, çok sıcak ilişkileri olmasa da Şükriye ile Turan’ın gelmelerini dört gözle beklemeye başlıyordu. Gelme saatlerinde merdivenlerdeki, sahanlıktaki, kapının önündeki ayak seslerini dinlemeye başlıyor,  anahtar deliğinde anahtarın döndüğünü duyunca seviniyordu.

Akşamları genellikle önce Şükriye, arkasından Turan eve dönüyordu. Turan’ın iş toplantıları nedeniyle ara sıra geciktiği de oluyordu. Şükriye, salonda bir yorgunluk sigarası içtikten sonra akşam yemeğini hazırlamak için mutfağa giriyordu.

İlk akşamlarda nezaketen yemek sonrasında salonda topluca çay kahve içip havadan sudan konuşup, sohbet etmişlerdi. Ama bir süre sonra bu zorlama sohbetlerden bıkıp vazgeçmişlerdi.

Engin’le muhabbetlerinin  “nasılsınız, bugününüz nasıl geçti?”nin ötesine geçtiği pek olmuyordu.

Akşam yemeklerinden sonra çok istenilmediğinin farkında olduğu için uykusunu bahane edip erkenden odasına çekilip uyuyordu. Yatma saatine kadar salonda oturan Turan’la, Şükriye’nin konuşmaları genellikle onun varlığı üzerineydi. Konuşma çok kısa sürede tartışmaya dönüşüyordu.

Umulan süre çoktan aşılmış, ancak Engin hala evde kalmaya devam ediyordu.

Genellikle Turan, sakin bir ses tonuyla karısını yatıştırmaya çalışıyordu. Engin’in varlığını savunan o, karşı çıkansa Şükriye idi.

Ancak konukluk beklenilenden daha uzun olmaya başladığında Turan da Şükriye’nin rahatsızlığını paylaşmaya başlamıştı.

***

Bir akşam Turan önemli bir haberle geldi: Oğuz da yakalanmıştı.

Evin içine de sanki bomba düşmüştü. Anlaşılan Engin’in konukluğu umulandan çok daha fazla uzayacaktı.

O akşam yarım yamalak hazırlanan sofrada Engin, yemeğini bile bitirmeden odasına gidip, kafasını yastığa gömdü.

Salonda yine o malum karı-koca tartışması vardı.

O gece herkes erken yattı, ancak hiç kimsenin rahat uyuduğu ya da uyuyabildiği söylenemezdi.

***

Bir gün Turan, o zamana kadar aklına gelip de sormadığı bir şeyi sormuştu: Engin’e isnat edilen, onun kaçmasına neden olan suç neydi?

Bir süre düşündükten sonra “Eğer yakalanır ve yargılanırsam, muhtemelen Ceza Kanunu’nun 296. maddesinden yargılanırmışım” diye açıkladı Engin.

Turan:

“Ne demek şimdi bu?! Sıradan bir vatandaşın da anlayabileceği bir şekilde anlatsana” diye çıkıştı.

“Ben de bilmiyorum, ama bir avukata sormuştum; aklımda kaldığı kadarıyla şöyle: Türk Ceza Kanunu Altıncı Fasıl; Cürüm İşleyenleri Saklamak ve Cürümün Delillerini Yok Etmek Cürümleri. Madde 296-…”

“Yani?”

“Yani yataklık etmek; bir suçun failini bilerek saklamak…”

Arada bir sessizlik oldu.

Turan, uzun süren sessizlikten sonra;

“Yani sen yakalanır ve bizim seni sakladığımız öğrenilirse bize de isnat edilebilecek bir suç, öyle değil mi?”

Engin, sustu, cevap vermedi.

Turan, o ana kadar önemli bir suçtan arandığını sandığı bu adamla aslında şu anda aynı suçu işliyor olmalarının şaşkınlığı ile dalgınlaştı.

Birden hayal kırıklığıyla karışık bir öfke sardı içini. Huzurlarını bozan bu adama karşı azalan saygısını da bir anda tümüyle yitirmişti. Nereden de başına sarmıştı bu derdi? Nasıl kurtulacaktı bu illetten?

***

Ertesi sabah Turan odasına girdi. Sinirli bir hali vardı. Engin uykulu gözlerle, şaşkın ona bakarken;

“Bak,” dedi Turan, “Şuraya bir çizgi çiziyorum.”

Elinde bir tebeşir vardı.

“Bu çizgiyi geçip pencereye yaklaşmayacaksın. Dışarıdan birileri seni görmesin. Kendini de yakarsın, bizi de.”

Çaresiz, peki anlamında başını salladı. Zaten pencereye yaklaşıp, dışarı falan baktığı yoktu, sessizce “Olur” dedi.

Tam odadan çıkacakken Turan, geri dönüp, bağırarak “Yoksa kendini kapının önünde bulursun”dedi.

Engin, babası tarafından evden kovulmakla tehdit edilen bir delikanlının suçluluğu ve çaresizliği içinde başını önüne eğdi.

***

Nereye gider, ne yapar bilemiyordu, ama konukluğunun artık iyice rahatsızlık verdiğini bildiğinden bir akşam Turan ve Şükriye ile otururlarken “Ben artık gideyim, size yeteri kadar rahatsızlık verdim,” dedi.

Şükriye, merak ve şaşkınlıkla, “Nereye gideceksin?” diye sordu.

Engin:

“Bilmem. Belki eve dönerim. Abartıldığı gibi bir sorun olmayabilir. Benim durumum polis tarafından bilinmiyor olabilir.”

Turan, ciddi bir ifadeyle;

“Ya biliniyorsa!? Sen eve gittiğinde yakalanır, ifadende bizden bahsedersen ve bizim de başımız derde girerse?”

Engin, bu sorunun cevabını bilmiyordu.

Şükriye:

“Hayır, olmaz; bu hem senin, hem de bizim için tehlikeli. Bir süre daha burada kal, durumu anlayalım, sonra karar veririz,” dedi.

Bu olayda Turan’ın ve Şükriye’nin konuksever olduklarını söylemek mümkün değildi; ancak bu zoraki konukluğun sebebi, başı dertte birisini insanlık adına sokağa atmama gerekçesinin ötesine geçmiş, kendilerinin de başının derde girmemesi için devam etmesi gerektiği noktasına gelmişti.

Herkes, konukluğun hiç olmazsa biraz daha devam etmesinin doğru olacağı konusunda düşünce birliğine varmıştı.

***

Rahatsızlık tümü için varlığını sürdürse de, kabulleniş ağır basmış, duruma alışmaya başlamışlardı. Ya da en azından alışmaya çalışıyorlardı.

Eve daha erken gelen ve yemek hazırlama öncesinde salonda ayaklarını uzatıp yorgunluk sigarası içen Şükriye ile konuşmaları gün geçtikçe daha uzun olmaya başlamıştı.

Şükriye, bu zorunlu konuğun sohbetinden daha çok keyif almaya başlamıştı.

Zaten hikayeleri de birbirine benziyordu; vicdan sahibi birileri olarak hiç tanımadıkları zor durumda olan insanları evlerinde barındırmak ortak noktalarıydı.

Politik insanlar değillerdi, ama duyarsız da değillerdi; bu kötü, karanlık politik ortamda başlarına tuhaf bir olay gelen insanlardı.

Şükriye, sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra işyerinde olanları, kimseyle paylaşamadığı dertlerini anlatmaya başlıyordu.

Engin, onun işyerinde olup biten her şeyden haberdardı. Entrikaları, insanların ikiyüzlülüğünü biliyordu. Hırslı, hiperaktif şube müdürünü, sinsi iç yönetmeni, pazarlama yönetmeniyle gizli aşk yaşayan memureyi, herkesi, ama herkesi tanıyordu artık.

Şükriye, bıraktığı yerden ertesi akşam devam ediyordu. Pazarlama yönetmeninden hamile kalıp kürtaj yaptıran memurenin hastanelik olduğunu, sahte bir apandisit ameliyatı raporu aldığını bile.

Zamanla Engin’e zorunlu olarak alışmışlarsa da Turan’la, Şükriye’nin bağrışıp tartışmaları günlük, olağan bir şey olmayı sürdürüyordu. Tabii ki sebep kendisiydi.

Ancak roller giderek değişmeye başlamıştı: Onu istemeyen Turan, savunan ise Şükriye olmuştu.

Geceleri annesi ve babası kendi yüzünden tartışıp, kavga eden küçük çocuklar gibi kafasını yastığa gömüp yorganı başından çekip uyuyordu.

Bir keresinde Engin, konukluğunun uzamasından yakındığında “Niye canını sıkıyorsun? Güvende olduğun bir evdesin. Ya şimdi hapiste olsaydın, daha mı iyi olurdu?” demişti, Şükriye.

“Benim hapiste olan birinden ne farkım var?” diye karşı çıkmıştı.

Şükriye, “Abartıyorsun” dediğinde “Tabii burası da üç oda, bir salondan oluşan, konforlu bir hücre benim için” diye devam etmişti.

***

Engin, sıkıntılı saatler geçirdiği bir gün, kütüphanede bulduğu kalemle bir kağıt parçasına gelişigüzel desenler çizmişti. Akşam Şükriye eve gelip bunları masa üstünde görünce çok şaşırmıştı.

“Bunları sen mi çizdin? Çok güzel, başarılı desenler” demişti.

Yaptığı desenlerin beğenilmiş olması Engin’i hem şaşırtmış, hem de mutlu etmişti. Lisede iken resim derslerinde hep başarılıydı. İyi notlar alırdı. Resim öğretmeninin gözdesiydi. Ama hepsi o kadar. Bu yeteneğini geliştirecek ne merakı, ne de zamanı olmuştu. Sıkıcı iş toplantılarında kağıda çiziktirdiklerinin dışında, resim yapmayı bir hobi olarak seçip, uğraşmamıştı.

***

Şükriye, bir akşam eve kırtasiyeciden aldığı resim malzemeleriyle; tuvaller, boyalar ve fırçalarla geldiğinde Engin çok mutlu oldu. Annesi kendisine hediye almış küçük bir çocuk gibi sevindi.

Bir resim yapma heveslisi için gerekli olan her türlü malzeme elinin altındaydı. Bu kadar iltifata uğrayan birisinin resim yapması artık şart olmuştu.

***

Ertesi sabah, Şükriye ve Turan işe gitmek için evden çıktıklarından sonra hemen işe koyuldu.

Önce ne yapacağını, nasıl yapacağını bilemedi. Sonra başta tuvale çizdiği eskizleri detaylandırıp, boyamaya başladı. Başlangıçtaki acemiliğini üstünden attıktan sonra resme daha keyifle devam etti.

Akşama doğru yaptığını kendisi de beğendi.

Acaba Şükriye de beğenecek miydi? Resmin artık bittiğine karar verdiğinde, tuvalin sehpasını odanın kapısına doğru çevirip heyecanla Şükriye’nin gelişini beklemeye başladı.

Kapının kilidinde anahtarın döndüğünü duyduğunda heyecanı iyice arttı. Ayak seslerinden Şükriye’nin geldiğini anladı.

Odanın kapısında belirdiğinde sanki bir şey olmamış gibi koltuğa oturmuş ona doğru baktı.

Şükriye, “Aaaa ne yapmışsın, harika bir resim bu!” diye sevinçle haykırdı.

Yaptığı resmin beğenilmiş olmasının mutluluğunu gizlemeye çalıştıysa da beceremedi.

“Gerçekten beğendin mi?” diye sordu.

“Evet, çok güzel olmuş.”

***

Ertesi günü resim yapmaya daha erken başladı. Şükriye akşam eve döndüğünde bu resmi de beğendi.

Engin, artık sergiye hazırlanan bir ressam gibi, her gün hevesi daha da artarak resim yapmaya devam ediyordu. Malzemeleri bittikçe Şükriye yenilerini alıp getiriyordu.

Turan’ın tepkisiyse beklediği gibiydi. Bir gece odasında yatmaya hazırlanırken salonda Şükriye’ye “Adamı evimizde barındırıp, beslediğimiz yetmiyormuş gibi bir de resim malzemeleri alıp eğlendiriyoruz” diye söylendiğini duydu.

***

Şükriye, Engin’in yaptığı resimleri anlayan birisine gösterip fikrini almayı kafasına koymuştu. Turan’dan tanıdığı galerici bir arkadaşına götürmesini istedi. Turan, “Başıma bir de bu işi mi sarıyorsun?” diye çıkıştıysa da Şükriye’nin ısrarlarına dayanamadı.

Gazete kağıtlarına sardığı iki üç resmi arabasının arka koltuğuna koyup işe gitmek üzere evden çıkarken yine söyleniyordu.

Ancak galerici arkadaşının resimleri beğenip övücü sözler söylemesine şaşırmıştı.

O kadar övücü sözden aklında kalan sadece Şükriye’ye aktardığı “naif ve özgün” sözcükleri olmuştu.

Arkadaşı resimleri bir süre galeride sergileyebileceğini söylemişti. O da resimleri galeride bırakıp dönmüştü.

Asıl şaşkınlığı ise birkaç gün sonra galerici arkadaşının telefonla arayıp resimlerin satıldığını, aynı ressamın başka resimleri varsa ve getirirse mutlu olacağını söylemesinden sonra yaşadı.

***

Turan, galerici arkadaşına her hafta birkaç resim götürdü. Resimler her defasında kısa zamanda satıldı. Hem de iyi fiyatlarla…

Ancak bunu hemen Engin’e ve Şükriye’ye söylemedi. Belki de Engin’in yüz bulup, şımaracağını düşünüyordu.

Galerici arkadaşı ilk ödemeyi yaptığında önce bu parayı ne yapacağını bilemedi. Önce adam evimizde kalıyor, masraflarını karşılıyoruz, bu para onun karşılığı olmalı diye düşündü.

Evet, doğrusu buydu. Böyle düşünüyordu, ama vicdanı da rahat değildi.

Daha sonra ödenen para iyice artınca bankada bir hesap açtı. Aslında büyük bir para değildi, ama azımsanacak bir şey de değildi. Bundan ne Şükriye’ye ne de Engin’e bahsetti.

Çeşitli defalar durumu onlara da açıklamaya niyetlense de erteledi.

Eski kızgınlığı da geçmişti. Engin’in resim hevesini o da destekliyordu artık. Bazen Engin’in resimleri yaptığı odasına gidip bir sandalyeye oturup, resim yaparken onu hayranlıkla izliyor, arkasından iltifatlar yağdırıyordu.

***

Engin, sanki bir resim yapma makinesi haline gelmişti.

Aklına ne gelirse onun resmini yapıyordu; daha çok doğanın; çiçeklerin, ağaçların, dağların, en çok da özlediği denizin.

Bir gün Salacak’tan Kız Kulesi ve Boğaz manzarasına bakıp, gerçekliği karşısında şaşıran Turan, şakayla, “Sen gündüz biz yokken çaktırmadan dışarı çıkıp, resim yapıyorsun galiba?” diye takılmıştı.

Turan’ın davranışlarındaki bu değişikliğe anlam veremese de hoşuna gidiyordu.

Artık eskisi kadar huzursuz edilmese de Engin’in konukluğun iyice uzamasından kaynaklanan mutsuzluğu giderek artıyordu.

Tamam, resim yapıp oyalanıyordu. Ev sahipleri ondan eskisi kadar rahatsız değillerdi; ama bu, üç oda, bir salonluk hapishanedeki yaşam iyice zor gelmeye başlamıştı.

***

Turan, bir sabah işyerinde çalışırken beklemediği bir telefon aldı; Oğuz tahliye olmuştu.

Oğuz’un ve Cengiz’in ifadelerinde Engin’i suçlayan bir şey yoktu ve dolayısıyla kaçmasına gerek yoktu.

Engin’in zoraki konukluğu artık sona erebilirdi.

Beklemediği bu haberi daha önce alsa çok sevineceğini düşünürdü. Ancak böyle olmadı. Turan şaşkınlaştı. Durgunlaştı. Sevinemediğini görünce kendisine daha çok şaşırdı.

Birkaç aydır evlerinde kalan bu yabancı adama, 296’lık zoraki konuğa kanı mı ısınmıştı?

Yoksa bankadaki hesapta iyice kabaran paranın cazibesi miydi sebep?

Böyle bir şeyin aklına bile gelmesine kendi de kızdı. Hayır, kesinlikle öyle bir şey olamazdı. O para Engin’in hakkıydı ve Turan, onun hesabına muhafaza ediyordu. Hepsi o.

O gün işlerine yoğunlaşması mümkün olmadı. Önceden belirlenmiş birkaç iş toplantısını iptal etti.

Eve gittiğinde Şükriye evdeydi. Engin, odasında yine resim yapıyor, o da hayranlıkla onu izliyordu. Turan da divana oturup izlemeye katıldı.

Turan, o akşam bir ara niyetlense de gelen telefondan, Engin’in artık kaçmasına gerek olmadığı bilgisinden hiç bahsetmedi.

***

Turan, iki gün boyunca bu konuyu düşündü. Yaptığı doğru değildi biliyordu. Hem Engin’i rahatlatacak onun yeniden normal yaşamına dönmesini sağlayacak bu haberi açıklamalı, hem de bankada biriken parasını vermeliydi. Doğrusu buydu.

Turan, resimlerin satışından elde edilen gelirin üstüne yatma fikrinde olmadığının ta başından emin ve içi rahattı.

O, sadece güvenilir bir mutemet gibi parayı muhafaza etmişti. Hem kendi evlerinde yaşayan, dışarıya çıkmayan, dolayısıyla hiçbir harcaması olmayan Engin’in o dönemde paraya ne ihtiyacı olacaktı ki?

Öyle veya böyle derhal Engin’e çok mutlu olacağı haberi vermeli; onun için sürpriz olacak parasını da teslim etmeliydi.

Konukluk da böylece sona ermeliydi.

Böyle düşünüyordu, ama uzayan toplantılar nedeniyle eve geç gelmeler ve uzun iş seyahatleri yüzünden durumu Engin’e ve Şükriye’ye anlatma fırsatı bulamadı.

***

Bir öğleden sonra Şükriye Engin’i de üzen bir haberle eve geldi. Bankadaki toplu işten çıkarma nedeniyle işine son verilmişti.

Engin’in durgunlaştığını fark edince, “Boş ver,” dedi, “Aslında çoktandır bekliyorduk bunu. Bizim bölümden sekiz kişinin işine son verildi… Allahtan tazminatlarımızı hemen ödediler. Biraz dinlenip, yeni bir iş bulurum.”

Çok ta umursamazmış gibi konuşmuştu, ama kendisine ve Engin’e birer kahve yapıp içtikten sonra Şükriye odasına kapandı. İçerden gelen hıçkırık sesleri Engin’in içini paraladı.

Bu haber, akşam eve gelen Turan için de şok oldu.

***

Sonraki birkaç gün Turan, uzayan iş toplantıları, yoğun iş temposu nedeniyle yine eve geç gelip, işe erken gitmek zorunda kaldı.

Araya bir de aniden çıkan yeni iş seyahatleri girince haberi Engin’e vermek işi yine ertelenmiş oldu.

Bu işin uzaması Turan’ı da rahatsız etmeye başlamıştı.

Şükriye, artık işe gitmiyordu; bütün gün Engin’le evde yalnız kalıyordu. Engin, iyi bir çocuktu, Şükriye’ye de güveni tamdı, ama “ateşle barut bir arada olmaz,” lafı beynini kemiriyordu.

***

Bu iş çok uzamıştı artık.

Turan, iş seyahatinden döndüğü günün akşamı eve geldiğinde Şükriye ile Engin’i derin bir sohbetin içinde buldu. Engin’in bir elinde paleti, diğerinde fırçası vardı. Fırçasını tuvalde gelişigüzel gezdiriyordu.

İkisi de dalmış havadan sudan, hayattan konuşuyorlardı. Onun geldiğini fark etmemişlerdi bile… Konular sıradan konulardı, ama ses tonlarındaki yumuşaklık, davranışlarındaki duygusallık hemen seziliyordu. Turan, bu konukluğun daha fazla uzamasının kendisi için de hoş olmayacak bir şekilde sonuçlanacağı hissine kapıldı.

Engin’e haberi ertesi gün, bankadan parayı da çekip, akşam yemeğinde açıklamaya karar verdi.

***

Sabah evden çıkarken Turan, Şükriye’den akşam yemeğinde nedenini daha sonra açıklayacağı bir kutlama için hazırlık yapmasını istedi.

Akşam eli kolu şarküteriden aldığı mezeler ve içkilerle eve döndüğünde Şükriye sofrayı hazırlamıştı bile.

Mezeler masaya getirildi, balık pişirildi, rakılar açıldı; donatılmış masaya kutlamaya yakışır temiz ve yeni giysileriyle oturdular. Turan’ın yüzünde hınzırca bir gülümseme vardı. Engin ve Şükriye ise bu kutlamanın merakı içindeydiler.

Bir iki kadehten sonra herkesin keyfi yerine geldi. Zamanının geldiğini düşündüğü bir anda Turan, elinde kadehiyle ayağa kalkıp, “Engin’in özgürlüğüne kavuşmasına içelim,” dedi.

Şükriye, daha fazla açıklama ister bir ifadeyle Turan’a baktı. Turan, yüzünde aynı hınzır gülümsemeyle ikisini de süzdükten sonra oturdu; olan biteni sırasıyla anlattı. Sonra içeri gidip çantasından bir büyük zarf alıp, geri döndü; Engin’e verdi.

“Bu senin. Satılan resimlerinden elde edilen paralar,” dedi.

Engin, anlatılanların şokundan kurtulabilmiş değildi. Anlayabilmek için yeterince ayık da değildi.

Sevinmeli mi, daha da ileri gidip sevinçten ağlamalı mıydı? Bir paralara, bir Turan’a baktı.

Kimse konuşmuyordu. Neşenin yerini, hüzün almıştı. Birbirlerine alışmış dostların ayrılış anındaki hüzünlerine benzer bir duygu sofraya hakim oldu.

Engin, zihnini toplayıp, düzgün cümleler kurmaya çalışarak;

“Ben bu parayı hak etmedim, alamam,” dedi, “Zoraki konukluğum süresince küçük çocuğunuz gibi baktınız. Bana katlandınız. Hem beni Şükriye teşvik etmese, malzemeler almasa bu resimleri yapamazdım.”

Turan:

“Bak, nazlanma al, bu para senin hakkın. Şimdi işsizsin, yeni bir iş bulana, hayatını düzene kadar bu paraya ihtiyacın olacak. Çok istiyorsan Şükriye’ye bir hediye alırsın, ödeşirsiniz,” dedi.

***

Ertesi gün, cumartesiydi; herkes evdeydi. Kahvaltıyı birlikte yaptılar.

Öğleye doğru Engin, toparlanmış, gitmeye hazırdı.

Ağır hareketlerle kapıya yöneldiğinde şaşkınlığından hala kurtulamamıştı. Kapıda kendisini geçiren Turan ve Şükriye ile öpüştü. Yavaş yavaş merdivenlerden inmeye başladı.

Merdivenlerde aşina olduğu apartman seslerinin sahipleriyle karşılaştı.
Piyano dersleri alan komşu kızı elinde nota defterleriyle merdivenleri birer, ikişer atlayarak çıkıyordu. Üst kattaki komşunun haylaz oğlu elindeki torbadaki misketlerini düşürdü; misketler zıp zıp zıplayarak gürültüyle merdivenlerden aşağı yuvarlandı.
Bahçe kapısından işveli hareketlerle kırıtarak güzel bir kadın girdi. Bu, kapıcının “Abla servise gidiyorum, bir şey lazım mı?” bahanesiyle sık sık kapısını çaldığı baygın sesli kadın olmalıydı.

Bahçeden çıkıp, yolu geçip arkasına baktı.

Turan’la, Şükriye pencereden kendisine bakıyorlardı.

El salladılar; o da onlara el salladı.



08 Mart 2010, Moskova


05 April 2020

Madam Eleni’nin piyanosu ( Kısa öykü ) / M. Hakkı Yazıcı




Madam Eleni’nin piyanosu


Madam Eleni, Cihangir’de bir apartmanın beşinci katında tek başına yaşadığı evinden aynı sokaktaki başka bir apartmanın üçüncü katındaki yeni evine taşınmaya karar verince konu komşunun ilk tavsiyesi bu işi hamal Niyazi’ye yaptırması oldu.
Kadıncağız evinden memnundu, ama ev sahibi oturduğu daireyi bir başkasına satmıştı. Yeni mal sahibi de evde kendi oturacağından bahisle en kısa zamanda tahliye etmesini kibar bir dille rica etmişti.
Madam Eleni’yi o zamandan beri derin bir düşünce almıştı. Her şey gözünde büyüyordu. Neyse ki aynı sokakta başka bir ev bulmuştu. Hatta kiraladığı yeni evin salon penceresinden bakınca apartmanların arasından denizi bile görebiliyordu. Ferah bir evdi. Ama eşyaları nasıl taşıyacaktı. Pek çoğu kendisiyle yaşıt eski eşyalarının hasar görmesinden endişe ediyordu.
Hadi berjer koltuklar, antika dolaplar, kristal avizeler neyse, fakat üstüne titrediği piyanosunun taşınması uzmanlık isteyen bir işti.
Piyanolar, hacmi geniş, ağırlığı fazla olan, hassas müzik aletlerindendi. Taşıması basit bir iş değildi. Konsol piyano ya da kuyruklu piyano olsun hiç fark etmez. Dikkat, özen ve titizlik ister. Öyle her hamal ile olacak bir şey değildir. İşinin ehli olan özel piyano taşımacıları tarafından yapılması gerekir. Parası Yüksek olduğu için herkes taşırım der, ama sonra iş ambalajlamaya, kayışlamaya gelince yapamazlar. Sonuçta kara kucak taşırlar.
Yük eşya taşıması yapan sıradan hamalların taşıdığı piyanolarda çoklukla sorunlar ortaya çıkar. Tel kopması, rezonans tahtasının çatlaması kırılması, piyano yüzeyinde çizikler kırılmalar olur.
Bu yüzden yüksek katlı apartmanlarda eşyalar merdivenlerden kayışlı hamallar tarafından dikkatle, sabırla indirilmeliydi.
Komşular, bunları anlatınca Madam Eleni’nin aklı başından gitmişti.
Tek çare Niyazi’ye başvurmaktı.
***
Muhtemelen bilmezsiniz Hamal Niyazi’yi. Kayışlı hamalların duayeni.

Yani kendine göre önemli bir şahsiyet.

Eğer tanımış olsaydınız anlardınız Mısır piramitlerinin yapılış sırrını.

Tophane’de, Tayfunspor’dan sola saptığınız sokaktaki kahvelerde bekleşen hamallara sorsanız hepsi bilir, hepsi sever Niyazi’yi.

Kendi halinde bir adamdır aslında. Vukuatı bol bir mahallenin vukuata bulaşmamış nadir insanlarındandır. Yasalardan bir tek Yerçekimi Kanununa karşı çıkar. Bir de tatlı rekabeti vardır teknolojinin çocuğu vinçler ve de forkliftlerle...

Başkaca bir kusuru yoktur Niyazi’nin.

Bir işten ötekine koşturup durur. Hiç yorulmaz mı, yorulur tabii; ama hiç şikayetlenmez.

Ona göre buzdolabı, çamaşır makinesi taşımak çocuk işidir. Gitmez zaten öyle işlere. Kahvedeki çocuklardan birini gönderir.

O, güç işlerin adamıdır. Daracık han merdivenlerinde ağır para kasalarını, bankaların ağır elektronik cihazlarını, ATM’lerini taşır.

Bir gün bir restoran inşaatının ikinci katına sanayi tipi, dev bir çamaşır makinesinin taşınması işine çağırdılar. İş sahibi her şeyi düşünmüştü de bu koca, ağır makinelerin ikinci kata nasıl çıkarılacağını düşünmemişti. İçeriye bir vincin veya forkliftin girmesi mümkün değildi. Bütün dış duvarlar örülmüş, sıvanmış, boyanmıştı. Yıkılamazdı.

Tek çare vardı. İnsan gücüyle merdivenlerden çıkarmak... Bu da Niyazi’nin ve arkadaşlarının işiydi. Nitekim kazasız, belasız taşıdı da.

***
Madam Eleni, çok mecbur kalmadıkça evden çıkmazdı. Çıksa bile uzaklara gidemezdi. Önce kapıcıyı göndermeyi düşündü, sonra vazgeçip, giyindi sokağa çıktı; Cihangir’den Tophane’ye kadar gidip Niyazi’yi buldu.
Taşınma günü, sabah erkenden hamallar, ekip olarak kapıya dayandı.
Ortalığı kolaçan ettikten sonra, kısaca plan yapıp hemen işe giriştiler.
Her şey sıralı idi.
Madam Eleni, aynı sokaktaki yeni evine gidip apartman sahanlığında uygun bir yere koydurduğu koltuğuna oturdu. Taşınma işini başından sonuna kadar oradan izledi.
Neyse ki işinin ehli hamallar kısa zamanda eşyaları taşıdılar. Öğlen sonrası taşınma telaşı nerdeyse sona ermişti.
En sona piyano kalmıştı. Niyazi bu işi başkasına bırakmadı. Ekibiyle birlikte, Madam Eleni’nin endişeli bakışlarına aldırmadan daracık, dik merdivenlerden ağır ağır çıkardılar, salonda belirlenen yeni yerine yerleştirdiler.
İşlerini bitiren hamallar aşağıya indiler.
Niyazi, alnındaki teri silerek, Madam Eleni’nin yanına gitti. Parasını alıp, gitmek için sabırsızlanıyordu.
“Abla, ben de gideyim artık.”
Madam Eleni, “Tamam, gidersin. Bir dakika müsaade et, bakalım bir problem var mı?” deyip, eliyle bir koltuğu işaret edip “Otur” dedi.
Elindeki toz beziyle piyanoyu bir anne şevkatiyle sildi. Kapağını açıp piyanonun önündeki sandalyeye oturdu.
“Abla,” diye yine bir şeyler söylemeye yeltenen Niyazi’ye parmağıyla sus işareti yaptı.
Çaresiz gösterilen koltuğa oturdu.
Madam Eleni, önce piyanonun akordunu kontrol etti. Sonra Niyazi’ye doğru dönüp, “Çalmamı istediğin özel bir şey var mı?” diye sordu.
Şaşkın bir şekilde bakıp, “Yok abla,” diye cevap verdi.
Madam Eleni’nin narin parmakları, piyanonun tuşları üzerinde gezinmeye başladı.
Niyazi’nin dünyasının dışından, daha önce duymadığı, aşina olmadığı tınılardı bunlar.
Önce Beethoven’in “Ayışığı Sonatı”ndan bir bölüm çaldı.
Yaşlı kadının zayıf, kuru parmaklarının tuşların üzerindeki beklenmedik kıvrak dansına hayranlık duymamak mümkün değildi.
Niyazi’nin üzerindeki etkisini anlamak için arkasını dönüp, baktı.
Adamcağız, elleri bacaklarının arasında, koltukta iyice büzüşmüştü.
Madam Eleni, belki iyi gelir diye Mozart’ın “Türk Marşı”ndan bir parça çalmaya başladı.
Yeniden Niyazi’ye baktı.
Gözleri kapalıydı. Belki uyumuştu.
“N’apsın, yoruldu zavallım,” diye mırıldandı.
Piyanonun kapağını kapatıp, döndü.
Niyazi, irkilerek gözlerini açtı.
“Beğendin mi? Bak, sadece şahsına ait bir minik konserdi.”
“Eline sağlık abla, ne güzel çaldın.”
“Senin de ellerine sağlık, piyanomu özenle, hasarsız bir şekilde yeni yuvasına taşıdın.”