296’lık Konuk
Engin, sokak
kapısından çıktı, bahçeyi geçtikten sonra yoldan karşı kaldırıma geçti ve
durdu. Dönüp, çıktığı apartmana baktı. Sıradan bir apartman irisiydi bu; on
katlı, dış duvarları artık boya isteyen, yirmi otuz yıllık bir yapı.
Birkaç aydır
kaldığı bu evi gündüz gözüyle dışarıdan ilk defa görüyordu. Dışarısını da
öyle... İç rahatlığıyla hiç bakamamıştı sokağa.
Mimari hiçbir
özelliği olmayan, hatta çirkin denebilecek bir apartmandı bu; ancak bir
hapishane olamayacak kadar da sevimliydi.
Başını
kaldırıp ikinci kata baktı.
İkinci
kattaki pencerelerden birinden, muhtemelen salon penceresinden Turan ve Şükriye
ona bakıyorlardı. El salladılar. O da onlara el salladı. Şükriye, duyamadığı
bir şeyler söyledi.
O sırada
biraz ileriden, yola paralel demiryolundan bir banliyö treni gürültüyle geçti.
Şükriye de
farkındaydı söylediklerinin duyulamadığını; söylediklerini destekleyen el kol
işaretleri yaptı.
Tam anlayamasa da iyi şanslar dileğine benzer bir
şeyler olduğu belliydi.
Engin, ikinci katın
penceresinden kendisine bakan Turan ve Şükriye’ye el sallarken, birkaç ay
içinde yaşadıkları adeta geçen banliyö treninin vagonları, kompartımanları gibi
hızla gözünün önünden geçti.
***
En son ne konuşmuşlardı Oğuz’la?
Bir akşamüstü sahilde bir çay bahçesinde
buluşmuşlardı. Oğuz çok tedirgindi. Ev baskınlarında pekçok arkadaşları
yakalanmıştı. Engin’in birkaç gün evinde barındırdığı Cengiz de Suriye’ye
kaçarken sınırda yakalanmıştı. Eğer sorguda konuşursa herkesin başı derde
girebilirdi. Çürük bir zincirin halkaları gibi patır patır dökülebilirdi bütün
ilişkiler. O yüzden de Engin’in bir süreliğine ortadan kaybolmasında fayda
vardı.
Oğuz’un
tedirginliği Engin’e de geçmişti. Sapsarı bir yüzle anlattıklarını lafını
kesmeden dinledi.
Cengiz’i
tanımazdı bile… Üniversiteden tanıdığı bir arkadaşının ısrarıyla birkaç
günlüğüne evinde saklanmasına razı olmuştu. Bir gece kapıya dayanmışlardı. Çok
zor durumda olduklarını, sadece iki üç gün kalınacak bir eve ihtiyaçları
olduğunu söylemişlerdi. Engin, Cengiz’e bakmış, acımıştı. Yaprak gibi
titriyordu.
Siyasetle
uzaktan yakından hiç ilgilenmemişti. Ama insanlık adına; 12 Eylül’ün bu kötü,
karanlık günlerinde, zor durumda olan birisini sokak ortasında bırakmayı, onun
yakalanacağını, muhtemelen işkenceden geçirileceğini bile bile barındırmamayı
doğru bulmamıştı. Siyasetle ilgili değildi; ancak ülkesinin bağımsızlığını,
daha demokratik bir toplumda yaşamayı istemek, yoksulların hakkını savunmak
gibi masum taleplerin egemenler tarafından suç sayıldığını bilecek kadar da bir
şeylerin farkındaydı.
Çaresiz kabullenmişti. Sadece, ama sadece birkaç
günlüğüne… Onlar da kabul etmişlerdi. Zaten birkaç gün içinde Cengiz’i
Güneydoğu’dan Suriye’ye, ya da Ege Kıyılarından Yunanistan’a kaçırmanın bir
yolunu bulacaklardı.
***
Böylece Cengiz’in yakalanmasıyla Engin de başı derde girebilecekler
arasına girmişti. Bir zanlıyı evinde barındırdığı için suçlanabileceği,
gözaltına alınıp, tutuklanabileceği için onun da kendi evinde kalmaya devam
etmesi sakıncalıydı. Daha da önemlisi eğer Engin de yakalanır ve konuşursa başı
derde gireceklerin sayısı artacaktı.
Kaçması,
güvenli bir yerde gizlenmesi gerekiyordu.
Yani yataklık
edeni evinde barındırmaya, yataklık etmeye gönüllü birilerini bulmak
gerekiyordu.
Kalınacak
evin Engin’in çevresinden birilerinin olması doğru değildi. Zira çok kısa
zamanda izi bulunabilirdi. Oğuz başka birilerini bulmaya çalışacaktı. Önce o
gece için çok da güvenli olmayan bir ev ayarladı. Ertesi gün öğleden sonra geri
geldi. Daha güvenli, Engin’in bir süreliğine kalabileceği eski bir arkadaşının
evini ayarlamıştı.
Oğuz’un
bu arkadaşı da Engin kadar olmasa bile siyasetin dışında biriydi.
Öğrenciliğinde uzaktan da olsa bir sempatizanlığı olmuştu. Ancak o kadar… Şimdi
işinde gücünde, evli barklı bir adamdı.
***
Oğuz, ilk
gece kaldığı yerden Engin’i aldı, beraberce sokağa çıktılar. Beşiktaş’ta bir
birahanede kalacağı yeni evin sahibi Turan’la buluştular. Tanışma, konuşma
faslından sonra Oğuz fazla oturmadan ayrıldı. O gittikten sonra onlar da fazla
oturmadılar, birahaneden çıkıp, Beşiktaş’tan motorla karşıya, Üsküdar’a
geçtiler. Turan’la iskeledeki taksilerden birine binip, Göztepe taraflarında
bir eve gittiler.
Engin, taksi şoförüne yolu tarif eden Turan’ın
konuştuklarının farkında değildi; dinlemiyordu. Derin düşüncelere dalmıştı;
öyle olmasa bile fazla şey bilmenin zararlarını artık anlamıştı.
Hava kararmıştı.
Taksinin arka koltuğunda, Boş bakışlarla camdan dışarı bakıyordu.
Birdenbire ortadan kaybolup, başka bir hayata
geçiyordu.
Allahtan bu olup bitenler neredeyse ilişkilerinin
sıfırlandığı bir döneme denk gelmişti. İki senedir birlikte olduğu kız
arkadaşından ayrılmış, içine düştüğü boşluk yetmiyormuş gibi şirketteki işine
de son vermişlerdi, Oturduğu Çamlıca’daki babadan kalma bahçeli eski evin
zorunlu tadilat işlerini parasızlıktan başka bir bahara bırakmıştı. İçine
düştüğü bunalımdan kurtulup, tam yeni bir hayat kurmanın planlarını yaparken bu
iş başına gelmişti. İzmir’de ablasıyla yaşayan anacığına, çevresine,
arkadaşlarına doktora için yurtdışına gideceğini söylemişti. İngiltere’deki
üniversiteyle bütün yazışmaları tamamlayıp, davet alıp, yolculuk hazırlıklarını
yaparken kaçak durumuna düşmüştü…Kısmet!...
Hangi sokaklardan geçtiklerini, nereye geldiklerini
bilmiyordu. Sadece geçtikleri aşina yerlerden Göztepe yakınlarında olduklarını
anlıyordu. Neden sonra taksi durdu, indiler.
Turan, etraftan görülme endişesi içinde Engin’i
kolundan sürükleye sürükleye bahçeden geçirip apartmana soktu.
Kapıyı
açan Şükriye, bu davetsiz misafire şaşkınlık ve kuşkuyla bakmıştı.
Engin’i salonda bir koltuğa oturtmuşlardı.
Turan’la Şükriye mutfakta uzun uzun konuştular. Turan,
durumu anlatıp, onu ikna etmeye çalışıyordu. Şükriye’nin ara ara yükselen,
isyan eden sesi salondan duyuluyordu. Belli ki önceden onayı alınmamış, bir
emrivakiyle karşı karşıya kalmıştı.
Bir süre sonra Turan salona geri döndü. Yüzünde
zorlama bir nezaket vardı.
Ondan sonra salona gelen, yaptığı çayı ikram eden Şükriye’nin
hoşnutsuzluğu yüzünden kolaylıkla anlaşılıyordu. İkna olmamıştı; ama çaresiz
bir kabulleniş vardı tavırlarında.
***
Engin’in
konukluğu süresince kalacağı daha önce tanımadığı bu insanların evinde küçük
bir odası vardı artık. Zaman zaman yatılı gelen akrabaların misafir edildiği,
çocuk odası diye tabir edilen küçük odalardan…
Belki de bu
genç çiftin ileride olacak çocuklarının uyuyacağını hayal ettikleri bir oda.
Tek kişilik
bir yatak, bir komodin, bir koltuk, yerde küçük bir halı ve elbiselerini
koyabileceği iki kapılı bir dolap… Ancak Engin’in dolaba koyacak elbiseleri
bile yoktu. Öylesine hazırlıksız ve acele gelmişlerdi. Allahtan Turan’la
bedenleri neredeyse aynıydı. Onun pijamalarından birini verdiler.
Sesli ifade
edilmese bile herkesin arzuladığı şey, bu konukluğun olabildiğince kısa
sürmesiydi.
Sabahları
erken saatlerde Turan ve Şükriye, işe gitmek için evden çıkıyorlardı. Bazen
beraber, bazen ayrı ayrı... Beraber çıktıklarında Turan, arabasıyla Şükriye’yi
işine bırakıyordu. Ama Şükriye, genellikle bankanın servisiyle işe gitmeyi
tercih ediyordu.
Engin için
yapılacak en iyi şey uyku süresini uzun tutmaktı. Aylaklık yaptığı uzun bir
tatildeydi adeta.
Kalktığında
da banyoda elini yüzünü yıkadıktan, mutfakta Şükriye’nin masada bıraktığı
kahvaltılıkları yedikten sonra masayı toplayıp temizleyip yine odasına
dönüyordu.
Evin içinde çok dolaşmıyordu zaten; odası, banyo ve
mutfak arasında geçen bir hayatı vardı. Ayaklarının ucuna basa basa yürüyordu.
Sessizlik ana kuraldı. Bunun için de terlik giymiyor, çoraplarıyla geziniyordu.
Komşuların, kapıcının Turan ve Şükriye işe gittikten sonra evde birisinin
kaldığını anlamamaları gerekiyordu. Kapı çaldığında iyice sessizleşiyordu,
kendisi için olmadığını biliyordu; yolunu şaşırmış bir komşu, servis için gelen
kapıcı ya da bir seyyar satıcı olabilirdi. Veya postacı; ama onun için
gelinmediği kesindi.
Fakat ya gelenler onun izini bulan polislerse!?.. Bu
düşünce aklına gelince kapıdaki kişi ya da kişilerin uzaklaştığına ikna
oluncaya kadar korkudan kaskatı kesiliyor, nefesini tutup bekliyordu.
İlk birkaç
gün içinde apartman sesleri konusunda uzmanlaşmıştı. Kimseyi görmese de
seslerden apartman içinde olan bitenleri anlayabiliyordu. Üst katlardan birinde
oturan komşunun kızının piyano derslerinin ne zaman olduğunu biliyordu artık.
Başka bir komşunun haylaz oğlunun dersini çalışmadığını annesinin bağırmasından
anlayabiliyordu. Çocuğun annesinin evde olmadığını, onun bunu fırsat bilip
dersini bırakıp oynadığını zeminde yuvarlanan misket sesinden, yerde seken
topun sesinden anlamak zor değildi.
En çok da
kapıcının “alışverişe gidiyorum, bakkaldan bir şey lazım mı abla?” bahanesiyle
sık sık kapısını çaldığı baygın sesli komşu kadını merak ediyordu.
Öğleden
sonraları sıkıntısı iyice artıyor, çok sıcak ilişkileri olmasa da Şükriye ile
Turan’ın gelmelerini dört gözle beklemeye başlıyordu. Gelme saatlerinde
merdivenlerdeki, sahanlıktaki, kapının önündeki ayak seslerini dinlemeye
başlıyor, anahtar deliğinde anahtarın
döndüğünü duyunca seviniyordu.
Akşamları genellikle önce Şükriye, arkasından Turan
eve dönüyordu. Turan’ın iş toplantıları nedeniyle ara sıra geciktiği de
oluyordu. Şükriye, salonda bir yorgunluk sigarası içtikten sonra akşam yemeğini
hazırlamak için mutfağa giriyordu.
İlk
akşamlarda nezaketen yemek sonrasında salonda topluca çay kahve içip havadan
sudan konuşup, sohbet etmişlerdi. Ama bir süre sonra bu zorlama sohbetlerden
bıkıp vazgeçmişlerdi.
Engin’le
muhabbetlerinin “nasılsınız, bugününüz
nasıl geçti?”nin ötesine geçtiği pek olmuyordu.
Akşam
yemeklerinden sonra çok istenilmediğinin farkında olduğu için uykusunu bahane
edip erkenden odasına çekilip uyuyordu. Yatma saatine kadar salonda oturan
Turan’la, Şükriye’nin konuşmaları genellikle onun varlığı üzerineydi. Konuşma
çok kısa sürede tartışmaya dönüşüyordu.
Umulan süre
çoktan aşılmış, ancak Engin hala evde kalmaya devam ediyordu.
Genellikle Turan, sakin bir ses tonuyla karısını yatıştırmaya çalışıyordu. Engin’in
varlığını savunan o, karşı çıkansa Şükriye idi.
Ancak
konukluk beklenilenden daha uzun olmaya başladığında Turan da Şükriye’nin
rahatsızlığını paylaşmaya başlamıştı.
***
Bir akşam Turan önemli bir haberle geldi: Oğuz da
yakalanmıştı.
Evin içine de sanki bomba düşmüştü. Anlaşılan Engin’in
konukluğu umulandan çok daha fazla uzayacaktı.
O akşam yarım yamalak hazırlanan sofrada Engin, yemeğini
bile bitirmeden odasına gidip, kafasını yastığa gömdü.
Salonda yine o malum karı-koca tartışması vardı.
O gece herkes erken yattı, ancak hiç kimsenin rahat uyuduğu ya da uyuyabildiği
söylenemezdi.
***
Bir gün Turan, o zamana kadar aklına gelip de sormadığı bir şeyi
sormuştu: Engin’e isnat edilen, onun kaçmasına neden olan suç neydi?
Bir süre düşündükten sonra “Eğer yakalanır ve
yargılanırsam, muhtemelen Ceza Kanunu’nun 296. maddesinden yargılanırmışım”
diye açıkladı Engin.
Turan:
“Ne demek şimdi bu?! Sıradan bir vatandaşın da
anlayabileceği bir şekilde anlatsana” diye çıkıştı.
“Ben de bilmiyorum, ama bir avukata sormuştum; aklımda
kaldığı kadarıyla şöyle: Türk Ceza Kanunu Altıncı Fasıl; Cürüm İşleyenleri
Saklamak ve Cürümün Delillerini Yok Etmek Cürümleri. Madde 296-…”
“Yani?”
“Yani yataklık
etmek; bir suçun failini bilerek saklamak…”
Arada bir sessizlik oldu.
Turan, uzun süren sessizlikten sonra;
“Yani sen yakalanır
ve bizim seni sakladığımız öğrenilirse bize de isnat edilebilecek bir suç, öyle
değil mi?”
Engin, sustu, cevap vermedi.
Turan, o ana kadar önemli bir suçtan arandığını sandığı bu adamla aslında şu anda
aynı suçu işliyor olmalarının şaşkınlığı ile dalgınlaştı.
Birden hayal kırıklığıyla
karışık bir öfke sardı içini. Huzurlarını bozan bu adama karşı azalan saygısını
da bir anda tümüyle yitirmişti. Nereden de başına sarmıştı bu derdi? Nasıl
kurtulacaktı bu illetten?
***
Ertesi sabah Turan odasına girdi. Sinirli bir hali vardı. Engin uykulu gözlerle,
şaşkın ona bakarken;
“Bak,” dedi Turan, “Şuraya bir çizgi çiziyorum.”
Elinde bir tebeşir vardı.
“Bu çizgiyi geçip pencereye yaklaşmayacaksın.
Dışarıdan birileri seni görmesin. Kendini de yakarsın, bizi de.”
Çaresiz, peki anlamında başını salladı. Zaten pencereye yaklaşıp, dışarı falan
baktığı yoktu, sessizce “Olur” dedi.
Tam odadan çıkacakken
Turan, geri dönüp, bağırarak “Yoksa kendini kapının önünde bulursun”dedi.
Engin, babası
tarafından evden kovulmakla tehdit edilen bir delikanlının suçluluğu ve
çaresizliği içinde başını önüne eğdi.
***
Nereye gider, ne yapar bilemiyordu, ama konukluğunun artık iyice rahatsızlık verdiğini
bildiğinden bir akşam Turan ve Şükriye ile otururlarken “Ben artık gideyim,
size yeteri kadar rahatsızlık verdim,” dedi.
Şükriye, merak ve şaşkınlıkla, “Nereye gideceksin?”
diye sordu.
Engin:
“Bilmem. Belki eve dönerim. Abartıldığı gibi bir sorun olmayabilir. Benim
durumum polis tarafından bilinmiyor olabilir.”
Turan, ciddi bir ifadeyle;
“Ya biliniyorsa!? Sen eve gittiğinde yakalanır, ifadende bizden
bahsedersen ve bizim de başımız derde girerse?”
Engin, bu sorunun cevabını bilmiyordu.
Şükriye:
“Hayır,
olmaz; bu hem senin, hem de bizim için tehlikeli. Bir süre daha burada kal,
durumu anlayalım, sonra karar veririz,” dedi.
Bu olayda Turan’ın
ve Şükriye’nin konuksever olduklarını söylemek mümkün değildi; ancak bu zoraki
konukluğun sebebi, başı dertte birisini insanlık adına sokağa atmama
gerekçesinin ötesine geçmiş, kendilerinin de başının derde girmemesi için devam
etmesi gerektiği noktasına gelmişti.
Herkes, konukluğun
hiç olmazsa biraz daha devam etmesinin doğru olacağı konusunda düşünce
birliğine varmıştı.
***
Rahatsızlık
tümü için varlığını sürdürse de, kabulleniş ağır basmış, duruma alışmaya
başlamışlardı. Ya da en azından alışmaya çalışıyorlardı.
Eve daha
erken gelen ve yemek hazırlama öncesinde salonda ayaklarını uzatıp yorgunluk
sigarası içen Şükriye ile konuşmaları gün geçtikçe daha uzun olmaya başlamıştı.
Şükriye, bu
zorunlu konuğun sohbetinden daha çok keyif almaya başlamıştı.
Zaten
hikayeleri de birbirine benziyordu; vicdan sahibi birileri olarak hiç
tanımadıkları zor durumda olan insanları evlerinde barındırmak ortak
noktalarıydı.
Politik
insanlar değillerdi, ama duyarsız da değillerdi; bu kötü, karanlık politik
ortamda başlarına tuhaf bir olay gelen insanlardı.
Şükriye,
sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra işyerinde olanları, kimseyle
paylaşamadığı dertlerini anlatmaya başlıyordu.
Engin, onun işyerinde olup biten her şeyden
haberdardı. Entrikaları, insanların ikiyüzlülüğünü biliyordu. Hırslı,
hiperaktif şube müdürünü, sinsi iç yönetmeni, pazarlama yönetmeniyle gizli aşk
yaşayan memureyi, herkesi, ama herkesi tanıyordu artık.
Şükriye, bıraktığı yerden ertesi akşam devam ediyordu.
Pazarlama yönetmeninden hamile kalıp kürtaj yaptıran memurenin hastanelik
olduğunu, sahte bir apandisit ameliyatı raporu aldığını bile.
Zamanla Engin’e zorunlu olarak alışmışlarsa da Turan’la, Şükriye’nin
bağrışıp tartışmaları günlük, olağan bir şey olmayı sürdürüyordu. Tabii ki
sebep kendisiydi.
Ancak roller
giderek değişmeye başlamıştı: Onu istemeyen Turan, savunan ise Şükriye olmuştu.
Geceleri
annesi ve babası kendi yüzünden tartışıp, kavga eden küçük çocuklar gibi
kafasını yastığa gömüp yorganı başından çekip uyuyordu.
Bir keresinde
Engin, konukluğunun uzamasından yakındığında “Niye canını sıkıyorsun? Güvende
olduğun bir evdesin. Ya şimdi hapiste olsaydın, daha mı iyi olurdu?” demişti,
Şükriye.
“Benim hapiste olan birinden ne farkım var?” diye karşı çıkmıştı.
Şükriye, “Abartıyorsun” dediğinde “Tabii burası da üç
oda, bir salondan oluşan, konforlu bir hücre benim için” diye devam etmişti.
***
Engin, sıkıntılı
saatler geçirdiği bir gün, kütüphanede bulduğu kalemle bir kağıt parçasına
gelişigüzel desenler çizmişti. Akşam Şükriye eve gelip bunları masa üstünde
görünce çok şaşırmıştı.
“Bunları
sen mi çizdin? Çok güzel, başarılı desenler” demişti.
Yaptığı
desenlerin beğenilmiş olması Engin’i hem şaşırtmış, hem de mutlu etmişti.
Lisede iken resim derslerinde hep başarılıydı. İyi notlar alırdı. Resim
öğretmeninin gözdesiydi. Ama hepsi o kadar. Bu yeteneğini geliştirecek ne
merakı, ne de zamanı olmuştu. Sıkıcı iş toplantılarında kağıda
çiziktirdiklerinin dışında, resim yapmayı bir hobi olarak seçip, uğraşmamıştı.
***
Şükriye, bir
akşam eve kırtasiyeciden aldığı resim malzemeleriyle; tuvaller, boyalar ve
fırçalarla geldiğinde Engin çok mutlu oldu. Annesi kendisine hediye almış küçük
bir çocuk gibi sevindi.
Bir resim
yapma heveslisi için gerekli olan her türlü malzeme elinin altındaydı. Bu kadar
iltifata uğrayan birisinin resim yapması artık şart olmuştu.
***
Ertesi sabah, Şükriye ve Turan işe gitmek için evden
çıktıklarından sonra hemen işe koyuldu.
Önce ne yapacağını,
nasıl yapacağını bilemedi. Sonra başta tuvale çizdiği eskizleri detaylandırıp,
boyamaya başladı. Başlangıçtaki acemiliğini üstünden attıktan sonra resme daha
keyifle devam etti.
Akşama doğru yaptığını kendisi de beğendi.
Acaba Şükriye de beğenecek miydi? Resmin artık
bittiğine karar verdiğinde, tuvalin sehpasını odanın kapısına doğru çevirip
heyecanla Şükriye’nin gelişini beklemeye başladı.
Kapının
kilidinde anahtarın döndüğünü duyduğunda heyecanı iyice arttı. Ayak seslerinden
Şükriye’nin geldiğini anladı.
Odanın
kapısında belirdiğinde sanki bir şey olmamış gibi koltuğa oturmuş ona doğru
baktı.
Şükriye,
“Aaaa ne yapmışsın, harika bir resim bu!” diye sevinçle haykırdı.
Yaptığı
resmin beğenilmiş olmasının mutluluğunu gizlemeye çalıştıysa da beceremedi.
“Gerçekten beğendin
mi?” diye sordu.
“Evet, çok güzel olmuş.”
***
Ertesi günü resim yapmaya daha erken başladı. Şükriye
akşam eve döndüğünde bu resmi de beğendi.
Engin, artık
sergiye hazırlanan bir ressam gibi, her gün hevesi daha da artarak resim
yapmaya devam ediyordu. Malzemeleri bittikçe Şükriye yenilerini alıp
getiriyordu.
Turan’ın
tepkisiyse beklediği gibiydi. Bir gece odasında yatmaya hazırlanırken salonda
Şükriye’ye “Adamı evimizde barındırıp, beslediğimiz yetmiyormuş gibi bir de
resim malzemeleri alıp eğlendiriyoruz” diye söylendiğini duydu.
***
Şükriye,
Engin’in yaptığı resimleri anlayan birisine gösterip fikrini almayı kafasına
koymuştu. Turan’dan tanıdığı galerici bir arkadaşına götürmesini istedi. Turan,
“Başıma bir de bu işi mi sarıyorsun?” diye çıkıştıysa da Şükriye’nin
ısrarlarına dayanamadı.
Gazete
kağıtlarına sardığı iki üç resmi arabasının arka koltuğuna koyup işe gitmek
üzere evden çıkarken yine söyleniyordu.
Ancak
galerici arkadaşının resimleri beğenip övücü sözler söylemesine şaşırmıştı.
O kadar övücü
sözden aklında kalan sadece Şükriye’ye aktardığı “naif ve özgün” sözcükleri
olmuştu.
Arkadaşı resimleri bir süre galeride
sergileyebileceğini söylemişti. O da resimleri galeride bırakıp dönmüştü.
Asıl
şaşkınlığı ise birkaç gün sonra galerici arkadaşının telefonla arayıp
resimlerin satıldığını, aynı ressamın başka resimleri varsa ve getirirse mutlu
olacağını söylemesinden sonra yaşadı.
***
Turan, galerici arkadaşına her hafta birkaç resim
götürdü. Resimler her defasında kısa zamanda satıldı. Hem de iyi fiyatlarla…
Ancak bunu hemen Engin’e ve Şükriye’ye söylemedi.
Belki de Engin’in yüz bulup, şımaracağını düşünüyordu.
Galerici arkadaşı ilk ödemeyi yaptığında önce bu
parayı ne yapacağını bilemedi. Önce adam evimizde kalıyor, masraflarını
karşılıyoruz, bu para onun karşılığı olmalı diye düşündü.
Evet, doğrusu
buydu. Böyle düşünüyordu, ama vicdanı da rahat değildi.
Daha sonra ödenen para iyice artınca bankada bir hesap açtı. Aslında
büyük bir para değildi, ama azımsanacak bir şey de değildi. Bundan ne
Şükriye’ye ne de Engin’e bahsetti.
Çeşitli defalar durumu onlara da açıklamaya niyetlense
de erteledi.
Eski kızgınlığı
da geçmişti. Engin’in resim hevesini o da destekliyordu artık. Bazen Engin’in
resimleri yaptığı odasına gidip bir sandalyeye oturup, resim yaparken onu
hayranlıkla izliyor, arkasından iltifatlar yağdırıyordu.
***
Engin, sanki bir resim yapma makinesi haline gelmişti.
Aklına
ne gelirse onun resmini yapıyordu; daha çok doğanın; çiçeklerin, ağaçların,
dağların, en çok da özlediği denizin.
Bir gün Salacak’tan Kız Kulesi ve Boğaz manzarasına bakıp, gerçekliği karşısında
şaşıran Turan, şakayla, “Sen gündüz biz yokken çaktırmadan dışarı çıkıp, resim
yapıyorsun galiba?” diye takılmıştı.
Turan’ın
davranışlarındaki bu değişikliğe anlam veremese de hoşuna gidiyordu.
Artık
eskisi kadar huzursuz edilmese de Engin’in konukluğun iyice uzamasından
kaynaklanan mutsuzluğu giderek artıyordu.
Tamam, resim yapıp
oyalanıyordu. Ev sahipleri ondan eskisi kadar rahatsız değillerdi; ama bu, üç
oda, bir salonluk hapishanedeki yaşam iyice zor gelmeye başlamıştı.
***
Turan, bir sabah işyerinde çalışırken beklemediği bir
telefon aldı; Oğuz tahliye olmuştu.
Oğuz’un
ve Cengiz’in ifadelerinde Engin’i suçlayan bir şey yoktu ve dolayısıyla
kaçmasına gerek yoktu.
Engin’in zoraki konukluğu artık sona erebilirdi.
Beklemediği
bu haberi daha önce alsa çok sevineceğini düşünürdü. Ancak böyle olmadı. Turan
şaşkınlaştı. Durgunlaştı. Sevinemediğini görünce kendisine daha çok şaşırdı.
Birkaç aydır
evlerinde kalan bu yabancı adama, 296’lık zoraki konuğa kanı mı ısınmıştı?
Yoksa bankadaki hesapta iyice kabaran paranın cazibesi miydi sebep?
Böyle bir şeyin aklına bile gelmesine kendi de kızdı.
Hayır, kesinlikle öyle bir şey olamazdı. O para Engin’in hakkıydı ve Turan,
onun hesabına muhafaza ediyordu. Hepsi o.
O gün işlerine yoğunlaşması mümkün olmadı. Önceden
belirlenmiş birkaç iş toplantısını iptal etti.
Eve gittiğinde
Şükriye evdeydi. Engin, odasında yine resim yapıyor, o da hayranlıkla onu
izliyordu. Turan da divana oturup izlemeye katıldı.
Turan, o
akşam bir ara niyetlense de gelen telefondan, Engin’in artık kaçmasına gerek olmadığı
bilgisinden hiç bahsetmedi.
***
Turan, iki gün boyunca bu konuyu düşündü. Yaptığı
doğru değildi biliyordu. Hem Engin’i rahatlatacak onun yeniden normal yaşamına
dönmesini sağlayacak bu haberi açıklamalı, hem de bankada biriken parasını
vermeliydi. Doğrusu buydu.
Turan, resimlerin satışından elde edilen gelirin üstüne yatma fikrinde
olmadığının ta başından emin ve içi rahattı.
O, sadece güvenilir bir mutemet gibi parayı muhafaza etmişti. Hem kendi evlerinde
yaşayan, dışarıya çıkmayan, dolayısıyla hiçbir harcaması olmayan Engin’in o
dönemde paraya ne ihtiyacı olacaktı ki?
Öyle veya
böyle derhal Engin’e çok mutlu olacağı haberi vermeli; onun için sürpriz olacak
parasını da teslim etmeliydi.
Konukluk da böylece sona ermeliydi.
Böyle düşünüyordu, ama uzayan toplantılar nedeniyle
eve geç gelmeler ve uzun iş seyahatleri yüzünden durumu Engin’e ve Şükriye’ye
anlatma fırsatı bulamadı.
***
Bir öğleden
sonra Şükriye Engin’i de üzen bir haberle eve geldi. Bankadaki toplu işten
çıkarma nedeniyle işine son verilmişti.
Engin’in
durgunlaştığını fark edince, “Boş ver,” dedi, “Aslında çoktandır bekliyorduk
bunu. Bizim bölümden sekiz kişinin işine son verildi… Allahtan
tazminatlarımızı hemen ödediler. Biraz dinlenip, yeni bir iş bulurum.”
Çok ta umursamazmış
gibi konuşmuştu, ama kendisine ve Engin’e birer kahve yapıp içtikten sonra
Şükriye odasına kapandı. İçerden gelen hıçkırık sesleri Engin’in içini
paraladı.
Bu haber, akşam eve gelen Turan için de şok oldu.
***
Sonraki birkaç gün Turan, uzayan iş toplantıları,
yoğun iş temposu nedeniyle yine eve geç gelip, işe erken gitmek zorunda kaldı.
Araya bir de aniden çıkan yeni iş seyahatleri girince haberi Engin’e vermek işi
yine ertelenmiş oldu.
Bu işin uzaması Turan’ı da rahatsız etmeye başlamıştı.
Şükriye, artık işe gitmiyordu; bütün gün Engin’le evde
yalnız kalıyordu. Engin, iyi bir çocuktu, Şükriye’ye de güveni tamdı, ama
“ateşle barut bir arada olmaz,” lafı beynini kemiriyordu.
***
Bu iş çok uzamıştı artık.
Turan, iş seyahatinden döndüğü günün akşamı eve
geldiğinde Şükriye ile Engin’i derin bir sohbetin içinde buldu. Engin’in bir
elinde paleti, diğerinde fırçası vardı. Fırçasını tuvalde gelişigüzel
gezdiriyordu.
İkisi de
dalmış havadan sudan, hayattan konuşuyorlardı. Onun geldiğini fark etmemişlerdi
bile… Konular sıradan konulardı, ama ses tonlarındaki yumuşaklık,
davranışlarındaki duygusallık hemen seziliyordu. Turan, bu konukluğun daha
fazla uzamasının kendisi için de hoş olmayacak bir şekilde sonuçlanacağı
hissine kapıldı.
Engin’e
haberi ertesi gün, bankadan parayı da çekip, akşam yemeğinde açıklamaya karar
verdi.
***
Sabah evden
çıkarken Turan, Şükriye’den akşam yemeğinde nedenini daha sonra açıklayacağı
bir kutlama için hazırlık yapmasını istedi.
Akşam eli
kolu şarküteriden aldığı mezeler ve içkilerle eve döndüğünde Şükriye sofrayı
hazırlamıştı bile.
Mezeler
masaya getirildi, balık pişirildi, rakılar açıldı; donatılmış masaya kutlamaya
yakışır temiz ve yeni giysileriyle oturdular. Turan’ın yüzünde hınzırca bir
gülümseme vardı. Engin ve Şükriye ise bu kutlamanın merakı içindeydiler.
Bir iki kadehten sonra herkesin keyfi yerine geldi.
Zamanının geldiğini
düşündüğü bir anda Turan, elinde kadehiyle ayağa kalkıp, “Engin’in özgürlüğüne
kavuşmasına içelim,” dedi.
Şükriye, daha fazla açıklama ister bir ifadeyle
Turan’a baktı. Turan, yüzünde aynı hınzır gülümsemeyle ikisini de süzdükten
sonra oturdu; olan biteni sırasıyla anlattı. Sonra içeri gidip çantasından bir
büyük zarf alıp, geri döndü; Engin’e verdi.
“Bu senin. Satılan
resimlerinden elde edilen paralar,” dedi.
Engin, anlatılanların
şokundan kurtulabilmiş değildi. Anlayabilmek için yeterince ayık da değildi.
Sevinmeli mi, daha da ileri gidip sevinçten ağlamalı mıydı? Bir paralara, bir Turan’a
baktı.
Kimse konuşmuyordu. Neşenin yerini, hüzün almıştı.
Birbirlerine alışmış dostların ayrılış anındaki hüzünlerine benzer bir duygu
sofraya hakim oldu.
Engin, zihnini toplayıp, düzgün cümleler kurmaya çalışarak;
“Ben bu parayı
hak etmedim, alamam,” dedi, “Zoraki konukluğum süresince küçük çocuğunuz gibi
baktınız. Bana katlandınız. Hem beni Şükriye teşvik etmese, malzemeler almasa
bu resimleri yapamazdım.”
Turan:
“Bak, nazlanma al, bu para senin hakkın. Şimdi işsizsin, yeni bir iş bulana,
hayatını düzene kadar bu paraya ihtiyacın olacak. Çok istiyorsan Şükriye’ye bir
hediye alırsın, ödeşirsiniz,” dedi.
***
Ertesi gün,
cumartesiydi; herkes evdeydi. Kahvaltıyı birlikte yaptılar.
Öğleye doğru
Engin, toparlanmış, gitmeye hazırdı.
Ağır
hareketlerle kapıya yöneldiğinde şaşkınlığından hala kurtulamamıştı. Kapıda
kendisini geçiren Turan ve Şükriye ile öpüştü. Yavaş yavaş merdivenlerden
inmeye başladı.
Merdivenlerde aşina olduğu apartman seslerinin
sahipleriyle karşılaştı.
Piyano dersleri alan komşu kızı elinde nota
defterleriyle merdivenleri birer, ikişer atlayarak çıkıyordu. Üst kattaki
komşunun haylaz oğlu elindeki torbadaki misketlerini düşürdü; misketler zıp zıp
zıplayarak gürültüyle merdivenlerden aşağı yuvarlandı.
Bahçe kapısından
işveli hareketlerle kırıtarak güzel bir kadın girdi. Bu, kapıcının “Abla
servise gidiyorum, bir şey lazım mı?” bahanesiyle sık sık kapısını çaldığı
baygın sesli kadın olmalıydı.
Bahçeden
çıkıp, yolu geçip arkasına baktı.
Turan’la, Şükriye pencereden kendisine bakıyorlardı.
El salladılar;
o da onlara el salladı.
08 Mart 2010, Moskova
No comments:
Post a Comment