Zeytin
kardeşliği
Siz hey dillerini
yitirenler,
Zeytince konuşun yeter!
Ahmet Günbaş
Hey allahım! Şu göçmenler, sanki başka bir yer kalmamış
gibi gelip, Adem abinin zeytinliğinin biraz aşağısına çadır kurup,
yerleşmişlerdi.
Tam da zeytincilerin takvimine göre zeytinliklerin
sürülmesi, ilaçlama, gübreleme ve sulama zamanında gelip yayılmışlardı
zeytinliğin yamacına.
Gerilmişti, siniri tepesine çıkmıştı, ama sesini çıkarmadı,
sabretti; ancak zeytinliğe de keyfi kaçar diye hiç gitmedi.
Ağaçlar bakımsız kalmıştı.
Mayıs ayı zeytin ağaçlarının en stresli ayıydı. Lohusa
dönemiydi… Doğum sancısı dönemiydi. Eskiler, bu işi bilenler, Mayıs sonlarında
zeytin bahçelerinde kuşların dahi uçmamasını arzu ederlerdi.
Ha bugün, ha yarın giderler, kalıcı değiller ya, diye
umutlanmıştı; ama bütün bir yaz mevsimi geçmiş, hasat mevsimi gelmiş adamlar hala
yerlerinden kımıldamıyorlardı.
Adem abinin oğlu Ragıp, “Bunları bir korkutup kaçıralım,”
dedi.
Anası itiraz etti:
“Dokunmayın gariplere, mecbur kalmasalar memleketlerini
bırakıp, te buralara gelirle miydi?”
Adem abi:
“Te be yahu, benim kafamı attırmayın, gitsinler başa bi
yere kusunlar çadırlanı.”
“Herif, ne çabuk unutuvedin macirliğini. Artıkın sen de kendini
yerliden mi sayıyon gari!”
Ufff!!! Tam damarından yakalamıştı Zehra abla kocasını.
Adem abi kapıyı çarpıp çıktı.
Kızmıştı, ama “Kadın haklı diye mırıldandı içinden. Öyle ya
o da bir göçmen çocuğuydu en nihayetinde. Mübadeleden sonra kendilerine
gösterilen bu kasabaya yerleştirilmişlerdi. Sonrasında evlenip, barklanıp,
çoluk çocuk sahibi olmuştu bu ikinci vatanında.
“Be yahu, anacuğum, bubacuğum Selanik Karacaova’dan
buralara göç etmeseydiler, belki ben ne Kürt, ne Ermeni, ne Arap görecektim
hayatımda,” derdi, ikide bir.
***
Irmak kenarına doğru yürüdü.
Şimdilerde evde yatalak yatan amcası eskiden evden her
sabah çıkıp dolaşırdı. Asırlık bir zeytin ağacı vardı ovada bir yerde. Çokluk
oraya giderdi.
Ondan öğrenmişti dar zamanlarında gölgesine sığındığı bu
ağacı.
Ağacın altına oturup düşünmeye başladı.
Amcası köyün yarım akıllılarındandı.
Yarım akıllı dedik ya, kendi kendine konuşurmuş güya
ağaçla. Sonra kah kahvede, kah evde anlatırdı, ağaçla şunları, bunları konuştuk
diye.
Yarım akıllı dedik, ama ailenin en okumuşuydu aslında.
Şöyle dedim ağaca diye başlardı:
“Ağaç emice, şöyle bi uzanıp, sırtımı vereyim yaşlı
gövdene. Gölgene sığınayım Rüzgarda hışırdayan yapraklarının serinliği bi
ferahlatsın içimi.”
Uzaklara dalıp konuşmaya devam ederdi:
“Ben bugün çok efkarlıyım, haberler kötü; bana yarenlik
edecek biri lazım, bene bi kulak ver hele,” dedim.
Gözünün kenarıyla dinleyenler üzerinde söylediklerinin
etkisini anlamak için bakardı:
“Yav, bi türlü öğrenemedi henüz insanlık kardeşliğin
kıymetini be akideş… Halbuki sen hep herkese eşit verdin meyvandan. Şimdi anlat
bakalım bene, neler gördün geçirdin? Anlat bakem zeytin ağacı, nasıl bir şey sen
gibi onca uzun yaşamak. Şinci bırak kederli günleri, önce güzel günleden başla.
Bu topraklarda yaşayan ahalinin kardeşliğinden bahset. Kim gelip, geçtiyse
onlardan gari; Rumlardan, Türklerden, Kürtlerden, Ermenilerden, Araplardan… Neler oldu? Usul usul anlat bene, diye sordum,”
derdi.
Adem abi, çocukluk merakıyla, dizinin dibine oturur, can
kulağıyla dinlerdi amcasını.
O yıllar Harbi Umumi zamanıydı, zor günlerdi; şimdiyse başka
dertler var, diye düşündü Adem abi.
Yani değişen pek bir şey yoktu.
Muhtemelen Adem abi de, amcası da bilmezdi Homeros’u.
İlyada Destanı’nda yazdığına göre Homeros, gölgesine
sığındığı asırlık, koca zeytin ağacına sormuş, “Senin sahibin kimdir?” diye. Ağaç,
kulağına fısıldamış; “Ben herkesinim ve kimseye ait değilim; sen gelmeden önce buradaydım,
sen gittikten sonra da burada olacağım,” demiş.
Öyle ya…
***
Göçmenlerin gelmesinin üzerinden aylar geçmişti.
Bütün zeytin köylerinde, geçen sezonun hasadının hemen
arkasından, zeytinlikler sürülmüş, budama, aşılama, gübreleme, ilaçlama, sulama
işleri yapılmış; bahardan itibaren ağaçların tomurcuklanması, somakların
patlaması, çiçeklenmesi, tanelenmesi dikkatle izlenmişti.
Yaz bitip, sonbahar da yarılanmış, doğada yeşilin yerini
alan başka renklerin dansı başlamıştı.
Taneler irileşmeye, yağlanmaya başlamıştı.
Ve işte, hasat zamanı gelmişti…
Zeytin hasadı, yöresine, iklimine, senesine göre değişmekle
birlikte genellikle Eylül ayı sonunda başlayıp, Şubat sonuna kadar sürer. En
önce sofralık yeşil zeytinler, arkasından erken hasat yağlık zeytinler, sonra
siyah sofralık ve yağlık zeytinler toplanır.
Bir tatlı heyecan, telaş vardı köylerde, kasabalarda.
Köylülerin hepsi hasatta kullanacakları ellerindeki
malzemeleri; sepetlerini, kasalarını, yaygılarını, üçayak merdivenlerini,
sırıklarını, taraklarını, makinelerini gözden geçirip, onarmışlar; işgücü
eksiği varsa Ege köylerinde “tayfa” diye adlandırılan zeytin işçilerinin temini
için uzak köylere gidip, konuşup, anlaşmışlardı.
Yeşiline ihanet etmeyen ölümsüz zeytin ağaçları, tanrının
insanoğluna armağanı olan meyvelerini vermeye hazırdı artık.
Tabii ki zeytin köylüleri de…
Ama Adem abi hazır değildi.
Oysa Nazım’ın “Türk köylüsü, topraktan öğrenip kitapsız
bilendir” demesine uyan; çalışkan, kasabalıların sevip, saydığı, lafına itibar
edilen bir adamdı.
Nazım’ın “Yaşamaya Dair” şiirini de ezbere okurdu kasketini
çıkarıp, göğsüne bastırarak:
“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde
bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından.”
Ancak bağda, bahçede izi olmayanın, hasatta yüzü olmazdı.
Ne var ki göçmenler yüzünden keyfi yoktu; komşulardan Hatice
abla hasat için gittiği tarlada bir kuş yuvasından yumurta toplar gibi özenle
zeytin toplarken on iki ayaklı zeytin merdiveninden düşüp, bacağını kırınca
tadı iyice kaçmıştı.
***
Dalmış gitmişti.
Yanı başına kadar sokulup, üç metre ötesinde çömelmiş ona
bakan ihtiyar göçmeni neden sonra fark edebildi.
Önce irkildi.
Zeytinliğinin kenarında çadırlarını kurup, yerleşen ailenin
büyüğüydü bu ihtiyar.
Onu rahatsız etme endişesiyle ürkek bir tavırla selamladı.
Adem abi de selamına karşılık verdi.
Birbirlerini hep karşıdan görmüşlerdi. Hiç bu kadar yakın
durmamışlardı.
İyi bir adama benziyordu.
Adı Abdülkerim idi. Suriye’den başlayan hikayelerini gözleri
zaman zaman buğulanarak anlatmaya başladı.
Meramını Türkçe anlatabiliyordu.
Yürek dağlayan hikayelerdi.
Adem abi, bilirdi göçmenliğin ne olduğunu. Bütün göç
hikayeleri hüzünlüydü. İnsan köklerinden, vatanından, sevdiği topraklardan,
komşularından kopmak istemezdi.
Doğup, büyüdüğün toprakları bırakıp, başka diyarlara
göçtüğünde oraların yabancısı oluyordun. Zor işlerdi…
Istrati usta, “Yabancı demek memleketini sırtında taşıyan
insan demektir” demiş.
Bundan ne Adem amcanın, ne de bu adamın haberi vardı belki,
ama doğru laftı.
Göçmenlik... Göç... Hicret... Daha da ötesi hicran…
Laf lafı açtı konu zeytinliğe geldi.
Abdülkerim:
“Zeytinliğin çok güzel, ama bakımsız. Bu sene bir kere
olsun bahçene gelip bakım yaptığını görmedim. Ağaçların senin bu ilgisizliğine
rağmen iyi ürün vermiş,” dedi.
Adem abi, “Sizin yüzünüzden, siz oradasınız diye
kızdığımdan gelmedim,” demedi.
Abdülkerim’i süzüp, “Sen ne anlarsın zeytincilikten,” demek
istedi, onu da demedi.
Adam, konuyu savaştan kaçıp, kendi memleketinde terk edip,
gelmek zorunda kaldığı zeytinliklerine getirdi. Meğer onunkinden daha büyük
zeytinlikleri varmış.
Yedi sülalesi zeytinciymiş.
Öyle şeyler anlattı ki Adem abi, kendi bilgisizliğinden
utandı.
***
Birlikte kalkıp Adem abinin zeytinliğine gittiler.
Abdülkerim, ağaçların dallarındaki zeytin tanelerini baktı.
Bir iki zeytin tanesini koparıp, avucunun içinde ezdi.
“Biraz daha gecikirsen bu sene zeytinyağından ümidini kes,”
dedi.
“Ne yapmak lazım?”
“Yarın başlayalım, Bir haftaya bütün zeytini toplarız.”
Gerçekten de ertesi günü sabah erkenden göçmenler kolları
sıvayıp, zeytinliğe girdiler. Gece gündüz demeden arı gibi çalışıp bir haftada
hasadı bitirdiler.