13 March 2022

Zeytin kardeşliği ( Öykü )

 

 

Zeytin kardeşliği

 

Siz hey dillerini yitirenler,

Zeytince konuşun yeter! 

Ahmet Günbaş

 

Hey allahım! Şu göçmenler, sanki başka bir yer kalmamış gibi gelip, Adem abinin zeytinliğinin biraz aşağısına çadır kurup, yerleşmişlerdi.

Tam da zeytincilerin takvimine göre zeytinliklerin sürülmesi, ilaçlama, gübreleme ve sulama zamanında gelip yayılmışlardı zeytinliğin yamacına.

Gerilmişti, siniri tepesine çıkmıştı, ama sesini çıkarmadı, sabretti; ancak zeytinliğe de keyfi kaçar diye hiç gitmedi.

Ağaçlar bakımsız kalmıştı.

Mayıs ayı zeytin ağaçlarının en stresli ayıydı. Lohusa dönemiydi… Doğum sancısı dönemiydi. Eskiler, bu işi bilenler, Mayıs sonlarında zeytin bahçelerinde kuşların dahi uçmamasını arzu ederlerdi.

Ha bugün, ha yarın giderler, kalıcı değiller ya, diye umutlanmıştı; ama bütün bir yaz mevsimi geçmiş, hasat mevsimi gelmiş adamlar hala yerlerinden kımıldamıyorlardı.

Adem abinin oğlu Ragıp, “Bunları bir korkutup kaçıralım,” dedi.

Anası itiraz etti:

“Dokunmayın gariplere, mecbur kalmasalar memleketlerini bırakıp, te buralara gelirle miydi?”

Adem abi:

“Te be yahu, benim kafamı attırmayın, gitsinler başa bi yere kusunlar çadırlanı.”

“Herif, ne çabuk unutuvedin macirliğini. Artıkın sen de kendini yerliden mi sayıyon gari!”

Ufff!!! Tam damarından yakalamıştı Zehra abla kocasını.

Adem abi kapıyı çarpıp çıktı.

Kızmıştı, ama “Kadın haklı diye mırıldandı içinden. Öyle ya o da bir göçmen çocuğuydu en nihayetinde. Mübadeleden sonra kendilerine gösterilen bu kasabaya yerleştirilmişlerdi. Sonrasında evlenip, barklanıp, çoluk çocuk sahibi olmuştu bu ikinci vatanında.

“Be yahu, anacuğum, bubacuğum Selanik Karacaova’dan buralara göç etmeseydiler, belki ben ne Kürt, ne Ermeni, ne Arap görecektim hayatımda,” derdi, ikide bir.

***

Irmak kenarına doğru yürüdü.

Şimdilerde evde yatalak yatan amcası eskiden evden her sabah çıkıp dolaşırdı. Asırlık bir zeytin ağacı vardı ovada bir yerde. Çokluk oraya giderdi.

Ondan öğrenmişti dar zamanlarında gölgesine sığındığı bu ağacı.

Ağacın altına oturup düşünmeye başladı.

Amcası köyün yarım akıllılarındandı.

Yarım akıllı dedik ya, kendi kendine konuşurmuş güya ağaçla. Sonra kah kahvede, kah evde anlatırdı, ağaçla şunları, bunları konuştuk diye.

Yarım akıllı dedik, ama ailenin en okumuşuydu aslında.

Şöyle dedim ağaca diye başlardı:

“Ağaç emice, şöyle bi uzanıp, sırtımı vereyim yaşlı gövdene. Gölgene sığınayım Rüzgarda hışırdayan yapraklarının serinliği bi ferahlatsın içimi.”

Uzaklara dalıp konuşmaya devam ederdi:

“Ben bugün çok efkarlıyım, haberler kötü; bana yarenlik edecek biri lazım, bene bi kulak ver hele,” dedim.

Gözünün kenarıyla dinleyenler üzerinde söylediklerinin etkisini anlamak için bakardı:

“Yav, bi türlü öğrenemedi henüz insanlık kardeşliğin kıymetini be akideş… Halbuki sen hep herkese eşit verdin meyvandan. Şimdi anlat bakalım bene, neler gördün geçirdin? Anlat bakem zeytin ağacı, nasıl bir şey sen gibi onca uzun yaşamak. Şinci bırak kederli günleri, önce güzel günleden başla. Bu topraklarda yaşayan ahalinin kardeşliğinden bahset. Kim gelip, geçtiyse onlardan gari; Rumlardan, Türklerden, Kürtlerden, Ermenilerden, Araplardan…  Neler oldu? Usul usul anlat bene, diye sordum,” derdi.

Adem abi, çocukluk merakıyla, dizinin dibine oturur, can kulağıyla dinlerdi amcasını.

O yıllar Harbi Umumi zamanıydı, zor günlerdi; şimdiyse başka dertler var, diye düşündü Adem abi.

Yani değişen pek bir şey yoktu.

Muhtemelen Adem abi de, amcası da bilmezdi Homeros’u.

İlyada Destanı’nda yazdığına göre Homeros, gölgesine sığındığı asırlık, koca zeytin ağacına sormuş, “Senin sahibin kimdir?” diye. Ağaç, kulağına fısıldamış; “Ben herkesinim ve kimseye ait değilim; sen gelmeden önce buradaydım, sen gittikten sonra da burada olacağım,” demiş.

Öyle ya…

***

Göçmenlerin gelmesinin üzerinden aylar geçmişti.

Bütün zeytin köylerinde, geçen sezonun hasadının hemen arkasından, zeytinlikler sürülmüş, budama, aşılama, gübreleme, ilaçlama, sulama işleri yapılmış; bahardan itibaren ağaçların tomurcuklanması, somakların patlaması, çiçeklenmesi, tanelenmesi dikkatle izlenmişti.

Yaz bitip, sonbahar da yarılanmış, doğada yeşilin yerini alan başka renklerin dansı başlamıştı.

Taneler irileşmeye, yağlanmaya başlamıştı.

Ve işte, hasat zamanı gelmişti…

Zeytin hasadı, yöresine, iklimine, senesine göre değişmekle birlikte genellikle Eylül ayı sonunda başlayıp, Şubat sonuna kadar sürer. En önce sofralık yeşil zeytinler, arkasından erken hasat yağlık zeytinler, sonra siyah sofralık ve yağlık zeytinler toplanır.

Bir tatlı heyecan, telaş vardı köylerde, kasabalarda.

Köylülerin hepsi hasatta kullanacakları ellerindeki malzemeleri; sepetlerini, kasalarını, yaygılarını, üçayak merdivenlerini, sırıklarını, taraklarını, makinelerini gözden geçirip, onarmışlar; işgücü eksiği varsa Ege köylerinde “tayfa” diye adlandırılan zeytin işçilerinin temini için uzak köylere gidip, konuşup, anlaşmışlardı.

Yeşiline ihanet etmeyen ölümsüz zeytin ağaçları, tanrının insanoğluna armağanı olan meyvelerini vermeye hazırdı artık.

Tabii ki zeytin köylüleri de…

Ama Adem abi hazır değildi.

Oysa Nazım’ın “Türk köylüsü, topraktan öğrenip kitapsız bilendir” demesine uyan; çalışkan, kasabalıların sevip, saydığı, lafına itibar edilen bir adamdı.

Nazım’ın “Yaşamaya Dair” şiirini de ezbere okurdu kasketini çıkarıp, göğsüne bastırarak:

“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından.”

Ancak bağda, bahçede izi olmayanın, hasatta yüzü olmazdı.

Ne var ki göçmenler yüzünden keyfi yoktu; komşulardan Hatice abla hasat için gittiği tarlada bir kuş yuvasından yumurta toplar gibi özenle zeytin toplarken on iki ayaklı zeytin merdiveninden düşüp, bacağını kırınca tadı iyice kaçmıştı.


***

Dalmış gitmişti.

Yanı başına kadar sokulup, üç metre ötesinde çömelmiş ona bakan ihtiyar göçmeni neden sonra fark edebildi.

Önce irkildi.

Zeytinliğinin kenarında çadırlarını kurup, yerleşen ailenin büyüğüydü bu ihtiyar.

Onu rahatsız etme endişesiyle ürkek bir tavırla selamladı.

Adem abi de selamına karşılık verdi.

Birbirlerini hep karşıdan görmüşlerdi. Hiç bu kadar yakın durmamışlardı.

İyi bir adama benziyordu.

Adı Abdülkerim idi. Suriye’den başlayan hikayelerini gözleri zaman zaman buğulanarak anlatmaya başladı.

Meramını Türkçe anlatabiliyordu.

Yürek dağlayan hikayelerdi.

Adem abi, bilirdi göçmenliğin ne olduğunu. Bütün göç hikayeleri hüzünlüydü. İnsan köklerinden, vatanından, sevdiği topraklardan, komşularından kopmak istemezdi.

Doğup, büyüdüğün toprakları bırakıp, başka diyarlara göçtüğünde oraların yabancısı oluyordun. Zor işlerdi…

Istrati usta, “Yabancı demek memleketini sırtında taşıyan insan demektir” demiş.

Bundan ne Adem amcanın, ne de bu adamın haberi vardı belki, ama doğru laftı.

Göçmenlik... Göç... Hicret... Daha da ötesi hicran…

Laf lafı açtı konu zeytinliğe geldi.

Abdülkerim:

“Zeytinliğin çok güzel, ama bakımsız. Bu sene bir kere olsun bahçene gelip bakım yaptığını görmedim. Ağaçların senin bu ilgisizliğine rağmen iyi ürün vermiş,” dedi.

Adem abi, “Sizin yüzünüzden, siz oradasınız diye kızdığımdan gelmedim,” demedi.

Abdülkerim’i süzüp, “Sen ne anlarsın zeytincilikten,” demek istedi, onu da demedi.

Adam, konuyu savaştan kaçıp, kendi memleketinde terk edip, gelmek zorunda kaldığı zeytinliklerine getirdi. Meğer onunkinden daha büyük zeytinlikleri varmış.

Yedi sülalesi zeytinciymiş.

Öyle şeyler anlattı ki Adem abi, kendi bilgisizliğinden utandı.

***

Birlikte kalkıp Adem abinin zeytinliğine gittiler.

Abdülkerim, ağaçların dallarındaki zeytin tanelerini baktı. Bir iki zeytin tanesini koparıp, avucunun içinde ezdi.

“Biraz daha gecikirsen bu sene zeytinyağından ümidini kes,” dedi.

“Ne yapmak lazım?”

“Yarın başlayalım, Bir haftaya bütün zeytini toplarız.”

Gerçekten de ertesi günü sabah erkenden göçmenler kolları sıvayıp, zeytinliğe girdiler. Gece gündüz demeden arı gibi çalışıp bir haftada hasadı bitirdiler.