26 March 2023

Şoför muavini / Öykü

 


Şoför muavini

 

 

Şoför muavinliği basit bir iş gibi görünüyor, ama değil, ayrıca yorucu.

Süleyman, tam şöyle en arka taraftaki boş koltuğa oturup, bir nefes alıp, dinlenmeye niyetlenirken hooop ihtiyaç molası.

Sesini, nefesini ayarlayıp otobüsün mikrofonundan anons yapıyor:

“Değerli yolcularımız, aracımız yirmi dakikalık ihtiyaç molası verecektir. Hareket saatinde yerlerinizi almanız önemli rica olunur.”

Hata yapmadan anons yaptığı için gururlanıyor.

Mikrofonun ekosunu da iyi ayarlamıştı bu sefer.

Eskilerde olduğu gibi “Çaylar şirketten, müessesemizin ikramıdır,”  demeyi de çok isterdi, ama artık malum ekonomik nedenlerle olamıyor.

Otobüs park ediyor.

Yolcular tuvalet sırasında önlerde olabilmek için koşturuyorlar.

Bir kısmı da  hemen cebindeki sigara paketine, çakmağına davranıyor.

Bazılarının ayakları uyuşmuş, sarsak adımlarla yürüyüp kendilerine gelmeye çalışıyorlar.

Bir delikanlı, ön koltuklarda oturan gözüne kestirdiği bir kıza yanaşıp, cesaretini toplayıp, “Siz de mi İzmir’e gidiyorsunuz?” diye soruyor.

Kız:

“Sömestr tatili için eve gidiyorum,” diye cevap veriyor.

Oğlan:

“Anladım,” diyor.

Neyi anladığı belli değil. “İzmir’e mi gidiyorsunuz?” diye sormuştu, kız, “Eve gidiyorum,” demişti. Yani kızın ailesi İzmir’de mi yaşıyordu? Bunu mu anlamak lazım?

Neyse, maksat hasıl olmuş, kızla oğlan aralarındaki barikatı yıkıp konuşmaya başlamışlardı.

Süleyman, elindeki tazyikli su fışkırtan hortumu otobüsün ön camına tutuyor.

Cam yolda çarpıp yapışan, uçuşan sinek, böcek ölüleriyle dolu.

Sonra içeriye içme suyu takviyesi yapıyor.

İhtiyar bir adam yanaşıp, “Balıkesir’e daha çok var mı delikanlı?” diye soruyor. “Bak ha, sakın unutma, beni orada indireceksiniz.”

“Tamam abi, zaten yolcumuz var, garaja gireceğiz,” diyor.

Birden 16 numarada oturan “Bana Akhisar’da haber ver evladım,”  diyen yaşlı kadın aklına geliyor.

“Unutmamam lazım,.. unutmamam lazım,” diye içinden tekrarlıyor.

Mola bitiminde kaptan şoför otobüse binip kontağı çeviriyor.

Direksiyonda kaptanların kralı, yılların tecrübeli şoförü Kazım abi var. İlk defa onunla göreve çıkıyor. İkinci şoför de tecrübeli. Onun adı da Zülküf.

İyi, tecrübeli otobüs şoförünün ayağı ikide bir gaza, frene, sonra debriyaja gitmez. Yol iyi, araç da bakımlı ise otobüs asfaltta yağ gibi kayar, gider. Bunlar öyle şoförler işte.

Süleyman, ön koltuktan başlayarak arkaya doğru yolcuları sayıyor, sonra Kazım kaptana doğru “Tamam abi,” diye sesleniyor.

Niyeti su, çay, kahve servisi yaptıktan sonra en arkaya geçip dinlenmek, ama oraya şimdi de ikinci şoför Zülküf uzanmış.

İşini bitirdikten sonra en arkanın önündeki boş koltuklardan birine oturuyor.

Zülküf kaptan, gözlerini aralayıp, “Seninle daha önce birlikte sefer yapmış mıydık delikanlı?” diye soruyor.

“Bir defa yaptık diye hatırlıyorum abi.”

“Çok oldu mu işe başlayalı?”

“Altı ayı geçti.”

“Daha yenisin. Şoförlüğün var mı?”

“Küçük araç ehliyetim var. Babamın bir kamyoneti var. Dükkana mal taşımak için kullanıyor. Ara sıra ona yardım olsun diye ben kullanıyorum.”

“Anladım.”

“Aslında ben coğrafya öğretmeniyim atamam iki senedir çıkmayınca, dayanamadım; bu işi buldum, çalışıyorum. Parası biraz az, ama çaresi yok.”

“Vay, coğrafyacısın öyle mi? O zaman sen İzmir’in hangi eylem ve boylamda olduğunu bilirsin.”

“Ee, yani…”

“İstanbul-İzmir arasında hangi şehirlerden, kasabalardan geçtiğimizi de…”

Güldü.

“Bak, sen genç bir delikanlısın bilmeyebilirsin, eskiden Yugoslavya ve Çekoslovakya diye devletler vardı bilir misin?”

“Bilirim. Okuduk bunları. Ama bu daha çok tarih öğretmenliğinin konuları arasında.”

Meğer Zülküf abi, Boşnak’mış. Yani Yugoslavya göçmeni.

Zülküf kaptan, eliyle yaklaşmasını işaret ediyor. Elini ağzına siper ederek Süleyman’ın kulağına “Bak, çaktırma, Kazım abinin karısı kaçmış. Adamcağız çok dertli. Dikkatli ol. Onu kızdıracak, üzecek bir harekette bulunma,” diyor.

“Tamam abi.”

16. Koltuktaki teyze uyuyor.

“Unutmamam lazım,” diye içinden yeniden tekrarlıyor.

Yolculardan biri ortalarda oturan birini işaret ediyor. O tarafa doğru gidiyor. Adam horluyor. Hem de ne horlama! Motorun gürültüsünü bile bastıracak neredeyse.

Şikayetçi yolcu, dürtüp uyandır gibisinden işaret ediyor.

Çekiniyor. Tereddüt ediyor. Ama yapması lazım.

Zülküf kaptandan destek alabilir miyim diye arka tarafa bakıyor. O ise gözlerini yeniden kapatmış, uyuyor.

Horlayan yolcu kendi yaşlarında bir genç. Efendiden birine benziyor. Ama ne olur, ne olmaz…

Hafifçe omuzuna dokunuyor. Genç delikanlı, gözlerini aralayıp, şaşkın şaşkın bakınıyor. Durumu anlayıp, mahçubiyetle gülümsüyor.

Süleyman:

“Boksör müsünüz?” diye soruyor.

Delikanlı:

“Yooo!” diyor.

“Peki, ya judocu veya karateci falan mısınız?” diye soruyor.

Çocuk sorulara anlam veremiyor:

“Hayır efendim, nereden çıktı?”

“İyi de, o zaman ne cesaretle horluyorsun, kardeşim?”

Genç delikanlı, karşısında gülen Süleyman’a bakıp, espiriyi tam anlamasa bile o da gülüyor.

En arka koltuktaki ikinci şoför uyanmış ön tarafa kaptan şoförün yanına giderken “Bize birer kahve yap ta içelim,” diyor.

Kahveleri verdikten sonra arka taraftaki ikinci şoförden boşalan yere geçiyor.

Çok yorulmuştu.

Bu yorgunluğa dayanmak mümkün mü?

Hemencecik dalıp gitmişti.

Gözlerini açıp camdan dışarı baktığında Akhisar’ı çoktan geçtiklerini, Manisa’ya vardıklarını anlıyor.

16. koltukta oturan yaşlı kadın aklına geliyor. Eyvah ki, eyvah!

Kadın hala uyuyor.

Yerinden fırlayıp kaptan şoförün yanına gidiyor. Durumu anlatıyor.

Kazım Kaptan, “Hay aptal oğlum, hay aptal oğlum!” diye söyleniyor.

İkinci şoför:

“Dönelim bari,” diyor.

Kaptan şoför, anlamsız anlamsız ona bakıyor.

“Yahu, herkes uyuyor zaten, kimse anlamaz.”

Sessizlik oluyor.

Süleyman, “Abi, evet, herkes uyuyor,” diyor.

Kazım Kaptan, yolu kontrol ederek manevra yapıp, geri dönüyor.

Akhisar’a geri geliyorlar.

Süleyman, yaşlı kadının yanına gidip, sessizce uyandırıyor.

“Teyze Akhisar’a geldik,” diyor. “Bagajınız var mıydı? Hangi tarafta?”

Kadın, “Ah yavrum, teşekkür ederim,” diyor. Ayağının dibindeki çantasına uzanıp bir ilaç kutusu çıkarıp, “Doktor günde üç tane içeceksin dedi. Birini otobüse binmeden önce içmiştim. Kızım diğerini otobüs Akhisar’a varınca içeceksin, sakın unutma anneciğim demişti. Hadi bana bir bardak su getir de ilacımı içeyim.”

Kadının inmeyeceğini öğrenince şaşkınlaşmış suratıyla gidip, şoförlere durumu anlatıyor.

Önce kızıyorlar, ancak sonra olayın komikliğinden dayanamayıp hep birlikte kahkahalarını salıveriyorlar.

Süleyman, gidip bir şişe su götürüyor kadına.

Birer kahve daha yapıyor kaptanlara.

Manisa’ya kadar durup durup, yeniden hatırlayıp gülüyorlar.

Zülküf kaptan, “Peki, orta sırada oturan delikanlıyı uyandırıp, ne söylemiştin ona?” diye soruyor.

Süleyman, orta sırada oturan delikanlıya baktı. Yine uyuyordu, ama bu defa horlamadan.

Onunla ne konuştuklarını söyledi kaptanlara, sonra yakın zamanda başından geçen başka bir olayı anlatmaya başladı:

“Abi, belki siz de duymuşsunuzdur; bir defasında başka kaptan abilerle, Yılmaz abi ve Mükremin kaptanla görevdeydik. Yine böyle horlayan bir yolcu vardı otobüste. Gittim, nezaketle adamı uyandırdım. Adam gözlerini açtı, kötü kötü baktı. Çeneme bir yumruk çaktı. Bir de öbür eliyle suratıma tokadı yapıştırdı. Şaşırmıştım. Görevim icabı adamı kibar bir şekilde uyandırmıştım. Arkadan Yılmaz abi, olayı gördü koşturarak yanımıza geldi. Herif ona da iki yumruk çakıp, devre dışı bıraktı. Mükremin kaptan da olayı fark etmişti. Otobüsü sağa çekip, durdurdu, yanımıza geldi. O da iki üç yumrukla heriften nasibini aldı. Bütün yolcular uyanmış, dehşetle bizi izliyorlardı. Adam azgın bir boğa gibiydi. Başa çıkılabilecek gibi değildi. Tırstık, vazgeçtik herifle uğraşmaktan. Adam, bizim halimize gülüp, pis pis sırıttı; ‘Benim adım Cengiz, boksörüm; bu vesileyle tanışmış olduk,’ dedi. Koltuğuna oturup, yayıldı, sanki hiçbir şey olmamış gibi yeniden uyumaya başladı. Biz de çaresiz, adama bulaşmamaya karar verip yola devam ettik.”

Kazım kaptanla, ikinci şoför Zülküf kaptan yine gülme krizine yakalandılar.

Maceralı, ama aslında eğlenceli bir başka yolculuğun nerdeyse sonuna gelmişlerdi.

Gün yavaş yavaş ağarıyordu. Aşağılarda güzel İzmir’in ışıkları gözükmeye başlamıştı.

 

25 March 2023

Uçan baloncu aşık olursa / Kısa öykü

 

 

Uçan baloncu aşık olursa

 

 

Rıza, Ayşe’yi babasından istedi.

Babası Ayşe’yi Rıza’ya vermedi.

“Neden?” diye sordu.

Cevap kısaydı:

“Senin aileni geçindirebilecek düzgün bir işin yok, oğlum.”

Rıza, sokaklarda uçan balon satıyordu. Kazancı kendisine yetiyordu, ama aile geçindirmek başka bir şeydi. Hele bir de çocuklar olunca…

Üzüntüsünden yemekten içmekten kesildi…

Zaten kara, kuru, ufacık bir adamdı; iyice zayıfladı, bir deri, bir kemik kaldı.

Sıkı bir rüzgar esse savrulup gidecekti neredeyse. Öyle de oldu zaten.

Toptancıdan balonları almış, sokağa çıkmıştı ki hava birden bozdu; şiddetli bir rüzgar esmeye başladı.

Rıza’nın ağırlığı balonları zaptetmeye yetmedi, ayakları yerden kesildi.

Bereket versin etraftakiler çabuk farkettiler, koşup ayaklarından yakalayıp, asılıp, kurtardılar.

Yoksa balonlarla beraber havalanıp gidecekti zavallı Rıza.

Horoz / Kısa öykü

 


 

Horoz

 

“Senin horozun çok ötüyo be akideş.”

“Seninki ötme mi?”

“Benimki seninki gibi ötmeyo. Kes, afiyetle ye onu. Senin bu horoz yüzünden çoluk çocuk uyku muyku uyuyamaz olduk.”

“Aboovvv! Verdiği akla bak hele.”

***

“Kafayı sıyırmış bizim komşu,” diye anlattı Halit amca karısına bu olayı.

“Hiç horoz öttü diye bir mevzu olur mu? Horoz bu, tabii ki de öter.

Horoz öter. Kuşlar dallarda cıvıldaşır. Sonra mevsimi gelir cırcır böcekleri çıkar ortaya.”

Karısı terasta çiçekleri sularken, çayı elinde iskemleye çökmüş anlatıyordu:

“Dalgalar kıyıyı döver. Çocuklar bahçelerde oynaşır. Rüzgar pencerenin pancurlarını sallayıp tangırdatır.”

“Bey, elin değdiğinde şu tuvaletin kapı menteşelerini yağlayıver. Gece tuvalete gidince fena gıcırdıyor. Çocuklar uyanıyor.”

“Tamam hanım,” diye cevap verip, devam etti:

“Yağmur damlaları camlara şıpır şıpır dökülür.”

O sırada Sarı Mustafa kamyonetiyle yoldan tozları kaldırmış geçerken korna çalıp selamladı.

“Mustafa arabasının kornasını çalar. Hayat böle. Bunlarsız olu mu hiç?”

“İyi dersin, doğru dersin bey.”

“Bizim komşu tırlatmış, senin onun karısına bir ara tembihleyiver de, konuşsun aklını başına toplasın.”

***

Halit amca, bahçeye çıkınca yine komşusuyla burun buruna geldi.

“Bak komşu sen kesmezsen ben kesecem horozunu ona göre.”

“Vay be akideş, kes bakalım da görem. Ben de seninkini keserim.”

***

Allahın işi, çok geçmedi, kendi horozu eceli gelip ölünce komşusu iyice çekilmez hale gelip, abuk sabuk konuşmaya başlamıştı:

“Ölecek horoz ölmez de benim horozum ölür, allahım adaletin bu mu!?”

***

Bir sabah kalkıp bir baktı horozu bahçede yoktu. Bu deli komşu horozumu kesmiş olmasın diye endişelendi haliyle.

Bütün bahçeyi aradı, taradı yoktu.

Yola, karşı tarlaya baktı yoktu.

Komşunun bahçesiyle aralarındaki çite usulca yanaşıp bakınca bir de ne görsün? Horozu çitten karşı bahçeye atlamış, komşunun tavuklarından birini yakalayıp üstüne çıkmamış mı?

Eyvah ki, ne eyvah!!!

Şimdi bir başka maraza çıkacaktı komşusuyla aralarında.

“Komşu, hayırlı sabahlar olsun.”

Halit amca, irkilip, sesin geldiği tarafa başını çevirip, baktı. Komşusu açık bir üst kat penceresinin pervazına oturmuş, atlet, pijama, elinde sigara, keyifle sırıtıyordu.

“Yahu ben, senin bu horoza kızıyodum, ama pek yaman bir şeymiş meğer. Senin tavukların işini bitirip, çitten atlayıp bizim bahçeye geldi, şimdi benim tavukları hallediyor. Müsaaden va d’il mi?”

Şaşırmıştı.

“Estağfurullah, ne demek.”

Zurnacıların Hüseyin / Kısa öykü

 


 

Zurnacıların Hüseyin

 

 

“Zurnacıların Hüseyin de zurnacı oluvemiş gari.”

“Abov, bi o eksikti zate.”

Senelerce devlet kapısında memurluk yapıp emekli olduktan sonra Zurnacıların Hüseyin de babasının, abisinin mesleğine merak sarmıştı.

Çalsındı çalmasına, ama bir iki gün, sabahın erken saatlerinden akşamın körüne kadar evde, bahçede zıttırı düttürü zurnasını öttürmeye başlayınca başta kırk yıllık karısı olmak üzere bütün komşular şikayet etmeye başladı.

Karısı zurnanın neden olduğu yüksek sesten rahatsız oluyordu. Uyarılarına rağmen evde çalmaya devam ettiği için çok kızdı.

Sonunda dayanamadı, isyan etti; kavga gürültü derken Hüseyin’e ceza kesti:

“Git zurnanı kırk gün dağlarda çal, ancak seni o şekilde affederim" deyip evi terk etti; küçük bir çıkınla Manisa’daki anasının yanına gitti.

Kaynanası vaktiyle annesini, babasını dinlemeyip Hüseyin’e varan kızını iki gözü iki çeşme birden karşısında görünce “Abov, kızını boş bırakırsan, ya davulcuya, ya zurnacıya kaçar, derlerdi de inanmazdım,” demiş.

Bu laf Hüseyin’in kulağına gidince daha ağırına gitti.

Cezasına razıydı.

Gün ağarınca kümesteki tavukları yemleyip zurnası koltuğunun altında karşıdaki dağın yolunu tuttu.

Jandarmadan izin alarak dağın yamacında bir ağacın gölgesine sığınıp çalmaya başladı. Bu izin işin formalitesi idi. Neme lazım, etraf biraz karışık terörist falan zannetmesinler diye önden haber vermişti.

Çayıra yayılmış otlayan hayvanlar huzursuz olup, kaçışınca çobanlar taşla Hüseyin’i kovaladılar, o da kaçıp daha da yukarılara çıktı.

Dağda, her şeyden ve herkesten uzakta bütün ovayı gören kocaman bir kaya seçti kendisine, üstüne tünedi. Başladı zurnasını öttürmeye.

Her gün böyle… Akşama kadar öttürüp, gün batıp hava kararınca eve dönmeye başladı.

Söyleyenler abartmadıysa rüzgarlı havalarda ta Zeytinliova’dan bile duyuluyormuş zurnasının sesi.

"Müzisyen bir aileden geliyorum. Babam, abim zurnacıydı. Zurna çalmayı ben de çok seviyorum. Hatta bazen çalarken duygulanıp gözlerimden yaşlar geldiği oluyor,” diyen, dağda gündüzleri zurna çalan, geceleri ise evine dönen Hüseyin, kırk günün sonunda eşinin kendisini affetmesi beklentisiyle, ”Affederse kendisine teşekkür edeceğim, ama affetmezse dağlarda çalmaya devam edeceğim,” dedi.

Neyse ki filmin sonu yine mutlu bitti.

Karısı kırk gün dolmadan cezasının yarısı bitmeden geri döndü, ama bir şartla eğer zurna çalmak istiyorsa yine dağın tepesine gidip orada çalacaktı.

19 March 2023

Kendini arayan adam / Kısa öykü

 



Kendini arayan adam

 

Çok içip, işin bokunu çıkarınca işte böyle oluyor.

Evde boğma rakım var deyince Ahmetlerin evinde toplanmışlardı.

Yiyip içip rakı şişesinin dibine vurdular. Bir başkasını açtılar. O da bitti.

Hasan, “Akideşler ben bi koşu bizim eve gidip benim rakıyı getireyim,” diye çıktı.

Yılmaz, “Ben de evdeki şarabı getireyim,” diye çıktı.

Evde Zurnacıların Hüseyin ile Ali kalmıştı. İkisi de çoktan küfelik olmuştu.

Hüseyin de “Ben de bizim eve gidip bi bakayım az da olsa bir şeyler bulurum,” dedi.

Sallana sallana kapıya doğru yürüdü.

Onun durumunu gören Ali, “Hüseyin abi, emin misin? Gitme otur istersen.”

Hüseyin dinlemedi. Dinlemedi, ama ayakta zor duracak haldeydi. Karanlıkta kayboldu.

Hepsi ellerindeki şişelerle geri dönüp yeniden sofraya oturduklarında Hüseyin’in olmadığını fark ettiler.

“Nerde Hüseyin?”

Ali, “Eve gidip ben de bir şeyler getireyim diye çıktı. Otur abi, sarhoşsun bu halde gidemezsin dediysem de dinlemedi,” dedi.

“Yahu başına bir şey gelmiş olmasın?”

“Bi evine gidip bakalım.”

Zurnacıların Hüseyin’in evine gittiler, ama evde yoktu. Evin etrafını dolandılar yoktu. Ormanın içine doğru seslendiler yoktu.

“Ula adam sarhoş, bi de hasta. Bir şey olmasın.”

Biraz daha arandılar. Bulamadılar.

Ahmet, “Ben merak etmeye başladım akideşler, candarmaya haber verelim,” dedi.

 

***

Gözlerini açtığında zifiri karanlık vardı. Ayağa kalkıp zorlukla yürüdü. Aşağıda orman içinde elinde fenerlerle yürüyen bir grubu fark etti. Onlara doğru yürüdü, yola indi.

Askerlerden ve birkaç köylüden oluşan grup yanından geçerken yanından geçen bir jandarma erine “Hayırdır birader, terörist mi va mış?” diye sordu.

“Yok dayı, bir adam kaybolmuş, onu arıyoruz,” dedi.

O da gruba katıldı. Ola ki bir hayrı dokunurdu.

Saatlerce orman içinde, patikalarda yürüyüp adamı aradılar.

Bol pırpırlı başçavuş ara sıra elindeki megafonla “Hüseyin! Hüseyin!” diye bağırıyordu.

Sonra bir cevap gelecek mi diye sessizce bekliyorlar, sonra yola devam ediyorlardı.

Arama grubu yorulmaya, ümidini kesmeye başlamıştı.

Başçavuş, yine megafonu ağzına götürüp:

“Hüseyin Görgülü!” diye bağırdı.

Grup, bir cevap gelecek mi diye yine sessizce beklerken arkalardan “Zurnacıların Hüseyin, “Burda!” diye seslendi.

Başçavuş, sesin geldiği yöne doğru döndü, “Şaka mı bu birader?”

“Yo komutanım, sen Hüseyin Görgülü diye seslendin, ben burdayım dedim.”

“Senin adın ne?”

“Hüseyin,”

“Soyadın?”

“Görgülü.”

“Şaka değil d’il mi?”

“Estağfurullah komutanım.”

“Peki, nerden bileceğiz senin Hüseyin Görgülü olduğunu?”

Zurnacıların Hüseyin, boynunu büktü.

“Be adam, biz saatlerdir gördüğün bunca adamla seni arıyoruz. Sen de bizimle berabersin. Niye boşuna aramayın o adam benim demiyorsun?”

“Komutanım bana bir adam kaybolmuş, onu arıyoruz dediler; bir yardımım olur diye ben de size katıldım. Nerden bilebilirdim ki beni aradığınızı?”

“Megafonla bağırıyoruz ya!”

“Ama Hüseyin diye bağırıyorsunuz komutanım. Bizim buralarda belki bin tane Hüseyin vardır.”

Komutan çok öfkelenmişti, ama sesini çıkarmadı.