29 December 2019

57 Model Cadillac ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı




57 Model Cadillac





Adını Detroit kentini kuran kaşiften alan Cadillac otomobillerden 57 Model olanı... Rock’n roll müziğin, arabayla gidilen sinemaların, fast-food yemekler ve yeni ekspres yolların çağdaşı... Gösterişli, ön tarafını bütünüyle saran yuvarlak uçlu ön camdan alnı, Douglas Fairbanks’in yukarı kalkık ince bıyıklarını andıran Cadillac motifi, zenginliğin ifadesi altın kaplama dişlerle sırıtır gibi kocaman ağzı, geniş pancurları, iri kromajlı tamponu ve arkasında koca kanatları ile sekiz silindirli 1957 Model bir Cadillac... Amerikan rüyasının sembolü...

Mc Donalds’tan, Coca-Cola’dan önce girmişti yaratılmak istenen “Küçük Amerika”ya, Türkiye’ye...

Demokrat Parti, “her mahallede milyoner yaratma” eyleminden önce milyonerleri Millet Meclisi’ne taşımıştı. ”Yeter söz milletin” deyip, “46 ruhu”yla iktidara gelmişlerdi. 57 Model Cadillac’ın ilk sahibi de aslında zengin bir çiftçi olan bir mebus idi. Demokrat Parti’nin meclise taşıdığı zenginlerden biri... İthalatçısı onu daha galeriye koymadan satmıştı. Otomobili lacivert takım elbiseli, kokartlı lacivert kasketli, yaşlı, güngörmüş bir şoför kullanıyordu. Arka koltuğa kurulmuş Mebus Beyi Millet Meclisi’nden alıp, Ulus’tan aşağı süzülüp, İstasyon’dan Tandoğan Meydanı’na, oradan Beşevler’den Emek Mahallesi’ne, İsrail Evleri’ndeki konutuna götürürken bütün diğer araçların sürücüleri hayranlık ve saygıyla ona yol verirlerdi. Asfalt yolda süzülerek yol alırken bu hayranlığın Mebus Bey’den ziyade kendisine gösterildiğinin bilincinde gururlu ve cakalıydı. Ancak çok uzun sürmedi bu keyif. Amerika’dan göç edip geldiği bu garip ülkenin insanları demokrasisine değil de parıltılı yaşam biçimine özenmişlerdi, Batılı ülkelerin.

27 Mayıs Darbesinde, askerler, Mebus Beyi sabah erken saatlerde, tavuk kümesinde saklanırken yakaladılar. Cadillac’ın ilk yürek yaralanması o zaman olmuştu. Millet Meclisi yerine, önce İstanbul’da Yassıada’da yargılanan, daha sonra da Kayseri Cezaevi’nde cezasını çeken Mebus Bey’i ziyarete giden karısını, çoluğunu çocuğunu taşıdı yıllarca. Yorgun düştü, bakımsız kaldı.

Mebus Bey, cezaevinden çıktıktan sonra sanki uğursuzmuş da, bütün bunlara o sebep olmuş gibi İstanbullu yeni zengin bir tüccara, Osman Bey’e sattı, onu. Osman Bey, ithalatçı idi. Devlet ihalelerinden yolunu buluyordu. Bu arada sanayiciliğe de niyetlenmişti. Sanayicilik dediysek, “bacasız”ından idi. O zamanlar, “montaj sanayii” modası vardı. Devletin dışında ağır sanayi yatırımı yapacak babayiğit pek yoktu. Cadillac hayatından memnundu. Yine zengin bir eve kapağı atmıştı. Yeni sahibi uyanıktı. Paranın kokusunu iyi alıyordu. Yeşilçam filmlerinin sinemaları tıklım tıklım doldurduğu yıllardı. Zengin kızların evin fakir, ama yakışıklı genç şoförlerine aşık olduğu filmleri çeken sinemacılara kiraladı arabasını. Artist de olmuştu. Belgin Doruk, Türkan Şoray, Muhterem Nur’la aynı filmlerde rol arkadaşlığı yaptı. Herkesin kendisini tanıdığını düşünüyor, gururlanıyordu. Akşamları açık hava sinemalarının önünden geçerken şoför kornasına bastığında daha bir güzel ötüyordu.

Yaşanan güzel şeylerin de bir sonu oluyordu. Otomobiller de yaşlanıyor, yani eskiyorlardı. Değerleri düşüyordu. Muhasebeciler, ellerinde kalem, amortisman hesabı dedikleri bir hesapla acımadan değerlerini düşürüyorlardı. Yeni modeller çıkıyor, pabuçları dama atılıyordu. Olsun, o bunlara aldırmıyor, kocaman gövdesiyle şişinip geziniyordu. Piyasaya hakim olmaya başlayan, o cimri Avrupalıların ürettiği kıtıpiyos, küçük arabalar gibi değildi. Olamazdı da zaten. Gariban Avrupalılar çok sıkıntı çekmişlerdi. Daha yeni yeni bellerini doğrultuyorlardı. Pek tabii ki Amerikalıların zenginliği yoktu.

Ancak çok sonraları farketti, sahibinin “lıkır lıkır” benzin içtiği için ona kızdığını ve gözden düştüğünü. O kızgınlıkla Osman Bey, yeni model bir Avrupa arabası, bir Mercedes edindi, kendisine. Onu da bir galeriye satılmak üzere bıraktı. Çok kalmadı galeride. Uygun bir fiyatla satıldı. Bostancı-Taksim dolmuş hattında çalışan, doğma büyüme Erenköylü Serhat’ın sevgili arabasıydı artık. Ta ki yerini bir Ford minibüse bırakıp emekli olana kadar. Senelerce sabahları mahmur gözlerle okula giden öğrencileri, işe giden genç kızları, erkekleri, geceleri sarhoşları taşıdı. Onların tatlı muhabbetlerini dinledi, aşklarına şahit, sırlarına ortak oldu. Pırıltılı Bağdat Caddesinden, dünyanın en güzel manzarasına sahip Boğaziçi Köprüsünden, Bostancı’dan Taksim’e, Taksim’den Bostancı’ya gitti geldi. Serhat, ortaya ilave bir sıra koltuk koyup, daha fazla müşteri alabilmek uğruna gövdesini kestirip, ekleme yaptırıp boyunu uzatmıştı. Bununla da yetinmeyip daha az masraflı olsun diye zamanın modasına uyup LPG tüp taktırmıştı. Orasına burasına takıştırdığı “süslü” aksesuarlar da cabasıydı. Şekli şemali iyice değişmişti. 50’li yılların en fiyakalı arabasından geriye bir şey kalmamıştı. Serhat, arabasını çok seviyor, “ekmek teknem” diyordu, ama Cadillac’ın Serhat için aynı duyguları beslediği söylenemezdi. Hele Belediyenin de içinde bulunduğu bir komplo sonucunda, kendisi gibi akranı diğer Amerikan otomobilleri ile birlikte hattan çıkarılıp, yerini “sıfır” bir minibüse terkettirilip, haraç mezat bir hurdalığa satılınca kırgınlığı iyice artmıştı.

Yaşanan bunca ihtişamın arkasından kendisini bir hurdalıkta bulmuştu. Hurdalığın bulunduğu arsada yıllarca, yağmurun, karın altında yattı. Güzelim kaportası çürümeye başlamıştı. Kimsenin yanına uğradığı yoktu. Yalnızca arabacılık oynayan mahallenin çocukları ile dostluk edebiliyordu. Bu çocuklar yoksul ailelerin çocukları idi. Babaları onlara uzaktan kumandalı oyuncak arabalar alamıyordu. Çok zeki, sevimli yumurcaklardı. Direksiyonuna oturup oynuyorlardı. Hemen hepsinin düşü büyüdüklerinde şoför olabilmekti. Onların düşlerini paylaşabilmek hoşuna gidiyordu. Yaşlanmıştı. Hurdacının iki padişah, yedi cumhurbaşkanı görmüş anneannesi gibi o da 27 Mayıs Darbesi’nin arkasından iki askeri darbe ve bir “post modern” darbe yaşamıştı, bu Amerika karikatürü, ikinci vatanı ülkede. Bütün yaşananlara rağmen bu ülkenin insanlarını çok sevmişti. Onların sevinçlerine, üzüntülerine ortak olmuştu.

Tam ümitsizliğe kapılmışken eski, hurda arabaları adam edip, allayıp pullayıp antika meraklılarına Dolapdere’nin aşağısındaki galerisinde satan Kasımpaşalı Recep tarafından farkedildi. Recep, hurdalıktan aldığı Cadillac’ı bu işlerin erbabı kaportacı-boyacı arkadaşının ellerine teslim etti. Bir ay içinde eskisi kadar olmasa bile gıcır gıcır olmuştu. Galerinin en görünür yerine konuldu. Oradaki en fiyakalı araba gene oydu. O gelmeden önce galerinin gözdesi olan 56 Chevrolet kıskançlıktan çatlıyordu. Yoldan geçenlerin hemen dikkatini çekiyordu. Eski araba meraklıları sorup duruyorlardı, ama hiç kimse istenilen parayı verip almaya cesaret edemiyordu.

Sonbaharın son güneşli havalarından biriydi. Kasımpaşa Bahriye Caddesi yönünden Çevreyoluna doğru giden kıpkırmızı renkli, yeni model Alfa Romeo otomobil, ani bir frenle Galerinin önünde durdu. Allahtan ABS’si vardı. İçinden inen sürücüsü heyecanla ona doğru geldi. Sonra önde oturan yaşlı kadına seslendi:

“Anne bak! 57 Model bir Cadillac.”

Annesi onaylar gibi başını salladı.:

“Ya, evet! Aynı rahmetli babanın otomobili.”

“Ne kadar güzel değil mi?”

Tanımıştı bu genç adamı. Tesadüfe bakın, Orhan’dı bu. Mebus Bey’in küçük oğlu. Yıllar geçmiş, koca adam olmuştu. Küçükken bir gün, şoför tuvalete gittiğinde, fırsattan istifade direksiyona oturmuş, vitesi boşa alıp, kontak anahtarını çevirmişti. Allahtan ayakları gaza yetişmiyordu. Yoksa büyük bir kazaya yol açabilirdi. Bir ağaca çarpıp, ufak bir hasarla atlatmıştı. “Rahmetli babam” demişti. Demek ölmüştü, adamcağız.

Orhan, otomobili uzun uzun inceledi. Küçüklüğünün arabasının izlerini aradı. Zoraki akşam gezmelerinden dönüşte arka koltuğunda uyuduğu otomobili özlemişti. Çocukluk anıları canlandı, gözünde. Yaşlanınca insanların boyu çeker, küçülürlerdi. Cadillac’ınsa dolmuşçu Serhat’ın marifetiyle gövdesine ekleme yapılmış, boyu uzamıştı. Arka bagajında ise bir LPG tüpü vardı.
Galerici Recep, yanlarına geldi. Alıcı olduklarını anlamıştı. Orhan fiyatını sordu. Annesi de Alfa Romeo’dan inip gelmişti.

“Alalım mı anne?”

“Sen bilirsin.”

Orhan, kararını çoktan vermişti. Cebinden çek defterini çıkarıp vadeli bir çek yazdı.

“Bizim çocukları gönderir aldırırım. Muamelelerini yaparız,” dedi.

Bunca maceradan sonra, bir peri masalındaki gibi kader onu ilk sahipleri ile yeniden bir araya getirmişti. Mebus Bey ölmüş, karısı yaşlanmıştı. Orhan, büyümüş, akademik kariyer yapmış, profesör olmuştu. Bir vakıf üniversitesinde çalışıyordu. Evlenmiş, bir kızı olmuştu. Cadillac da yaşlanmıştı, ama üçüncü nesle yetişmişti. Tıpkı bu ülkenin tarihi gibi, çalkantılı, inişli çıkışlı bir hayatı olmuştu. Gene de çok mutluydu. Hurdalığa kadar düşmüş, ordan kurtulup yenilenmiş, ilk sahiplerinin yanında eski itibarına tekrar kavuşmuştu.


*Bu öykü ilk kez Ocak-Şubat 2003’te sanal dergi Dergi@Net’te, ayrıca Notos Edebiyat Dergisi’nin 25. Sayısında (Aralık-Ocak 2011) yayımlanmıştır.
2014 yılında ise Kanguru Yayınları tarafından yayımlanan “Yitik zamanlar dükkanı” isimli öykü kitabında yer almıştır.

28 December 2019

Yitik Zamanlar Dükkanı ( Kısa öykü ) / M. Hakkı Yazıcı




Yitik Zamanlar Dükkanı
                                                
                                                                              
                                                
                                                                              
Ben de sokakta uzun bir kuyruk gördüğümde merak edip soranlardanım. Caddenin karmaşasından, kalabalığından eser olmayan tenha bir sokakta oluşmuş uzun kuyruğu görünce durdum. Sıranın başında içeride ne satıldığı belli olmayan, camları kirli eski bir dükkan vardı. Dükkanın vitrininde ne açıklayıcı bir yazı, ne de sergilenen bir ürün vardı; tabelası da yoktu. Kuyruktakiler sırayla, teker teker içeri alınıyordu.

Sıranın en sonunda elindeki kitaplardan üniversiteli olduğu anlaşılan bir genç kız vardı. Yanaşıp sordum:

“Burası Yitik Zamanlar Dükkanı,” dedi.

Dediklerinden hiçbir şey anlamadım tabii.

“Yitirdiğiniz, boşa geçtiğini, harcandığını düşündüğünüz zamanlarınızı geri satın alıyorsunuz. Ben de bir arkadaşımdan duyup geldim,” diye açıkladı.

Biraz anlar gibi olmuştum: Hayatınızda beyhude geçtiğini, avarelik edip boşa geçirdiğinizi düşündüğünüz zamanlarınızı makul bir ücret karşılığında, yeniden ömrünüze eklenmek, daha iyi değerlendirilmek üzere geri satın alıyordunuz.

Aslında pek inandırıcı olmasa da merak edilebilecek bir konuydu. İvedilikle yapılacak bir işim de yoktu; bayilerin denetlenmesi için çıktığım seyahatte işim erken bitmiş, önceki gece İstanbul’a dönmüştüm. İşyerinde beni hala seyahatte biliyorlardı; işe gitmesem de olurdu.

Kuyruğa dahil oldum. Yavaş da ilerlese çok önemli değildi, bekleyebilirdim. Benim arkamdan sıraya girenler oldu.

Bekleşenler arasında koyu bir sohbet vardı. Herkesin derdi başka idi.

Erkeklerin çoğu askerlikte geçen yıllarını geri istiyordu.

68’li bir eski solcu Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yaşadığı hayal kırıklığından söz ediyor; sosyalizm için mücadeleyle geçen gençlik yıllarını geri istiyordu. Sırada onun iki önünde bulunan, Sıkıyönetim Mahkemesinde beraatla sonuçlanan bir siyasi dava devamınca hapiste tutuklu olduğu süreye isyan eden başka birisi ona şiddetle karşı çıkıyor; yanıldığını, yenilenin sosyalizm değil, başka bir şey olduğunu söylüyordu. 

Orta yaşlı bir adam yirmi beş yaşında bir kıza aşık olduğunu, o ana kadar farkına varamadığı bir duyguyu tattığını anlatıyor; otuz senedir evli olduğu karısıyla geçirdiği yıllar için hayıflanıyordu: “O kadınla geçen yıllarımı geri istiyorum,”diyordu. Yanında getirdiği çantanın içi para doluydu; otuz yılı geri alabilmek için çok para gerekiyordu.

Bir kadınsa çaresi olmayan bir hastalık yüzünden birkaç aylık ömrü kalan sevgili kocacığı için zaman almaya gelmişti. Söylediğine göre çok parası yoktu; ama sağdan soldan ne bulabildiyse alıp gelmişti.

Öğrenci seçme sınavı sonucu metalurji mühendisliği okuyan; ancak alanında iş bulamadığı için bankacılık mesleğini seçen,  ekonomik kriz nedeniyle de işsiz kalan bir adam kuyruktakilerin en dertlilerinden biriydi.

Emekli bir hakim olan İrfan Bey,  avareliğin, vakit öldürmenin ağır cezalık bir suç olduğunu söylüyordu, ama çelişki içindeydi; ATM kartı olmasına rağmen maaşını çekmek için bankaların önünde kuyruğa giriyordu. Aslına bakılırsa vakit geçirecek başka bir işi de yoktu.

Beklerken sıra bana geldiğinde ne isteyeceğimi kurmaya başlamıştım. Düşünüp bir karara varmalıydım. Boşa geçmiş zamanlarım nelerdi?

Üniversiteye giremediğim yıl avare avare dolaşmıştım. İstanbul kazan, ben kepçe gezmiştim. İstanbul gez gez bitmiyordu. Aşık olmuştum İstanbul’a, buna pişman olmak doğru değildi.

Üniversitede iken Sedef isimli bir kıza aşık olmuştum; tam bir sene peşinden koşmuş; ayılıp, bayılıp yemekten içmekten kesilmiştim. Sonunda kızı tavlamış, uzun süreli bir aşk yaşamış; sonra anlaşamayıp dostça ayrılmıştık; zaten aşk da bitmişti. Bu aşkın peşinde koştuğum yılları mı geri isteseydim? Yok, yok olmazdı, bu yıllara boşa geçmiş diyemezdim; sonu ayrılıkla bitmiş olsa da çok güzel duygular yaşamıştım.

Peki ya kahvede pinekleyip, tavla, kağıt oynadığım saatleri mi geri isteseydim? 

Bir türlü karar veremiyordum. Gözden çıkarıp sil baştan yapabileceğim yaşanmışlıklarım ne olabilirdi?

Bir ahşap masanın arkasında oturmuş kayıt alan şişman, gözlüklü görevli “Buyrun beyefendi!” diye uyarmasa sıranın bana geldiğini fark edemeyecektim. Uzun süre yüzüne tereddütle baktım. Gergin ve sabırsız bir ifadeyle:

“Lütfen biraz acele edin, kuyruktaki diğer insanların vaktinden çalıyorsunuz,”dedi.

Kararsız kaldığımı ve geriye almak istediğim bir zamanımın olmadığını, vazgeçtiğimi söyledim. Hiçbir yaşanmışlığıma kıyamıyordum, birden hayatımın her dakikası kıymete binmişti.

Görevli:
“Emin misiniz? Biraz daha düşünün,” dedi.

“Yok, yok yeterince düşündüm; ben vazgeçtim,”dedim.

“O zaman,” dedi adam “En azından kuyrukta boşa geçirdiğiniz zamanı size geri satalım.”

“İyi fikir,”dedim. “En azından o olabilir.”

Sabahtan beri Yitik Zamanlar Dükkanı’nın önünde kuyrukta bekleyerek harcadığım zamanı uygun bir fiyata alarak mutlu bir şekilde dükkandan çıktım.










22 December 2019

Garip, kısa, duygusal bir aşk hikayesi ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı



Garip, kısa, duygusal bir aşk hikayesi

Adam, lokantaya girdi, kapının önünde durakladı. Boş bir yer var mı diye bakınırken, garson kızla göz göze geldiler. Kız, hızla içerideki masalara göz attı. Öğle saatleriydi ve bütün masalar doluydu. Ona bir yer bulamamanın üzüntüsüyle, özür diler gibi yüzüne baktı. O da uzaktan “sağlık olsun” der gibilerden boynunu büktü.
Kızın ve onları izleyen kasadaki adamın gülmesinden yüzündeki ifadenin çok komik olduğunu anladı. O da merak etmişti suratını nasıl bir şekle sokup da onları güldürdüğünü. Keşke hemen oracıkta bir ayna olsaydı da baksaydı, kızı bu kadar güldürdüğünü anlayabilseydi.
Ya kızın yüzü? Ne güzel, masum bir yüzdü bu! Ya o gözler? Buğulu, yeşil gözler…
Birkaç dakika içinde bir yer boşalır, otururum umuduyla beklemeye karar verdi.
Garson kız, bir mutfağa, bir masalara tatlı bir telaş içinde koşuşturup duruyordu. Elinde tabaklarla geçerken, arada göz göze geliyorlardı; “Size de bir yer bulamadık,” mahcubiyetiyle gülümsüyordu.
Beş on dakika daha geçti. Hala yerinden kıpırdayan yoktu.
Kasadaki, büyük bir ihtimalle de lokantanın sahibi olan yaşlı adam, ayakta bekleyenlerin olduğunu gördükleri halde yemeğini yiyip, bitirip hala hesabını ödeyip kalkmayanlara ifrit olurdu. O da sabırsızlıkla bir masa boşalacak mı diye bakınıyordu.
Adam, hala kapının ağzında dikiliyordu. Başka bir lokantaya gitse daha iyiydi belki. Ancak gidemiyordu, sanki gizli bir güç onun gitmesini engelliyordu.
Garson kızın sorumlu olduğu birkaç masada oturanların bazıları yemeklerini bitirmiş, çene çalıyorlardı. Bazıları da telefonlarıyla oynuyorlardı. Ya gelen bir mesajı okuyor, ya da bir mesaj yazıyorlardı.
Kız, “Hadi artık, yediniz, içtiniz; zıkkımlandınız, daha ne oturuyorsunuz gitsenize!” der gibi masalara baktı.
Sonra yine ona bakıp, boynunu büktü. O güzel, uzun boynunu.
Sonra kızın gözleri bir masaya sabitlendi. Uzak köşelerden birinde bir masada oturan adam kalkmış paltosunu giyiyordu.
Kızın gözleri sevinçle parladı. Onu oturtabileceği bir masa vardı artık. Gözleriyle o masayı gösterip, oraya oturabilirsiniz işareti yaptı. O güzel yeşil gözleriyle.
Aslında kızın sorumlu olduğu bölümde değildi bu masa, olsun ama yine de oturabileceği bir yer boşalmıştı.
Garson kız, o bölümden sorumlu başka bir arkadaşına seslendi:
“Gülseren abla, beyefendiye yardımcı olur musun?”
Ne güzel, yumuşak bir sesti o.
Gülseren abla diye seslendiği kadın garson geldi; önce masayı temizleyip, sildi; sonra menüyü getirdi.
Aslında her şey çok yavaş oluyordu. Ama o hiç şikayetçi değildi; uzun oturmaya kendisini çoktan hazırlamıştı.
Yemekleri geldi. Acele etmeden yemeye başladı.
Lokantadaki o zamana kadar dolu olan masalar boşaldı.
Yarım saat sonra lokanta neredeyse boşalmıştı.
Garson kız, yorgunluktan mutfağa yakın masalardan birinin sandalyesine çöktü. O güzel yüzü, koşturmaktan al al olmuştu.
Yemeğini bitirmişti, işi olmasına rağmen daha fazla oturmaya razıydı; ama garip kaçacağını düşünüp hesabı ödeyip kalktı.
Kapıdan çıkarken garson kızdan tarafa dönüp, “teşekkür ve iyi günler” niyetine başını eğip, selamlayıp gülümsedi.
Kız da gülümsedi. Gözlerinin içi de gülüyordu. O güzel yeşil gözlerinin…
Biraz daha yakın, birbirlerini duyacak mesafede olsaydılar “Kusura bakmayın, sizi beklettik; ama umarım yemekleri beğenmiş, bizi affetmişsinizdir,” der miydi?
Yediklerinden hoşnuttu. Lokantadan da öyle…
Garsonların nerdeyse tamamının kadın olması ilginç gelmişti.
Eskiden böyle şeyler yoktu. Zaman geçtikçe bazı şeyler de değişiyordu. Kadınlar toplumun içinde daha çok yer alıyorlardı. Mesela işte bu, kadın garson çalıştıran lokanta…
Evet, temiz ve nezih bir yerdi. Herkes efendice yemeğini yiyip gidiyordu. Ne güzel diye düşündü. Böyle de olabiliyordu demek.

***
Ertesi günü yine aynı lokantaya gitti.
Civarda belki buna benzer onlarca lokanta vardı, ama ayakları onu bu lokantaya sürükledi. Ayakları mı, yoksa yüreği mi? O da ayrı konu…
Bu defa biraz daha geç gitti. Artık biliyordu, lokantanın dolu olduğu saatleri.
Gerçekten de lokanta bir önceki gün olduğu kadar dolu değildi. Yine boş olan önceki gün oturduğu masaya yönelip oturdu.
Evet, böyle bir alışkanlığı vardı; okuldayken de sınıfta ilk oturduğu yeri benimser, sene sonuna kadar, öğretmen değiştirmezse aynı yerde otururdu.
Ama bu defaki öyle değildi. Sanki garson kızın sorumlu olduğu yerlerden birine oturursa onu rahatsız edecekmiş gibi bir hisse kapılmıştı. Yanlış anlaşılmaktan korkuyordu.
Bu mahcubiyetinden çok çekmişti, ama onun huyu da böyleydi işte.
Kız, uzaktan onu görünce tanıdı, gülümseyerek selamladı. Dudaklarını, o güzel dudaklarını büzüp; gözleriyle, o güzel, buğulu, yeşil gözleriyle “Niye bu tarafta bir yere oturmadınız?” der gibi sitemle baktı.
Yanında bu defa gazete getirmişti. Okuyacağından falan değil, garson kıza bakarken bakışlarının yakalanmasından korktuğu için.
Yemeğini bekler, gazetenin her sayfasını çevirirken kaçamak bakışlarla kızı izliyordu. Onun o elinde tabaklarla, telaşlı koşuşturması hoşuna gidiyordu.
Diğer garson kadın, Gülseren abla da, hoş bir kadındı. Kibar ve mesafeli garson tavırlarıyla hizmet ediyordu. Onunla da aşina olmuşlardı. Ve hatta siparişi alırken, yemekleri getirirken, hesabı öderken bir iki laf konuşup, kısa sohbetler ediyorlardı.
Onunla konuşurken bile gözlerinin kenarıyla diğer garson kızı kaçamak bakışlarla izliyordu.
***
Hep farklı lokantalara gitme, farklı lezzetler arama merakına rağmen, ertesi gün ve daha sonraki günlerde de hep aynı lokantaya gitti.
Kaç gün olmuş, garson kızın daha ismini bile öğrenememişti. Bildiği sadece artık rüyalarına bile giren güzel yeşil gözleriydi.
Belki de aşk böyle bir şeydi işte. En son yaşadığın aşkın üstünden seneler geçmiş olmasına rağmen bu duygu, çoktandır görmediğin, çok özlediğin eski bir arkadaşın gibi; işte, sokakta, yolda, çarşıda, bir yerlerde aniden insanın karşısına çıkabiliyordu.
Rastlaştığın eski arkadaşına sarılıyorsun, mutluluktan deli gibi oluyorsun; hal hatır sorup ayaküstü muhabbet ediyorsun; sonra daha sık görüşebilmek dileğiyle ayrılıyorsun. Herkes kendi hayatına geri dönüyor. Kim bilir bir daha ne zaman görebileceksin eski arkadaşını? Belki de bir daha hiç… Belki de yine hiç ummadığın bir zamanda karşılaşacaksın, yeniden mutlu olacaksın.
Sonra… İş, güç, gözü kör olasıca hayat mücadelesi!
Kısa süreli görevi bitince dönmüştü.
Halbuki günlerce, her öğle yemeğinde gittiği lokantadakiler alışmışlardı ona.
Bir daha da yolu o lokantaya hiç düşmedi.
Çok vefasız olduğu hissine kapılarak, keşke son kez gittiğimde bir “allahaısmarladık” diyebilseydim diye düşündü.

***
O ismini bile öğrenemediği garson kızın adı Zeliha’ydı. İstanbul’un maddi cazibesine kapılıp gelen taşralı yoksul ailelerden birinin kızıydı.
Ekmek parası işte… Konfeksiyonda çalışmış, ustabaşı askıntı olmuş; yüz vermeyince atılmış, işsiz kalmıştı. Temizlikçilik yapmıştı, ev sahibesinin erkek kardeşi yalnız kaldıkları bir zamanda tecavüze yeltenmişti; elinden kurtulup, zor kaçmıştı.
Şimdi de bu lokantada çalışıyordu.
Bir akşam can yoldaşı bildiği bir arkadaşına dertlenip, şöyle anlatmıştı:
“Tuhaf bir adamdı. Bir gün sıradan bir müşteri gibi girdi lokantaya. Sonra her gün geldi, ama hiç oturup uzun uzun konuşmak fırsatımız olmadı. Hatta benim servis verdiğim masalardan birine de hiç oturmadı. Denk düşmedi belki. Sıradan bir müşteriydi, ama sanki aramızda özlem duyduğumuz bir şey vardı. Veya ben öyle zannettim.
Bir gün gelmedi, merak ettim. Belki bir başka lokantaya gitmiştir, diye düşündüm. Bizim yemekleri mi beğenmemişti acaba?
Bir sonraki gün yine gelmedi. Yoksa hasta mı olmuştu?
O günden sonra hiç gelmedi.
Hiç konuşmamıştık, ama iyi bir adam olduğunu anlamıştım.”

30 Ocak 2018

21 December 2019

Camın kenarında oturan yalnız kadın ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı



Camın kenarında oturan yalnız kadın

Upuzun bir bayram…
Hafta sonu ile de birleştirilince uzunca bir tatil çıkmıştı ortaya.

Gezip tozmak, dinlenmek için aslında az bulunur bir fırsat değil mi? Aman ne güzel diyeceksiniz, ama benim için öyle değil işte.
“Yoksa sen de bana her gün bayram diyenlerden misin?” diye soracaksınız belki. O da değil.
Bayram!.. Kimin bayramı, neyin bayramı, bir de ona bakmak lazım.
Böyle zamanlarda önceden plan yapamamışsan, yalnızsan, herkes bir yerlere gitmişse, hava dışarı gezip tozamayacak kadar soğuksa, sinemalarda iyi film yoksa bayram, sana zehir zıkkım olur.
Oturup kitap okusam bari diyebilecek kadar bile keyfim yoktu.
Ahmet’i arasam, karısıyla alışverişe çıkmıştır; Mehmet’i arasam kayınvalidesine yemeğe davetlidirler.
Yapılabilecek en son şeyi yaptım, plansız programsız kendimi sokağa attım.
Bu sene havalar biraz tuhaftı. Hani “mevsim normallerinin üstünde” derler ya, öyle günler yaşamıştık. Ama işte şimdi gerçek hayat başlamış, “mevsim normalleri”ne dönülmüştü.
Biraz yürüdüm. Ancak daha fazla yürüme isteğimi sonlandıracak, içime işleyen sert bir rüzgar vardı.
Otobüs durağı yakınlardaydı, gelen ilk otobüse, nereye gittiğine bile bakmadan bindim.
Bilirsiniz bayramlarda bazen belediyeler otobüslerini ücretsiz yaparlar. Otobüs tıklım tıklım doluydu. Bir yerlerden bir yerlere, çoğunlukla akraba ziyaretine giden çoluk çocuklu insan kalabalığı... Zırıl zırıl ağlayan mutsuz çocuklar…
Oturacak yer bulamamıştım. İçeride dışarıya tezat bunaltan, sıcak, her türlü insan kokusunun birbirine karıştığı boğucu, pis bir hava vardı.
Otobüs yolculuğuna ancak üç durak dayanabildim. İndim.
Dışarıda hava yine serin ve rüzgarlıydı.
Dışarı çıktığıma pişman olmuştum. Eve dönsem?
Eve de dönmek istemiyordum.
Birden yolun kenarında bir kafeyi fark ettim. İçeri girmeye karar verdim. Muhtemelen içerisi sıcaktı, en azından bir fincan çay içer çıkardım. Bu arada ne yapacağıma daha sıcak bir ortamda karar verirdim.
İçerisi gerçekten sıcaktı, birden güzel bir ortama girmiş olmanın mutluluğunu hissettim.
Etrafı, herkesi görebileceğim, gerilerde uygun boş bir masa seçtim. Sıcak çayım da gelince keyfim biraz yerine geldi.
Kendime gelince etrafa bakmaya başladım. İçerisi dolu sayılırdı, ancak sessizdi. Herkes dışarıdaki ayazdan kaçıp, kendisini içeri atmıştı sanki. Konuşanlar etrafı rahatsız etmemek için alçak sesle konuşuyorlardı.
Cama yakın masalardan birinde bir genç kadın oturuyordu. Yalnızdı…
Camın yanında oturuyor olmasına rağmen dışarıya bakmıyordu. Etrafına da… Gözü masada, düşünceli… Elinde bir cep telefonu vardı.  Telefonu bazen masaya koyuyordu. Gözü telefonda; sanki birisinin aramasını, ya da bir mesaj bekliyordu. Belki de birazdan kapı açılacak beklediği biri gelecek, kocası, sevgilisi, arkadaşı veya annesi…Her kimse?..
Arada yine telefonu avucunun içine alıp döndürüyor, sonra yeniden masanın üzerine bırakıyordu.
Kadının bakışlarımı yakalanmasından da ürkerek gizliden, daha dikkatlice izlemeye başladım.
Merakım artmaya başlamıştı. Kendime bir eğlence yaratmıştım.
Güzel bir kadındı…
Hüzünlü, duru güzellikler beni hep çeker. Bilmem, belki herkes için cezbedicidir.
Birden kadının başkalarının da dikkatini çektiğini fark ettim.
Yalnız, hüzünlü, belki sorunlarını paylaşıp, dertleşeceği birilerine ihtiyacı olan, güzel, genç bir kadın...
Belki evinde hasta bir yakını vardı, belki kocasından veya sevgilisinden ayrılmıştı, ya da işiyle ilgili sorunları vardı; ancak özet olarak mutsuz görünüyordu.
Cesaretim olsa gidip, masasına otururdum. Ama ya terslerse? Ya o sırada beklediği birisi gelirse, mesela kocası veya sevgilisi?  
Adam bana ana avrat küfür edecek olsa itiraz edemezdim.
En iyisi rahatsız etmeden uzaktan izlemekti. Böylesi belki daha gizemli ve hoştu.
Birden arkalardan gelen orta yaşlıca bir adamın masaların arasından süzülüp kadının yanındaki boş sandalyeye oturduğunu fark ettim.
Kadının beklediği kişi o olabilir miydi?
Hayır, olamazdı; zira bu adamı arka masalardan birinde başkalarıyla otururken görmüştüm. Olsaydı daha önce gelir yanına otururdu. Peki, tanıdığı birisi miydi? O da değildi galiba; öyle eskiden tanışıyormuş havaları yoktu.
Adam kendini tanıtır gibi elini uzattı, tokalaştılar.
Adam konuşuyor; duyamıyorum, ama sanırım bir şeyler soruyordu. Kadın konuşmuyor, hala önüne bakıp, elindeki telefonu çevirip duruyordu. Adam teselli edercesine elini kadının omuzuna koydu. Kadın tepki göstermedi. Sonra o da elini koluyla işaretler yaparak bir şeyler anlattı.
Peki, ama bu adam niye kadının masasına oturmuştu? Adam, muhtemelen kadının yalnızlığından, mutsuzluğundan yararlanmak niyetinde olan, zayıf halini fırsat bilip onu ağına düşürmek isteyen kart bir zampara olabilirdi.
Bir ara ayağa fırlayıp yanlarına gidip adama haddini bildirmek geldi içimden. Böylelerine birilerinin dersini vermesi gerekiyordu.
Ama durumu bilmiyordum. Ya öyle değilse? İşin içinde rezil olmak da vardı.
Aman sen de, işin mi yok diye düşünüp, vazgeçtim.
Adam daha sonra kadının yanından kalkıp, arka masalardaki yerine döndü. Biraz da orada oturduktan sonra arkadaşlarıyla birlikte kalkıp, paltolarını giyip dışarı çıktılar.
Kadın ise masasında hala elindeki cep telefonunu çevirerek oturuyordu.
O ara masasına yine meraklı bir başka adam oturmuştu.
Artık benim de kalkma zamanım gelmişti. Dışarıda hava hemencecik kararmıştı.
Şeb-i Yelda gününe, yani yılın en uzun gecesine kavuşuyorduk; artık İstanbul’a kış geliyordu…
Gecikmek, eve zahmetli gidiş demekti. Dışarı çıktım. Evde yalnız geçecek bir gece daha beni bekliyordu.
İki adım önümde kadının masasına ilk oturan adam arkadaşlarıyla birlikte yürüyordu.
Arkadaşları ona gülüp, dalga geçiyorlardı:
“Birader bize inanmadın ki… Hep aynı numara… Önce birilerinin merakını celp edip, masasına oturanlara anlatmaya başlıyor. Yok, efendim, nişanlısı uzak yol gemilerinde çalışıyormuş da pahalı markaların parfümlerini getirmiş de, çok ucuza satıyormuş, almak ister miymişiz, falan…”
Öbürü lafa karıştı:
“Güzel pazarlama taktiği. Ne var bunda? Kadının kafe sahibinin bir yakını olduğunu söylüyorlar tanıyanlar. Orayı mekan seçmiş.”
Otobüse binmek için durağın olduğu karşı kaldırıma geçtim. Hava iyice kararmış ve soğumuştu.
Yürürken dilimde dizeler:
"Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir
mubtela-yı gama sor kim geceler kaç saat.."

Öyle ya en uzun gecenin hangisi olduğunu ne müneccim, ne de takvim yapanlar bilir. Gecelerin kaç saat olduğunu gam tutkunlarına sormak gerekir. 

21 Aralık 2014, Moskova

Eniştemle Aşk Yaşıyoruz ( Kısa öykü ) / M. Hakkı Yazıcı




Eniştemle Aşk Yaşıyoruz


Balkona çıktı. Korkuluklara iki eliyle sıkıca tutunup, bahçeyi daha iyi görebilmek için biraz aşağıya doğru sarktı.
Bu yaz begonviller erken açmıştı, bahçe şimdiden mora kesmişti. Çiçekler, yerini sevmiş, benimsemiş, evine sarılmışlardı.  Açmış da açmış, coşmuşlardı. Eve güzellik katmakla kalmamış, sokağa da bir katkımız olsun diye taşmışlardı. Diğer evlerde de durum farklı değildi.
Yani kısacası ada çiçek açmıştı. Şimdilerde Ada’nın rengi, begonvillerin farklı tonlardaki rengiydi.
Bazı yerlerin hissedilen ruhları vardır. Herkesin bir caddesi, sokağı, kapısı, adası ve bir Amerika’sı vardır.
Ada’yı özlemişti. Begonvilleri, mimozaları, faytonla gezmeyi, papatyalardan yapılan taçları renk renk takmayı, ada dondurmasını, bisikletle dolaşmayı; her şeyi, ama her şeyi…
Onun da bir Amerika’sı vardı. Hikayesi bir başka…
Yıllarca yaşadığı, ancak aslında kariyer yapmak, daha iyi yaşamak veya keyfini çıkarmak için gidilen bir ülke değildi; bir kaçma, unutma, sığınma yeriydi onun Amerika’sı.
Bu sabah dönmüştü İstanbul’a. Uçakla okyanusu kıtaları aşıp, havaalanından taksiyle, vapurla, faytonla yapılan bir uzun yolculuğun sonunda yorgun gelmişti.
Gelmesinin üzerinden daha iki saat bile geçmeden ablası apar topar evden çıkıp gitmişti.
Telefon çalmıştı. Bebekliğinden beri görmediği yeğeninden… Annesine dert yanmıştı;  yeni doğan çocuğu aniden ateşlenmiş, telaştan ne yapacağını şaşırmış, ele ayağı birbirine dolaşmıştı.
Ablasının anlatmasına gerek olmadan anlamıştı her şeyi.
Telefonu kapatır kapatmaz ablası, telaşla kısa kısa anlatırken, elbisesini değiştirmiş, mantosunu, ayakkabılarını giymişti.
Bakıcı kadın, memleketten akrabaları geldiği için izin almış, o gün gelmemişti. Kıpırdamadan, konuşmadan içeride yatan hasta eniştesine bakacak kimse yoktu.
Ablası, “Şu bakıcı kadın da izin alacak günü buldu,” diye söylenirken, alelacele eniştesinin ilaçlarının, mamasının, ağızdan beslediği biberonunun, pipetinin dolaptaki yerini gösterdi. Sabah ilaçlarını vermişti. Suyu kenardaki şişenin içindeydi. Altındaki pedi yeni değiştirmişti; bir süre idare ederdi.
Aceleyle kapıdan çıkarken “Ah canım, sen de yeni geldin, ama acele gitmem lazım, çok önemli,” demişti.
Çok önemli! Bu da ablasının bitmeyen tükenmeyen çok önemlilerinden biriydi.
Onun bu emrivakisine de içerlemişti, ama kuşkusuz önemliydi. Torunu, canı ciğeri bir tanesi aniden ateşlenmişti. Özen göstermek gerekiyordu. Zira yaşama sırası şimdi ondaydı.
Vapura yetişmek için merdivenlerden paldır küldür inerken ablası, arkasını dönüp “Enişten sana emanet,” demişti.
***
Çocukluğunun, gençliğinin geçtiği Ada’sına daha “merhaba” diyemeden eniştesiyle baş başa kalmışlardı.
Başucuna gitti; uzun uzun baktı yüzüne.
Zamanın en fiyakalı delikanlılarından, muhtemelen bütün Ada kızlarının aşık olduğu eniştesi uyuyordu.
Bir ara gözlerini açtı. Bakışlarında hiçbir anlam yoktu.
“Ekrem abi, günaydın! Bak, ben geldim,” dedi.
Duymuş muydu, duyduysa da anlamış mıydı? Hiçbir tepki yoktu bakışlarında.
O boylu poslu, bakışları ateş saçan adamdan eser kalmamıştı.
Gözlerini yeniden kapattı, uyumaya devam etti.
Yine balkona çıktı. Belki anılarını da görür diye aşağılara doğru baktı.
***
Onun en yakın arkadaşına bile açmadığı sırrıydı: Komşularının oğlu Ekrem Abiye delicesine aşık olmuştu.
Adada yapılan bütün yüzme yarışmalarının şampiyonu, voleybolcu, atlet, Galatasaray Lisesi’nin bu parlak öğrencisine sevdalanmıştı.
Hafta sonları onun için bayram günleriydi. Ekrem Abinin yatılı okuduğu okuldan Ada’ya geldiği vapurun yolunu iskelede sabahtan beklemeye başlardı.
Sonra bir gün ablası, şen şakrak bir halde “Biz Ekrem’le çıkıyoruz,” dedi.
Bu “çıkmak” sözü o zamanlarda sevgili olmak, flört etmek anlamına geliyordu; hala öyle mi deniyordu, bilmiyordu.
Şimdi anlamıştı ablasının takıp, takıştırıp benim bir işim var diye vapura atlayıp, ikide bir karşıya geçmesinin sırrını.
Allak bullak olmuştu. Günlerce kendine gelememişti.
Ablası, Ekrem abiyle çıkıyordu; onun da aklı çıktı, ama yapabileceği tek şey bu olayı unutmak olacaktı.
Bu aşkının tek tanığı, önceleri kilitli çekmecesinde sakladığı, gizli gizli yazdığı, sonra birilerinin bulup okumasından korktuğu için banyo termosifonunun sobasında yaktığı hatıra defteriydi.
Zaten bu “çıkmak” olayıyla başlayan süreç, eniştesinin Mülkiye’yi bitirip, Dışişleri’nde çalışmaya başlamasından sonra, evlenip, çoluk çocuğa karışmakla sonuçlanmıştı.
Bu şekilde yaşamayı sürdürmek azap vericiydi.
Kaçmıştı. Evden, Ada’dan, her şeyden…
Liseden sonra AFS öğrenci değişim programıyla bir seneliğine Amerika’ya gitmişti. Yanında misafir kaldığı aile ile birbirlerini çok sevmişlerdi. John amca, Liza teyze ve kızları, yaşıtı Mary… Onların telkiniyle üniversiteyi de Amerika’da okumaya karar verdi. Annesi, babası olmaz demişlerdi; ama o, kararını çoktan vermişti. Sonra mastır, arkasından doktora, aynı üniversitede öğretim üyeliği falan derken lafı dinlenir, yazdığı okunur bir sosyolog olmuştu.
Özeti: Uzun bir Amerika macerası…
Türkiye, İstanbul ve Ada ise iki senede bir anne, baba ziyaretinden ibaret olmuştu.
Eniştesinin tayini bir ara Paris’e çıkmıştı. O da bir yıllığına misafir öğretim üyesi olarak oralardaydı. Arada görüşmüşlerdi. Ablasıyla birbirlerini çokça görme imkanları olmuştu. Ancak her görüşmeleri dayanılması zor anlardı.
Sonrasında her seferinde “Eniştenin de sana selamı var,” la biten uzaktan hal hatır sorma telefonları.
Hepsi o kadar.
***
Düşüncelere dalınca, anıları onu kapıp eskilere götürmüştü. Hüzünlenmiş miydi? Sorulsa daha da fazlası diye cevap verecekti.
Bu ortama günde sadece bir iki kere tellendirdiği sigara eşlik etmeliydi.
Yaktığı sigarayı dudaklarının arasına sıkıştırıp, gözlerini dik yokuşun sonundaki, aşağıdaki iskeleye doğru dikti.
Bir ara arkasını dönüp odaya baktı. Eniştesiyle göz göze geldiler. Telaşla sigarasını söndürüp, attı.
Hala o korkudan kurtulamamıştı.
Bir gün, henüz daha küçük bir lise öğrencisiyken vapurla Ada’ya dönerken arka güvertede kaçamak sigara içerken eniştesine yakalanmıştı. Ekrem Abisi kızgın tavırlarla yanına gelip, dudaklarının arasından sigarayı alıp, denize fırlatmıştı.
Günlerce sigara içtiğini acaba annesine, babasına söyler mi diye korku yaşamıştı.
Balkon kapısını kapatmadan içeri girdi.
Güneş ışıkları odayı aydınlatmıştı.
Eniştesi köşedeki yatağında yatıyordu. Uyanmış, gözlerini sanki tavandaki lekelerde resmedilen gizli hikayeleri anlamak için yukarı dikmişti.
Duvarda eski resimler, bir camlı dolabın içinde eniştesinin kupaları, madalyaları vardı.
İlk aşkı. Komşunun yakışıklı, kolejli, sporcu oğlu… Her stilde yüzme birincisi. Şampiyonlukların müdavimi.
Sanki duyarmış, anlarmış gibi, “Eniştecik, sen bu hallere gelecek adam mıydın? Ne büyük haksızlık!” dedi.
Dolaptan bu durumdaki hastalara verilen mucize mamalardan birini buldu.
Yatağın kenarında kendisine bir yer açıp oturdu. Yavaş yavaş yedirmeye başladı. Pipetle suyunu içirdi.
 “Ah eniştecik, seni ne kadar sevmiş olduğumu hiç bilemedin değil mi?”
Eniştesinin bakan, ama anlayıp anlamadığı belli olmayan bakışlarına aldırmadan devam etti.
Altından gelen hafiften kötü bir kokuyu fark etti.
Hasta bezlerinin, pedlerin istiflendiği dolabı buldu.
Eniştesini çekiştirdi. O koskoca adam iyice ufalmıştı, ama hala ağırdı.
“Ah be Ekrem abi, kıçını biraz kımıldatabilsen bu işi daha kolay becereceğiz.”
Zor bela da olsa pedi değiştirdi.
Sevindi. Elinden geliyordu demek ki böyle şeyler.
***
Telefon çaldı.
Ablasıydı.
“Ah, kusura bakma hayatım. Seni daha gelir gelmez bırakıp çıktım. Çocuk çok hastalanmış. Sen ne yapıyorsun? Bir terslik yok değil mi?” diye sordu.
“Yok ablacım, bir terslik yok. Merak etme. İyiyiz. Eniştemle aşk yaşıyoruz.”


Moskova, 20 Ağustos 2017

18 December 2019

Bilge çoban ( Kısa öykü ) / M. Hakkı Yazıcı




Bilge çoban


Maarif müfettişi Erhan Bey, rahatsızlanınca bir aylık rapor almıştı. Onun yerine vilayetten bir başka müfettişi, Arif Bey’i vekaleten görevlendirdiler.
Arif Bey de boş duracak müfettişlerden değildi. Teftişlere devam etti; Erhan Bey gibi o köy senin, bu kasaba benim okulları dolaşmaya başladı.
Bir gün kasabalardan birinin okulunda teftişini bitirdikten sonra tam diğer kasabaya gitmeye niyetliyken geldiği arabanın şoförünü motor kaputunu açmış, yağ pas içinde uğraşırken buldu.
“Hayırdır?”
“Hocam, arabanın ufak bir arızası vardı. Yine nüksetti.”
“Eeee?”
“Bir saate kalmaz onarırım.”
Arif Bey, saatine baktı. Canı sıkılmıştı; bir saat uzun bir zamandı, fazla zamanı yoktu, Zeytinyurdu'na geçip o günün programını tamamlaması gerekiyordu. 
Şoför, onun öfleyip, püflediğini görünce:
“Hocam, ben arızalanmadım ya, araba arızalandı,” diyerek, çaresizliğini anlatmak için iki elini yana açtı.
Okulun öğretmenlerinin toplaştıkları öğretmenler odasına dönüp durumu anlattı.
Kadın öğretmenlerden Seniha Hanım, hemen atılıp, “Efendim,  Zeytinyurdu buraya çok uzak değil, otuzbeş kırk dakikada yürüyerek gidersiniz. İsterseniz hiç beklemeyin,” pencereden yolu gösterip, “Şu ilerideki tepenin arkası zaten Zeytinyurdu,” dedi.
Arif Bey, şüpheli gözlerle bir yola, bir de Seniha Hanım’a baktı.
Diğer öğretmenlerse hiç yorum yapmadan, ifadesiz gözlerle bakıyorlardı. Hallerinden bu konuya dahil olmak istemedikleri belliydi.
Hava güzeldi. Her şeye rağmen yürüme fikri kötü bir seçim olmayabilirdi.
Şoförün yanına gidip arabanın arızasının bitmesini beklemeden yürüyeceğini söyledi. Arıza erken biterse kendisini yoldan almasını istedi.
Şoför, mahçup bir tavırla, “Siz bilirsiniz; ama sakın yorulmayasınız?” dedi.
“Yok, yok! Yorulmam.”
“Peki, öyleyse. Biraz ileride dibinde pınar olan koca bir çınar göreceksiniz. Orada yol çatallaşacak. Sağa devam ederseniz yol sizi Zeytinyurdu’na götürür. Ben de inşallah işimi erken bitirir arkanızdan yetişirim”
Gerçekten de hava çok güzeldi. Bağların, tarlaların arasında yürümek için ideal bir zamandı.
Köylülerin garip yol tarifleri vardır malum. Örneğin, bir yere ne kadar zamanda giderim diye  sorarsınız, “Bir sigara içimi mesafede,” derler. Yarım paket sigara bitirirsiniz, ama meğer daha yolun yarısına bile gelememiş olduğunuzu öğrenirsiniz sonradan.
Arif Bey, bu konuda tecrübeliydi. Başına böyle bir şey gelebilirdi; ama yine de yürümeyi denemek istiyordu. Hadi olmadı, yoruldu; en kötüsünden bir ağacın gölgesine sığınıp, oturup arabayı beklerdi.
Öğretmenlerle vedalaşıp, yürümeye başladı.
Bir süre sonra arkasına baktığında kasabanın evlerinin uzakta kaldığını gördü. 

Yolun iki yanı üzüm bağlarıyla doluydu. Güzel sessizliği sadece uzaktan bağların içinden gelen köpek havlamaları bozuyordu.
Epeyce yürüdü. Bir ara yorulunca akıllı bir iş yapıp yapmadığını düşünmeye başladı.
Bir ağacın altında biraz dinlendi, sonra yine devam etti.
İleride, yolda, tarlalardan birinin kenarında ineklerini otlatan bir çoban gördü.
Meraklanıp, heyecanlandı. Bu, Erhan Bey’in anlattığı “saati bilen bilge çoban” olabilirdi.
Yaklaşınca yanında durdu.
“Zeytinyurdu’na daha çok var mı birader?”
Çoban hiç cevap vermedi.
Belki duymamıştır diye sorusunu tekrarladı.
Çoban, dudağını büküp, yine hiç cevap vermeden suratına bakıyordu.
Bu muydu o, öve öve anlattıkları bilge çoban? Yoksa bu, biraz zihin özürlü başka bir çoban mıydı?
Arif Bey’in tepesi attı. Beklemeden yürümeye devam etti.
Yüz yüzelli metre kadar ya uzaklaşmış, ya da uzaklaşmamıştı ki çobanın arkasından “Yarım saate varırsın,” diye bağırdığını duydu.
İyice tepesi atmıştı; üşenmedi, hızlı adımlarla geri döndü:
“Be adam, ne diye ilk sorduğumda cevap vermedin?” diye çıkıştı.
“Bey, ben senin nasıl yürüdüğünü daha önce hiç görmemiştim ki. Arkandan baktım, ancak o zaman anladım; sen, bu hızla yürürsen yarım saate kalmaz Zeytinyurdu’na varırsın,” dedi.