57
Model Cadillac
Adını Detroit
kentini kuran kaşiften alan Cadillac otomobillerden 57 Model olanı... Rock’n
roll müziğin, arabayla gidilen sinemaların, fast-food yemekler ve yeni ekspres
yolların çağdaşı... Gösterişli, ön tarafını bütünüyle saran yuvarlak uçlu ön
camdan alnı, Douglas Fairbanks’in yukarı kalkık ince bıyıklarını andıran
Cadillac motifi, zenginliğin ifadesi altın kaplama dişlerle sırıtır gibi
kocaman ağzı, geniş pancurları, iri kromajlı tamponu ve arkasında koca
kanatları ile sekiz silindirli 1957 Model bir Cadillac... Amerikan rüyasının
sembolü...
Mc Donalds’tan,
Coca-Cola’dan önce girmişti yaratılmak istenen “Küçük Amerika”ya, Türkiye’ye...
Demokrat Parti,
“her mahallede milyoner yaratma” eyleminden önce milyonerleri Millet Meclisi’ne
taşımıştı. ”Yeter söz milletin” deyip, “46 ruhu”yla iktidara gelmişlerdi. 57
Model Cadillac’ın ilk sahibi de aslında zengin bir çiftçi olan bir mebus idi.
Demokrat Parti’nin meclise taşıdığı zenginlerden biri... İthalatçısı onu daha
galeriye koymadan satmıştı. Otomobili lacivert takım elbiseli, kokartlı
lacivert kasketli, yaşlı, güngörmüş bir şoför kullanıyordu. Arka koltuğa
kurulmuş Mebus Beyi Millet Meclisi’nden alıp, Ulus’tan aşağı süzülüp,
İstasyon’dan Tandoğan Meydanı’na, oradan Beşevler’den Emek Mahallesi’ne, İsrail
Evleri’ndeki konutuna götürürken bütün diğer araçların sürücüleri hayranlık ve
saygıyla ona yol verirlerdi. Asfalt yolda süzülerek yol alırken bu hayranlığın
Mebus Bey’den ziyade kendisine gösterildiğinin bilincinde gururlu ve cakalıydı.
Ancak çok uzun sürmedi bu keyif. Amerika’dan göç edip geldiği bu garip ülkenin
insanları demokrasisine değil de parıltılı yaşam biçimine özenmişlerdi, Batılı
ülkelerin.
27 Mayıs
Darbesinde, askerler, Mebus Beyi sabah erken saatlerde, tavuk kümesinde
saklanırken yakaladılar. Cadillac’ın ilk yürek yaralanması o zaman olmuştu.
Millet Meclisi yerine, önce İstanbul’da Yassıada’da yargılanan, daha sonra da
Kayseri Cezaevi’nde cezasını çeken Mebus Bey’i ziyarete giden karısını,
çoluğunu çocuğunu taşıdı yıllarca. Yorgun düştü, bakımsız kaldı.
Mebus Bey,
cezaevinden çıktıktan sonra sanki uğursuzmuş da, bütün bunlara o sebep olmuş
gibi İstanbullu yeni zengin bir tüccara, Osman Bey’e sattı, onu. Osman Bey,
ithalatçı idi. Devlet ihalelerinden yolunu buluyordu. Bu arada sanayiciliğe de
niyetlenmişti. Sanayicilik dediysek, “bacasız”ından idi. O zamanlar, “montaj
sanayii” modası vardı. Devletin dışında ağır sanayi yatırımı yapacak babayiğit pek
yoktu. Cadillac hayatından memnundu. Yine zengin bir eve kapağı atmıştı. Yeni
sahibi uyanıktı. Paranın kokusunu iyi alıyordu. Yeşilçam filmlerinin sinemaları
tıklım tıklım doldurduğu yıllardı. Zengin kızların evin fakir, ama yakışıklı
genç şoförlerine aşık olduğu filmleri çeken sinemacılara kiraladı arabasını.
Artist de olmuştu. Belgin Doruk, Türkan Şoray, Muhterem Nur’la aynı filmlerde
rol arkadaşlığı yaptı. Herkesin kendisini tanıdığını düşünüyor, gururlanıyordu.
Akşamları açık hava sinemalarının önünden geçerken şoför kornasına bastığında
daha bir güzel ötüyordu.
Yaşanan güzel
şeylerin de bir sonu oluyordu. Otomobiller de yaşlanıyor, yani eskiyorlardı.
Değerleri düşüyordu. Muhasebeciler, ellerinde kalem, amortisman hesabı
dedikleri bir hesapla acımadan değerlerini düşürüyorlardı. Yeni modeller
çıkıyor, pabuçları dama atılıyordu. Olsun, o bunlara aldırmıyor, kocaman
gövdesiyle şişinip geziniyordu. Piyasaya hakim olmaya başlayan, o cimri
Avrupalıların ürettiği kıtıpiyos, küçük arabalar gibi değildi. Olamazdı da
zaten. Gariban Avrupalılar çok sıkıntı çekmişlerdi. Daha yeni yeni bellerini
doğrultuyorlardı. Pek tabii ki Amerikalıların zenginliği yoktu.
Ancak çok
sonraları farketti, sahibinin “lıkır lıkır” benzin içtiği için ona kızdığını ve
gözden düştüğünü. O kızgınlıkla Osman Bey, yeni model bir Avrupa arabası, bir
Mercedes edindi, kendisine. Onu da bir galeriye satılmak üzere bıraktı. Çok
kalmadı galeride. Uygun bir fiyatla satıldı. Bostancı-Taksim dolmuş hattında
çalışan, doğma büyüme Erenköylü Serhat’ın sevgili arabasıydı artık. Ta ki
yerini bir Ford minibüse bırakıp emekli olana kadar. Senelerce sabahları mahmur
gözlerle okula giden öğrencileri, işe giden genç kızları, erkekleri, geceleri
sarhoşları taşıdı. Onların tatlı muhabbetlerini dinledi, aşklarına şahit,
sırlarına ortak oldu. Pırıltılı Bağdat Caddesinden, dünyanın en güzel
manzarasına sahip Boğaziçi Köprüsünden, Bostancı’dan Taksim’e, Taksim’den
Bostancı’ya gitti geldi. Serhat, ortaya ilave bir sıra koltuk koyup, daha fazla
müşteri alabilmek uğruna gövdesini kestirip, ekleme yaptırıp boyunu uzatmıştı. Bununla
da yetinmeyip daha az masraflı olsun diye zamanın modasına uyup LPG tüp
taktırmıştı. Orasına burasına takıştırdığı “süslü” aksesuarlar da cabasıydı. Şekli
şemali iyice değişmişti. 50’li yılların en fiyakalı arabasından geriye bir şey
kalmamıştı. Serhat, arabasını çok seviyor, “ekmek teknem” diyordu, ama
Cadillac’ın Serhat için aynı duyguları beslediği söylenemezdi. Hele Belediyenin
de içinde bulunduğu bir komplo sonucunda, kendisi gibi akranı diğer Amerikan
otomobilleri ile birlikte hattan çıkarılıp, yerini “sıfır” bir minibüse
terkettirilip, haraç mezat bir hurdalığa satılınca kırgınlığı iyice artmıştı.
Yaşanan bunca
ihtişamın arkasından kendisini bir hurdalıkta bulmuştu. Hurdalığın bulunduğu
arsada yıllarca, yağmurun, karın altında yattı. Güzelim kaportası çürümeye
başlamıştı. Kimsenin yanına uğradığı yoktu. Yalnızca arabacılık oynayan
mahallenin çocukları ile dostluk edebiliyordu. Bu çocuklar yoksul ailelerin
çocukları idi. Babaları onlara uzaktan kumandalı oyuncak arabalar alamıyordu. Çok
zeki, sevimli yumurcaklardı. Direksiyonuna oturup oynuyorlardı. Hemen hepsinin
düşü büyüdüklerinde şoför olabilmekti. Onların düşlerini paylaşabilmek hoşuna
gidiyordu. Yaşlanmıştı. Hurdacının iki padişah, yedi cumhurbaşkanı görmüş
anneannesi gibi o da 27 Mayıs Darbesi’nin arkasından iki askeri darbe ve bir
“post modern” darbe yaşamıştı, bu Amerika karikatürü, ikinci vatanı ülkede.
Bütün yaşananlara rağmen bu ülkenin insanlarını çok sevmişti. Onların
sevinçlerine, üzüntülerine ortak olmuştu.
Tam ümitsizliğe
kapılmışken eski, hurda arabaları adam edip, allayıp pullayıp antika meraklılarına
Dolapdere’nin aşağısındaki galerisinde satan Kasımpaşalı Recep tarafından
farkedildi. Recep, hurdalıktan aldığı Cadillac’ı bu işlerin erbabı
kaportacı-boyacı arkadaşının ellerine teslim etti. Bir ay içinde eskisi kadar
olmasa bile gıcır gıcır olmuştu. Galerinin en görünür yerine konuldu. Oradaki
en fiyakalı araba gene oydu. O gelmeden önce galerinin gözdesi olan 56
Chevrolet kıskançlıktan çatlıyordu. Yoldan geçenlerin hemen dikkatini
çekiyordu. Eski araba meraklıları sorup duruyorlardı, ama hiç kimse istenilen
parayı verip almaya cesaret edemiyordu.
Sonbaharın son
güneşli havalarından biriydi. Kasımpaşa Bahriye Caddesi yönünden Çevreyoluna
doğru giden kıpkırmızı renkli, yeni model Alfa Romeo otomobil, ani bir frenle
Galerinin önünde durdu. Allahtan ABS’si vardı. İçinden inen sürücüsü heyecanla
ona doğru geldi. Sonra önde oturan yaşlı kadına seslendi:
“Anne bak! 57
Model bir Cadillac.”
Annesi onaylar
gibi başını salladı.:
“Ya, evet! Aynı
rahmetli babanın otomobili.”
“Ne kadar güzel
değil mi?”
Tanımıştı bu
genç adamı. Tesadüfe bakın, Orhan’dı bu. Mebus Bey’in küçük oğlu. Yıllar
geçmiş, koca adam olmuştu. Küçükken bir gün, şoför tuvalete gittiğinde,
fırsattan istifade direksiyona oturmuş, vitesi boşa alıp, kontak anahtarını
çevirmişti. Allahtan ayakları gaza yetişmiyordu. Yoksa büyük bir kazaya yol
açabilirdi. Bir ağaca çarpıp, ufak bir hasarla atlatmıştı. “Rahmetli babam”
demişti. Demek ölmüştü, adamcağız.
Orhan,
otomobili uzun uzun inceledi. Küçüklüğünün arabasının izlerini aradı. Zoraki
akşam gezmelerinden dönüşte arka koltuğunda uyuduğu otomobili özlemişti.
Çocukluk anıları canlandı, gözünde. Yaşlanınca insanların boyu çeker,
küçülürlerdi. Cadillac’ınsa dolmuşçu Serhat’ın marifetiyle gövdesine ekleme
yapılmış, boyu uzamıştı. Arka bagajında ise bir LPG tüpü vardı.
Galerici Recep,
yanlarına geldi. Alıcı olduklarını anlamıştı. Orhan fiyatını sordu. Annesi de
Alfa Romeo’dan inip gelmişti.
“Alalım mı
anne?”
“Sen bilirsin.”
Orhan, kararını
çoktan vermişti. Cebinden çek defterini çıkarıp vadeli bir çek yazdı.
“Bizim
çocukları gönderir aldırırım. Muamelelerini yaparız,” dedi.
Bunca maceradan
sonra, bir peri masalındaki gibi kader onu ilk sahipleri ile yeniden bir araya
getirmişti. Mebus Bey ölmüş, karısı yaşlanmıştı. Orhan, büyümüş, akademik
kariyer yapmış, profesör olmuştu. Bir vakıf üniversitesinde çalışıyordu.
Evlenmiş, bir kızı olmuştu. Cadillac da yaşlanmıştı, ama üçüncü nesle
yetişmişti. Tıpkı bu ülkenin tarihi gibi, çalkantılı, inişli çıkışlı bir hayatı
olmuştu. Gene de çok mutluydu. Hurdalığa kadar düşmüş, ordan kurtulup
yenilenmiş, ilk sahiplerinin yanında eski itibarına tekrar kavuşmuştu.
*Bu öykü ilk kez Ocak-Şubat
2003’te sanal dergi Dergi@Net’te, ayrıca Notos Edebiyat Dergisi’nin 25.
Sayısında (Aralık-Ocak 2011) yayımlanmıştır.
2014
yılında ise Kanguru Yayınları tarafından yayımlanan “Yitik zamanlar dükkanı”
isimli öykü kitabında yer almıştır.