Fyyyatma
Güzel bir
gündü; havada tatlı bir serinlik vardı.
Bu küçük, şirin
Ege kasabası bahar başlangıcını yaşıyordu; günlerce süren yağmurun arkasından kasabalılar
güneşli bir güne gözlerini açmıştı.
İstasyonda
duran yorgun tren, yolcularını boşalttıktan sonra uflayıp puflayarak yeniden yola
koyulmuştu. Trenin gidişiyle istasyonu dolduran kalabalıktansa kısa bir süre
sonra eser kalmamıştı; yolcular, yakınlarını karşılayanlar, seyyar satıcılar,
faytoncular, hepsi, birden yok olmuşlardı.
Fötr şapkalı,
papyonlu, ince bıyıklı, orta yaşlı bir adam, bir süre elinde küçük tahta
valizi, koltuğunun altında bir keman kutusuyla ayakta dikilerek etrafı
süzdükten sonra kasabanın içine doğru yürüdü.
İlk defa
geldiği bu Ege kasabası da diğerlerine benziyordu.
Mübadelede el
değiştiren eski Rum evleri mimariye damgasını vurmuştu. Yol boyu sıralanan ağaçlar
bahar çiçekleriyle bezenmişti. Kasaba meydanında küçücük bir kaidenin üzerine oturtulmuş
Atatürk büstü, meydanın arkasında kasabanın en görkemli binası olan kaymakamlık,
hemen yanında ise büyükçe bir park vardı. Görkemli ağaçları burasının çok eski
bir park olduğunu belli ediyordu.
Adam, sol
elinin başparmağı yeleğinin köstekli saatinin bulunduğu cebinde, yavaş yavaş çarşı
içine doğru yürüdü.
Ortalığı ışıl
ışıl aydınlatan güneş aniden bir bulutun arkasına girdi.
Bu aylarda sık
yaşanan bir bahar sürprizine, yağmura yakalandı; ufak yağmur taneleri düşmeye
başlamıştı.
İlk gördüğü kahvehaneye
girdi; cam kenarında bir masaya oturdu. Kirli camdan çarşıdan gelip geçenleri
görebiliyordu. Yağmur biraz daha hızlanmıştı. Sokaktakiler telaşla kaçışmaya
başladılar.
Kahveci, yanına
geldi.
“Bir şey içer
misiniz abi?”
“Orta şekerli
bir kahve lütfen.”
Sokakta saçak
altlarına sığınan birkaç kişinin dışında kimse kalmamıştı. Kahvehaneye tarladan
dönen ıslanmış gündelikçiler girdi. Adamın yanındaki masaya oturup gürültülü bir
şekilde şakalaşarak konuşmaya başladılar.
Garson,
kahvesini getirdi; masaya koydu.
“Buyur, beyim.”
“Sağol.”
Teklifsizce bir
bakışta yabancı olduğu anlaşılan adamın yanındaki sandalyeye oturdu.
“Merakımı bağışla
beyim. Gelişinizin sebebi?..Tayin falan mı?”
Sıkça sorulan
bu tür sorulara alışmış bir umursamazlıkla cevap verdi:
“Memuriyet
değil. Turne için geldim. Kurulacak çadır tiyatrosuyla ilgili olarak. Orada
keman çalıyorum
ben.”
“Çok güzel. İsminiz?”
“Salih... Salih
Zeki Uğurata. İstanbulluyum.”
“Hoşgeldiniz
Salih Beyim. Çam Şenliği, ha?! Vay canına be, bahar geldi desene.”
Her yıl
geleneksel olarak, bahar başlangıcında kasabanın hemen dışındaki çamlıkta
panayır kurulurdu; bu panayır, on beş gün, en fazla bir ay sürerdi.
“Seni ilk defa
görüyorum, beyim. İlk gelişin mi?”
“Evet, biz daha
önce hiç gelmemiştik... Havalar iyi gitse bari.”
“Ya, öyle.”
Kahveci kalktı.
***
Salih Zeki
Uğurata... Kruvaze ceketi, pantolonunun paçası duble, her zaman ütülü koyu renk
takım elbisesi, yakası kolalı gömleği, papyonu, ince tel çerçeveli gözlüğü,
pırıl pırıl boyalı siyah ayakkabıları; kibar şık görünüşüyle gittiği her taşra
kasabasında yabancı olduğu hemen belli olan bir beyefendi: Bir Osmanlı
paşazadesinin oğlu, Mekteb-i Mülkiye mezunu, eski bir banka müdürü; kendi
ifadesiyle bir “yaşam küskünü”.
Aslında
yüzündeki çizgiler, şakağına düşen aklar ve gözlerindeki fer çok şey
anlatıyordu; ancak bilene, anlayana...
Hemen herkesin
merak ettiği bu iyi eğitimli İstanbul beyefendisinin o şehir senin, bu şehir
benim dolaşarak ekmek parası peşinde koşturan basit bir tiyatro kumpanyasının
üyesi olmasının nedeniydi.
Pek herkesle
konuşmasa, paylaşmasa bile vardı tabii ki bir nedeni.
Ne sınırsız
ihtirasları vardı karısının. Bitip tükenmeyen isteklerinden bıkıp usanmıştı;
bir müdür maaşıyla bu isteklerin karşılanamayacağını biliyordu, ancak nafile.
Banka müdürü maaşı
azımsanmayacak bir paraydı, ama o bile yetmiyordu. Karısı da kayınvalidesi de
birer canavar gibi gözükmeye başlamışlardı gözüne; kaçıp gitmeyi, kurtulmayı
düşünüyordu.
Niyeyse
senelerdir yapamıyordu.
***
Kahvehanenin
camının kenarındaki masada oturmuş; gözleri sokağı döven yağmur
Damlalarına
takılmış, kahvesini yudumluyordu.
Kim bilir yeniden
hangi düşüncelere sürüklenmişti?
Masanın dibine
koyduğu tahta valizi, yanındaki sandalyenin üstündeki kemanı; bütün mal varlığı
işte bu kadardı.
Keman, ilk
derslerini aldığı haminnesinin armağanıydı. Yüksek Kaldırım’daki bir rehinciden
almışlardı. Adamın demesine göre veremden ölen bir Yahudi terziye aitti; ölünce
yoksul ve çaresiz kalan ailesi kemanı satmak zorunda kalmıştı. Bu kemanın
değerli bir Stradivarius olduğunu söylemişti rehinci. Değerli bir keman olduğu
belliydi; ama rehincinin sözlerinin bir satıcı palavrası olduğunu anlamışlardı.
Haminnesi kemanı
almak için altınlarını bozdurmuştu.
Hava iyice
kararmıştı. Kara bulutlar dağılmamıştı, ama yağmur hızını kaybetmişti.
Dışarıda dükkanların
vitrinlerinin, evlerin pencerelerinden sızan ışığın aydınlattığı yoldaki su
birikintilerine düşen yağmur damlaları görünüyordu.
Adamın
yanındaki masada oturan gündelikçiler hararetli bir okey oyununa dalmışlardı. Arkalardaki
masalardan birinde beyaz sakallı, gözlüklü, başında kasket bulunan ihtiyar bir
adam bastonuna yaslanmış uyuyordu. Onlardan başka bir kaç kişi daha vardı
içeride; çay ocağının hemen üstüne yerleştirilmiş radyodan akşam haberlerini
izliyorlardı.
Yanına gelen
kahveci:
“Almanlar iyice
kudurdu,” dedi.
Onaylar gibi
başını salladı, o da öyle düşünüyordu; Almanlar iyice azıtmışlardı.
Hesabı istedi.
“Bildiğin iyi,
ucuz bir otel var mı?”
“Kahvenin
sırasında, yüz metre kadar yukarıda orta halli bir otel var; temizdir.”
Yağmur iyice
yavaşlamıştı. Çarşıdan yukarı doğru yürüdü; otelin önüne geldi. Gösterişsiz küçük
bir oteldi. İyi bir otel olmayabilirdi; ama tercih yapabilecek durumda değildi.
Böyle küçük kasabalarda bazen otel bile bulunmayabiliyordu. İçeri girdi; otel
katibine kaydını yaptırdı. Anahtarını aldı. Yavaş, yavaş merdivenleri çıktı;
kapıyı açtı; valizini yatağın kenarına koydu. Ayakkabılarını çıkarmadan
sırtüstü yatağa uzandı.
Yol yorgunuydu.
Hemencecik dalmıştı.
Gözlerini
açtığında duvarda bir böcek gördü.
Yatağın
yanındaki duvarda bir tahtakurusu yukarı doğru tırmanıyordu. Eliyle bir şaplak
atarak beyaz badanalı duvara yapıştırdı; böceğin gövdesi duvara yapışıp
parçalandı; bir kan lekesi oluştu.
Onun kanı
olamazdı; daha yeni gelmişti otele. Belli ki bir önceki oda müşterisinin kanıyla
kendisine bir ziyafet çekmişti bu tahtakurusu.
Biraz
kestirmesine rağmen yorgun ve dalgındı.
Bir sigara
yaktı. Gözleri ahşap tavana takıldı. Tavandaki lekeler sanki birer insan
resmine dönüşüyor, canlanıyor ve ona bir şeyler anlatıyordu.
***
Genel
Müdürlükten gelen müfettiş değişik bir çocuktu, ona müdür odasının karşısındaki
odayı vermişlerdi.
Sabah mesaiye
geldikten sonra, saatlerce kafasını kaldırmadan çalışıyordu.
Sadece tuvalet
ihtiyacı olduğunda ve evrak istemek için yerinden kalkıyor, onun dışında hiç yerinden
kalkmadan çalışıyordu. Çoğu zaman çaycının getirdiği çayı bile fark etmiyor,
masasında soğutuyordu.
Odaların
kapıları açık olduğunda müdür masasından müfettişi oturduğu yerden
görebiliyordu.
Tel çerçeveli
gözlüklerinin üstünden bakıp, göz göze geldiklerinde hafif bir tebessümle selamlaşıyorlardı.
Müfettişler,
çekinilecek bir şey olmasa bile insanı her zaman tedirgin ederlerdi.
***
Elbiselerini
bile çıkarmadan yattığı küçük otel odasında uyandı. Sabah olmuş, güneş epey yükselmişti.
Uyumasına
rağmen dinlenebilmiş değildi; yine her gece yakasını bırakmayan kabuslarla
sabahı etmişti.
Kalktı, otelin
penceresinden dışarı baktı.
Toprağa akşam
yağan yağmurun kokusu sinmişti. Çiçeklerin yapraklarında hala yağmur damlacıkları
vardı. Kuşlar, cıvıldaşıp uçuşarak adeta ışıl ışıl, güneşli bir bahar gününün
başlangıcını müjdeliyorlardı. Tütün işçileri traktör römorklarına doluşmuş
tarlalara gidiyorlardı; erkeklerin birçoğunun başında kasketlerinin altında poşuları
vardı; kadın ve kızlar ise şalvar giymiş, omuzlarına kıvraklarını atmışlardı.
Lise öğrencileri başlarında özel şapkaları, yakındaki başka bir kasabadaki
okullarına gitmek üzere minibüslere biniyorlardı.
Giyindi çarşıya
indi.
Esnaf, tek tek
dükkanlarının kepenklerini açıp vitrinlerinin önüne tezgahlarını
sıralıyorlardı. Gazete arabası koca desteler halinde günlük gazeteleri getirmişti.
Çadır
tiyatrosunun eşyalarını, dekorlarını getiren kamyonlar da İzmir-Manisa yönünden
gelip kasabanın meydanından geçerek, Çamlığa doğru devam ettiler.
Askeri
garnizonun önünden geçtiler. Sabah içtiması için toplanan erler tel örgülerin
kenarına koşuşarak, merakla bakıp, keplerini çıkarıp sallayıp, ıslık çalarak
konvoyu selamladılar.
Öğleden önce hummalı
bir çalışma başladı. Çamlığa ulaşan kamyonlardan ağaçların arasındaki açıklığa eşyalar
indirilmeye, hızla gösterilerin yapılacağı çadırın, lunaparkın salıncaklarının,
atlıkarıncanın, sergilenecek hayvanların kafeslerinin kurulmasına başlandı.
Bir
hareketlilik, tatlı bir heyecan vardı; yorgun turneler bile bu heyecanı
tüketemiyordu.
Akşama doğru
çadır tiyatrosunun geri kalan diğer elemanları da birer ikişer kasaba meydanına
gelen minibüslerden indiler. Kimileri meydanın karşısındaki kahveye gelerek
kapının önündeki masalara oturdular. Çadırlarda kalan işçilerin dışındaki
kumpanya elemanları Salih Zeki’nin kaldığı otele yerleştiler. Zaten kasabada
kalınabilecek tek otel de oydu.
***
Müfettiş bir
gün odasının kapısının önüne dikilip:
“Vedalaşmak istiyorum,”
dedi, “Benim işim sona erdi; raporumu bitirdim. Artık yarından sonra Şubeye
gelmeyeceğim.”
Ayağa kalktı,
el sıkışıp vedalaştılar.
“Gene
görüşürüz.”
Daha sonra
Genel Müdürlükte çalışan bir arkadaşından gizliden öğrendiğine göre müfettiş
günlerce didiklediği evraklarda bazı usulsüzlükler saptamış; raporunda bunu
yazmıştı.
Kredi Komitesi
kararına uymayan, teminatı eksik bir kredi verilmişti. Kredi verilen adam itibarlı
bir tacirdi; zaten krediyi de vadesi gelmeden sorunsuz kapatmış; bankanın bir
kaybı olmamıştı; ama Komite Kararının dışına çıkılmıştı. Şube çalışmalarının bütün
başarısına rağmen uyarı alması gerekiyordu.
Çok
öfkelenmişti. Kendisine bir çıkar sağlamak için yapmamıştı bunu. Sadece sahip
olması gerektiğine inandığı inisiyatifini kullanmıştı.
Çağrılmayı,
sigaya çekilmeyi beklemeden Genel Müdürlüğe gitti. “Sanki müşteri bulmak, plasman yapmak kolay
bir şey,” diye söylenip, yırtınıyordu; ama Genel Müdürlükteki adamların
umurunda değildi.
Daha sonra tek
başına kaldığında Salih Zeki hak verdi adamlara; iş, kuralına uygun yapılmalıydı;
tersi de olabilirdi ve kredi batabilirdi.
Başarısını
gölgeleyen bir hatası, yolsuzluğu yoktu; ama birden tedirgin oldu: Olabilirdi
de.
Buna çok yakın
hissetti bir an kendisini; müfettişlerin bile anlayamayacağı bir yolla
kendisine menfaat sağlayabilir; bir kere başlayıp, alıştıktan sonra işi ileri
götürüp hiç onaylamadığı, boyutları büyük bir yolsuzluğun içinde bulabilirdi
kendisini.
“Allahım, sen
aklımı koru,” diye söylendi içinden, “Ne korkunç bir şey!”
Karısının önüne
geçemediği ihtirasının onu sürükleyeceği kaçınılmaz son buydu.
Kararını verdi.
Bu kaçınılmaz sondan kurtulmanın tek yolu işi bırakmak; uzaklara, olabildiğince
uzaklara gidip, kaçmaktı.
Belki yine
mutsuz olacaktı; ama şerefine-kendi şerefinden de önemli olan ailesinin
şerefine zarar vermeden, yeni bir hayata yelken açmalıydı.
***
İki gün sonra
gösterilere başladılar.
İşler iyi
gidiyordu. Şanslıydılar; gösteri saatlerinde yağmur da yağmıyordu; yağsa bile
kısa sürüyor, arkadan güneş güzel yüzünü gösteriyordu. Ne de olsa bahar
yağmuruydu yağan.
Kayık
salıncaklar, atlıkarınca, çocukların gözdesiydi. Gerilmiş telin üzerinde akrobat
Niyazi’nin ve kızının yaptığı numaralar heyecandan hop oturtup hop
kaldırtıyordu kasabalıları. Mandrake Kazım’ın yaptığı gözbağcılık numaraları da
hiç yabana atılacak gibi değildi.
Gösterilerin
sonunda Niyazi’nin kızı, Kazım’ın maymunu Abdurrahim’le birlikte seyircilerin
arasında dolaşarak paraları topluyordu.
Adı Abdurrahim’di
maymununun; çok sevimli bir şeydi. Abdurrahim isimli insanlar Kazım’a maymuna
bu ismi koyduğu için kızabilirlerdi; halbuki o, çok sevdiği için maymununa
rahmetli dedesinin ismini koymuştu.
Tahsilatta onun
rolü küçümsenemezdi; elinde tuttuğu şapkaya atılan bozuk paraları sevinçle
çığlık çığlığa zıplayarak Mandrake Kazım’a veriyordu.
Geceleri büyük
çadırda yapılan gösteriler büyüklere mahsustu. Dansöz Semiha saz heyetinin eşliğinde
raks ediyor; arkasından İbiş’le arkadaşları kısa bir komedi-dram oynuyorlar;
yine Mandrake Kazım maymunu Abdurrahim’le birlikte sihirbazlık hünerlerini gösteriyordu.
Gecenin sonunda
Gülşen çıkıyordu sahneye: Kumpanyanın assolistiydi; patronun metresi olarak
torpilliydi. Kaprisi ile herkesi yıldırmıştı.
Genellikle
içkili çıktığı sahnede ağır havalarla başlayıp, oynak şarkılarla bitiriyordu
programını. “İzmir’in Kavakları”nı mutlaka söylüyordu. Yöre şarkıları her zaman
seyirciyi çekiyor, havaya girmesine yardımcı oluyordu. En gözde şarkısıysa
“Makber”di.
Nasıl da
cesaret edip söylüyordu böyle zor bir şarkıyı? Çoklukla da şarkı sözlerini
unutuyordu.
Salih Zeki,
hemen arkasında kemanıyla eşlik ediyordu; durumu idare etmek, şarkı sözlerini
seyircilere fark ettirmeden sufle etmek görevi de ona düşüyordu.
Aslında
hareketli, işveli ve güzel bir kadındı. Hele içkili olduğu zamanlarda iyice
coşuyordu. Giydiği dekolte, ağır tuvaletle erkek seyircileri kendisine hayran
ediyordu. Sahne tuvaletinin açık yakasını fırlarmışçasına zorlayan dolgun
göğüslerine, eteğinin derin yırtmacından gözüken uzun beyaz bacaklarına
seyircilerin iştahla bakmamaları mümkün değildi.
En büyük
numarası da şarkının başında “Her yer karanlık,” diye haykırmadan önce sahnede
seyircilere arkasını dönüp, kalçalarına kadar inen dekoltesinden güzelliğine en
fazla güvendiği sırtını göstermekti.
O sırada bütün
seyirciler, hep bir ağızdan “Varol,” diye bağırıp, alkışlamaya başlıyorlardı.
Sesi güzel
denemezdi; ama inanılmaz bir özgüveni vardı.
***
Kasabalılarla
da kısa sürede kaynaşmışlardı. Seviyorlar, saygı gösteriyorlardı.
Gündüzleri pek
yapılacak işi yoktu Salih Zeki’nin; genellikle kahvede oturup vakit öldürüyordu.
Otelden çıkıp,
her zamanki gibi kahvenin önüne atılmış masalardan birine oturduğunda öğlene
yakın bir saat olmuştu. Yukarı mahalledeki Aynalı Kahvenin yanındaki caminin
müezzini öğle namazı için ezanı okumaya başlamıştı bile; arkasından Çarşı
Camiinin müezzini, onun arkasından da bütün camilerin müezzinleri arka arkaya ezana
başladılar.
Yeleğinin
cebinden köstekli saatini çıkarıp baktı. Vakit ne kadar da çabuk geçmiş
dercesine, hayret ifadesiyle dudağını büktü.
“Amca
ayakkabılarını boyayıverem mi?”
Kahvenin yan
camına sırtını vermiş, derme çatma küçük boya sandığıyla, kara kuru, zayıf bir boyacı
çocuk sorusunun cevabını bekler bir halde gözlerini dikmiş bakıyordu.
Hiç niyeti yokken,
ister istemez ayağını boya sandığının üzerine koydu.
Çocuk büyük bir
gayretle önce fırçasıyla ayakkabıların tozunu aldı. Sonra küçük bir kavanozdan,
falçatasının ucuyla çıkardığı siyah boyayı süngerinin üzerine sıyırdı. Sonra da
ayakkabının üzerine yaydı.
“Emmi, ben seni
tanıyom.”
“Nerden ?”
“Panayırdan.”
“Sen hiç geldin
mi?”
“I ııhh,
abimgil gelmiş, o evde anlattıydı.”
“Senin adın
ne?”
“Muharrem.”
“Mektebe
gidiyor musun?”
“Hı hı, ilkokul
dörde gidiyom. Okuldan çıkınca da ayakkabı boyuyom.”
Çocuk cilayı
dağıttığı ayakkabının üzerini bezle parlattıktan sonra, her iki eline aldığı fırçaları
boya sandığının kenarlarına vurdurarak, yarattığı ritimle coşup, ayakkabıları iyice
parlattı.
“Yahu sen
bayağı ustaymışsın be Muharrem; ayna gibi yaptın pabuçlarımı.”
“He ya, bak
bakem ayakkabılara, yüzünü görüvecen mi?”
Parasını
verdikten sonra, çocuğun kızıla çalan kıvırcık saçlarını okşadı. Gerçekten de
pırıl pırıl olmuştu, ayakkabıları. Baktığında parıldayan ayakkabılarında hayal
meyal yüzünü gördü. Talihsiz serüveni sanki yansıyan yüzünden okunuyordu.
Kalktı. Ayakkabılarını
gıcırdatarak çarşı içine doğru yürüdü.
***
Bankada Bölge
Müdürünün odasına girdiğinden bu yana on beş dakika olmuştu. Selam sabahın dışında
hiçbir şey konuşmamışlardı.
Hoş Müdür de önündeki
dosya ile meşgul, arada kafasını kaldırmadan sırf laf olsun diye bir iki kelime
bir şeyler söylüyor, sonra işine devam ediyordu.
“Yenganım
nasıl, sağlık ve afiyettedir inşallah?”
“İyi, allaha
şükür.”
Kapı tıkladı,
odacı elindeki tepsi içinde kahvelerini getirdi. Müdürün buyur ettiği koltukta kahvesini
içip, beş dakika daha hiç konuşmadan oturduktan sonra kıpırdandı.
“Uygun
görürseniz istifa etmek istiyorum.”
Bölge Müdürü
duyduklarından şaşırmış, gözlüklerini çıkararak kafasını önündeki dosyadan
kaldırdı.
“Çok düşündüm,
böylesinin daha uygun olacağına kanaat getirdim.”
“Hoppala! Nerden
çıktı şimdi bu? “
“Belki
malumatınız yoktur, raporu bilahare size de intikal ettireceklerdir. O zaman
zaten konudan haberdar olacaksınız. Daha şimdiden istifa etmemin daha onurlu
bir davranış olacağını düşündüm.”
“Senin gibi
başarılı, geleceği parlak bir şube müdürünün ne gibi bir problemi olabilir ki?
Geçen sene en
başarılı şube müdürü seçildin. Bu seneki rakamların da iyi. Bölgemdeki en güvendiğim
müdürüm sensin. Derdin ne? “
“Güveniniz için
müteşekkirim. Her şey böyle gitseydi iyiydi. Ama bazen iyi insanlar da şeytana uyup,
hata yapabiliyorlar. Hatamı kabul ediyorum.”
Bunu söylerken göz pınarlarından bir iki damla gözyaşının yanaklarından aşağıya süzülmesini önleyemedi. Elinin tersiyle yüzünü sildi.
Bunu söylerken göz pınarlarından bir iki damla gözyaşının yanaklarından aşağıya süzülmesini önleyemedi. Elinin tersiyle yüzünü sildi.
“Kendiliğimden
istifa edip, sizi de üzmeden ayrılmamın daha doğru olacağını düşündüm.”
Bölge Müdürü,
şaşkın bir şekilde ayağa kalkmış, donmuş bir ifadeyle kendisini izliyordu.
“Vallahi bir
şey anladıysam arap olayım. Sır gibi konuşuyorsun.”
“Ben sizi daha
fazla meşgul etmeden gitsem iyi olacak.”
Oturduğu
koltuktan güçlükle ayağa kalktı. Bir an sendeledi. Tansiyonu düşmüş, gözleri kararmıştı.
Bölge Müdürü
endişeli gözlerle sordu:
“İyi misin,
biraz daha otur da kendine gel.”
“Yok, sağolun
iyiyim. Yavaş yavaş giderim.”
Odadan çıkarken
bölge müdürü arkasından seslendi:
“Biraz toparlan
da öyle gel, yine konuşalım.”
***
Günler ne çabuk
geçiyordu. Bu kaçıncı gündü kasabaya geldikleri?
Yine yağmur
yağıyordu.
Alışmıştı, bu
tipik Ege kasabasının ılık lılık yağan, insanın içini ferahlatan yağmuruna.
Yağmur
damlaları saçlarından yüzüne süzüldükçe bütün sıkıntılarının yerini tatlı bir
hüzün alıyordu, sanki... Kahve, yolunun hemen üzerindeydi. Oyalanacak başka bir
şey yoktu.
Zamanını
panayırda, otelde, kahvede geçiriyordu.
İçeri girdi. Her
zamanki yükünü almıştı kahvehane. Bazı masalardan oyundan kafasını kaldıranlar
selamladılar; artık tanıyorlardı onu.
Panayırın
şöhretli kemancısı… Her ne kadar akrobat Niyazi, ilizyonist Mandrake Kazım,
şarkıcı Gülşen,
dansöz Semiha kadar “star” olmasa da tanınıyordu kasabadakiler tarafından.
Yan tarafta
cama yakın bir masaya oturdu. Bir adaçayı söyledi. Camın öteki tarafında yağmurdan
ıslanmamak için saçak altında, iyice cama yanaşmış küçük Muharrem'le göz göze geldiler.
Muharrem
gözünün bir ucuyla ayakkabılarına bakarak, çamurlanmış, boya istiyor anlamında
göz kırptı. Çok sevimli bir yumurcaktı. Başıyla içeri gel işareti yaptı.
Muharrem, boya sandığını kaptığı gibi içeri daldı.
O arada kahveci
adaçayını getirmişti.
“Salih Abi,
n’olur yüz verme buna. Bir alışırsa dükkandan dışarı çıkmaz.”
“Bu seferlik
idare ediver, dışarısı yağmurlu.”
Muharrem, boya
sandığını yerleştirdikten sonra özenle boyalarını çıkardı.
“Bak yine geçen
defaki gibi parlatacaksın tamam mı?”
“Tamam emmi.”
Pardesüsünün
cebinden kıvırıp koyduğu gazetesini çıkardı. Sabah okuma fırsatı bulamamıştı.
Açtı, okumaya başladı.
Gazeteye
dalmış, etrafını unutmuştu. Birden bir uğultu oldu, kahvede. Yan masalarda
okey, iskambil, tavla oynayanlar, oyunlarından kafalarını kaldırmış, bağrışıyorlardı.
“Vay anam be,
Allah özenmiş de yaratmış.”
“Kurbanın
olayım, yavrum.”
“Şu kalçalara
bak, kalçalara.”
Kapıya yakın
bir masaya oturmuş iki yaşlı emekli “Ayıp evladım, ayıp elin garibine,” diye kızıp,
söylendiler.
Şaşırmış bir
halde kahvedekilerin baktıkları yöne baktı. Çarşıya giden caddeyi kesen karşı
sokaktaki iki katlı eski bir Rum evinin balkonunda genç ve güzel bir kız
çamaşır asıyordu.
“Doktor Fuat
Bey’in yanaşması. Adı Fatma,” dedi Muharrem, açıklama yapmayı gerekli
bulmuşcasına. “Bizim
kasabanın yakın köylerinden birinden. Anası babası yok; bir ağabeyi var; o da
itin, ayyaşın biri. Doktor Fuat Beyler ev işlerine yardımcı olsun diye aldılar.
Garibin biri aslında.”
Muharremin
fırçaları boya sandığına vurdurarak tutturduğu ritimle, tavlalara vurulan
pulların, atılan zarların, okey tahtalarına vurulan taşların sesi birbirine
karışmıştı.
“Bak bakalım yine
yüzünü görcen mi?”
Kemancının
çamurlu pabuçlarını Muharrem son fırça darbeleri ile pırıl pırıl yapmıştı.
“Gel bakalım,
otur şimdi yanıma. Bir çayı hak ettin.”
“Usta, bize iki
çay gönderiver,”diye seslendi çay ocağına.
“Güzel kızdı di
mi?”
“Ne dedin?” diye
sordu dalgınca.
“Demin balkonda
çamaşır asan kız. Fatma… Güzel kız değil mi?” diye yineledi Muharrem.
Fatma,
çamaşırları asmış, balkondan içeri girmişti.
“Ha, evet,”
diye cevap verdi.
“Bizim
kasabanın delikanlılarının yarısı bu kıza hasta. Benim abim de. Büyüyünce ben
bile aşık olabilirim.”
“Senin için
daha çok erken değil mi?”
“Bak, ama
büyüyünce dedim.”
“Ha, o zaman
başka.”
***
Genel Müdürlük
koridorlarında Bölge Müdürü ile karşılaştı.
“Yahu seni
tedirgin eden o rapor muydu? Okudum, hiç önemli bir şey yoktu. Sen delirmişsin.
Bırak bu istifa laflarını da işine bak.”
Gülümsedi.
“Sağolun
efendim, ama ben kararımı verdim.”
Akşam eve gidip
kararını açıkladığında karısı ve kayınvalidesi şaşırdı.
“Evladım derdin
nedir? Niye böyle bir karar verdin?” diye sordu kaynanası.
Karısı her
zamanki cadaloz tavrıyla;
”Bırak anne,
istediğini yapsın. Nasıl olsa pişman olup, kuyruğunu kıstırıp dönecek,” dedi.
Valizini
hazırladı, kemanını kutusuna koydu. Ne yapacağına karar vermemişti; belki bir
kaç gün Sirkeci’de bir otelde kalır, sonra başka bir iş aranırdı.
Önemli değildi;
önemli olan yeniden huzura kavuşması idi. İhtiyacı olan yeni bir hayattı...
***
Düşündüğü gibi
Sirkeci’de ucuz bir otele yerleşti.
Eşyalarını
yerleştirdikten sonra çıktı. Sarayburnu’ndan, Kumkapı’ya doğru deniz kıyısından
yürüdü.
Yenikapı’ya geldiğinde
Lunapark alanının kenarına kurulmuş bir çadır dikkatini çekti.
Şişman bir
adam, akşam için yapılan hazırlıkları denetliyordu. Durdu onları izlemeye
başladı. Bakışları karşılaştığında, gülümsedi:
“Kolay gelsin,”
dedi.
Onları izlerken
sohbet gelişti. Kumpanyanın bu akşam son gösterisi idi; ertesi günü
Anadolu’daki
çeşitli kasabalarda gösteriler yapmak için turneye çıkıyorlardı.
“Bu gece bizim
misafirimiz olun. Belki beğenir, eğlenirsiniz.”
“Olur”
anlamında kafasını salladı.
Gösteriler,
sıradan, ama gene de eğlenceli idi. Bu tür basit gösteriler bile taşrada
yaşayan insanlara çekici gelebilirdi.
Tanıştığı adam
kumpanyanın patronu Rıza Bey’di. Birden aklına onlara katılmak, turneye çıkmak
geldi.
“Benim işim
yok,” dedi. “Bana uygun bir iş olabilir mi, sizin kumpanyada?”
Rıza, düşündü:
“Ne
yapabilirsin ki?”
“Mesela keman
çalabilirim.”
“Olabilir. Çok
fazla beklentin olmazsa bizimle gelebilirsin. Ne kazanırsak onu yeriz.”
Aradığı zaten
böyle bir şeydi. Ertesi günü onlara katılıp, birlikte turneye çıktı.
O kasaba senin,
bu kasaba benim dolaşıp duruyorlardı. Aylarca İstanbul’a dönmüyorlardı.
Alışmıştı bu
hayata. İstanbul’a döndüklerinde de bazen otelde, çoklukla da kumpanyanın çadırında
işçilerle beraber kalıyordu.
Kumpanyanının
elemanları artık yeni ailesi olmuşlardı. Aralarında sevgi ve dayanışma vardı;
herkes herkese yardım ediyordu. Gösterilerin ağırlığı ilüzyonist Mandrake
Kazım, akrobat Kazım, dansöz Semiha, İbiş ve şarkıcı Gülşen’in üzerindeydi.
Salih Zeki,
orkestrada keman çalıyordu. Ayrıca patron Rıza Bey’e hesap kitap işlerinde,
idari işlerde
de yardımcı oluyordu; ne de olsa eski bankacıydı.
Salih Zeki’nin
kumpanyaya katılmasından kısa bir süre sonra patronun metresi Gülşen ona olan
ilgisini belli etmeye, açıkça da söylemeye başlamıştı.
Onun
seviyesindeki kadınlar için kumpanyanın diğer elemanlarından farklı, tahsilli,
kültürlü, cazip bir erkekti. Salih Zeki önceleri tedirgin oldu. Rıza Bey de
durumu fark ediyor, ama aldırmıyordu. Biliyordu Gülşen’in huyunu.
***
Sigarası
bitmişti. “Yahu ben daha dün üç paket almamış mıydım?”, diye düşündü. “Yine ölçüyü
kaçırıyorum,” diye başını salladı.
Köşedeki
bakkala girdi.
“İki Bafra, bir
kibrit, lütfen.”
Bakkal
arkasındaki tezgaha uzandı.
“Hüseyin
ağabey, un var mı?”
Bakkal arkasını
dönüp, “Var, bacım, şu arkandaki raftan alıver,” dedi.
Salih Zeki, arkasında
duyduğu sese doğru döndü.
Bir infilak...Top
patlaması...Alev, ateş...Ya da başka bir şeydi. Ama ne?
Kafasını
kaldırıp sesin geldiği tarafa doğru dönüp baktığında gözbebeğiyle irisinin
birbirinden ayırt edilemediği kocaman, kapkara bir çift gözle karşı karşıya
gelmişti.
Yaşamı boyunca gördüğü
en güzel gözlerdi bunlar. Öylece donakaldı.
“Bu
kız...Bakkala girip, un isteyen bu kız, şu bizim kahvedekilerin laf attıkları
Fatma değil mi?” diye düşündü.
Evet, evet,
oydu; Fatma’ydı.
Ve şimdi ilk
kez bu kadar yakından görüyordu onu.
Kız tezgahtan
un alırken bakkal, tezgahın arkasında bir öküz öldüren şarabı şişesini
yarılamış arkadaşına kızı işaret edip, göz kırptı.
Gerçekten de
çok güzel bir kızdı. Tiril tiril basma entarisi körpe vücudunu sarıyordu.
Raftan un aldıktan
sonra birden arkasını döndü. Göz göze geldiler. İnsanın içini ısıtan, kocaman
gözleri vardı. Kız gözlerini kaçırıp, yere indirdi; tezgaha yanaştı hesabı
ödedi.
Fatma dükkandan
çıktıktan sonra bakkalla tezgahın arkasında şarap içen arkadaşı birbirlerine bakıp
gülüştüler.
Sigaranın parasını
alırken bakkal ona dönüp:
”İyi parça
değil mi abi ?” dedi.
“Yaptığınız çok
suluca, çok da ayıp. Niye bir genç kızı böyle taciz ediyorsunuz?” demedi, ama
onaylamadığının bir işareti olarak hiç cevap vermedi.
***
Daha sonraki
günlerde, kahvede oturup gazeteleri okurken, farkında olmadan gözünün kenarıyla
Doktor Fuat Beylerin balkonunda Fatma’yı arıyordu.
Bunu gerçekten
de bilerek yapmıyordu; ama bakışları ister istemez o tarafa doğru çevriliyordu.
Onu görebildiği
günlerde tatlı bir huzur buluyordu; göremezse içini sıkıntı kaplıyor,
huysuzlaşıyordu.
Akşamüstü
Mahfelin yanındaki çamlıkta yürürken top sahasında oynayan çocukları gördü.
Toz toprak
içinde koşuşturuyorlardı. Kenara oturup seyre daldı. Oynayan çocukların arasında
Muharrem de vardı. İlk defa oynarken görüyordu onu. Kenara kaçan topu
yakalayıp, ayağı ile vurup geri attı. Muharrem’le göz göze geldiler.
“Sen de oynar
mısın kemancı emmi?”
İtiraz etmedi;
aralarına daldı. Kan ter içinde kalmıştı, ama önemi yoktu özlemişti böyle koşuşturmayı.
Oyun bitince Muharrem, boya sandığı ile başına dikildi.
“Ayakkabıların
toz içinde kalmış, boyayıverem. Bu sefer para almam senden; sen bizimle oynadın,
takım arkadaşı olduk seninle.”
Kırmadı,
ayaklarını uzattı. Muharrem, her zamanki gibi özene bezene ayakkabılarını
parlattı.
Daha sonraki
günlerde Muharrem’le ahbaplığı ilerletti. Aralarında sözlü bir anlaşma
yaptılar: Boş zamanlarında Salih Zeki, Muharrem’in derslerine yardım ediyordu.
O da ayakkabılarını yarı ücrete boyuyordu. Bir iki defasında tam para vermeye
kalkıştıysa da Muharrem’in yüzünün asıldığını, gücendiğini fark etti ve
vazgeçti. Israr edip Muharrem’in onurunu kırmak istemedi.
***
Bir gece
uykusunun arasında kapısının vurulduğunu fark etti. Bu tıklatma değil de kapıyı
yumruklamaktı.
Uyku sersemi
kalkıp kapıyı açtı. Mandrake Kazım’dı; telaşlı bir hali vardı:
“Abi Abdurrahim
kaçmış!” dedi.
Arkasında
kafesteki hayvanlara bakan işçilerden Necmi vardı. Mandrake Kazım’ın maymunu kafesinden
kaçmıştı. Kafesin kapısını açık unutan bakıcı Necmi daha perişandı. Suçluluk
duyuyordu.
“Hadi, gidip
arayalım,” dedi.
Alelacele
giyindi. Otelden çıktılar.
“Nereye
gidebilir ki bu hayvan?”
“Nereye gidecek
ormana kaçmıştır. Ne de olsa orman hayvanı,” deyip güldü.
“Abi, şakanın
sırası mı?” diye sitem etti, Mandrake.
Sağa sola
koşuşturup maymunu ararken Muharrem nefes nefese yanlarına geldi.
“Salih amca, Mandrake
Kazım abinin maymunu, Doktor Fuat Beylerin kümesine girmiş,” diye haber
getirdi.
Koşa koşa Fuat
Beylerin evine gittiler. Kazım’ın maymunu Abdurrahim arka bahçedeki kümese
girmişti. Ortalık birbirine girmişti. Tavuklar gıdıklayarak kaçışıyorlardı.
Kümesin horozu erkekliğini kanıtlamak için yan yan dayılanıyordu ama Abdurrahim’in
en ufak hareketinde tavuk gibi gıtgıtlayarak kaçıyordu. Abdurrahim de şaşkın,
bir köşede direğe tırmanmış ürkek tavırlarla etrafa bakınıyordu.
“Kendi kafesi
zannedip kümese girmiş, garibim,” dedi Salih Zeki.
Doktor Fuat
Bey, karısı, Fatma, gürültüye uyanmışlar, şaşkın şaşkın bahçeye çıkmışlardı.
Kazım maymununu
yakalayıp kümesten çıkardı. Zavallı Abdurrahim, Mandrake’nin boynuna atılıp,
sevinçle sarıldı. Belli ki bir daha böylesi bir maceraya kalkışmayacaktı. Onun
bu halini görüp kahkahayı bastılar.
Fuat Bey’in
karısı:
“Geçmiş olsun,
yoruldunuz; buyrun birer kahve içelim,” diye eve davet etti.
Rahatlamışlardı.
Biraz sakinleşmek için birer kahve iyi gelecekti. Fuat Bey, gülmekten kendisini
alamıyordu.
Fatma:
“Abdurrahim de
kahve içer mi?” diye gülerek sordu.
Salih Zeki,
halinden memnundu. Abdurrahim’in sebep olduğu bu olay sayesinde Fatma ile yakınlaşmak
olanağını elde etmişti. Abdurrahim de günündeydi. Yaşadığı maceradan sonra onlara
yeniden kavuşmanın sevinciyle şaklabanlık yapıp, bütün hünerini göstererek
hepsini güldürmeye devam ediyordu.
***
Bir sabah erken
kalkıp, otelden çıktı. İzmir’e gidip bir takım işlerini halletmesi gerekiyordu.
Garajda sırası
gelen ilk minibüse bindi. Arka koltuklardan birinde cam kenarına oturdu. İnen binenleri
görmek, merakını gidermek için hep cam kenarına otururdu. Önce iki çocuklu bir kadın
bindi minibüse. Arkasından yaşlı bir köylü. Onun ardında Fatma. Evet, Fatma’ydı
bu binen. Üzerine ince bir manto giymişti. Başını da bir eşarpla örtmüştü.
Yanında Fuat Beyin karısı vardı. Zehra Hanımla göz göze gelince selamlaştılar.
“İzmir’e
alışverişe gidiyoruz. Malum bu küçük kasabalarda her aradığın bulunmuyor,”
dedi, Zehra Hanım.
Önündeki sıraya
oturdular. Daha sonra binenlere dikkat bile etmedi. Fatma, biner binmez bütün
letafetini salmıştı sanki minibüsün içine.
Nereden, hangi
köyden, kasabadan geçtiklerinin farkında bile değildi. Kaskatı kesilmiş,
gözünün ucuyla, fark ettirmeden Fatma’yı süzüyordu.
İzmir’de
minibüs boşaldı. Zehra Hanımla Fatma da alışveriş etmek için Konak tarafına
doğru yürüyüp, sokak aralarında kayboldular.
İzmir’deki
işlerini çabuk halletmişti.
Öğle üzeri
dönmek için garaja geldi. Aksilik, o saatte kalkacak otobüs arıza yapmıştı.
Şoförle, muavini elleri simsiyah yağ içinde motor kapağını açmış tamir etmeye
çalışıyorlardı. Daha sonra gidecek otobüs de akşam saatlerinde idi.
Akşama kadar
nasıl vakit geçirecekti? Tam ayrılacaktı ki elindeki torbada Fuat Bey’in karısı
Zehra Hanım’ın sipariş verdiği tuhafiye malzemeleri ile Fatma göründü.
Karşı karşıya geldiklerinde
sıcak bir gülümsemeyle selamlaştılar. Zehra Hanım yoktu yanında. Akrabalarını ziyaret
etmek için gitmiş, orada kalmıştı.
“Aksilik,
otobüs arızalanmış. Akşama kadar da bir başka araba yokmuş,” dedi Salih Zeki.
Fatma:
“Hay allah!
N’olucak şimdi? Geç kalacağım. Merak ederler.”
“N’apacaksınız?
Mecburen bekleyeceğiz. Fuarın içinde bir çay bahçesi biliyorum. Ben oraya gideceğim,
isterseniz siz de gelin.”
“Yapacak bir
şey yok. Öyle yapalım bari,” dedi Fatma.
Birlikte çay
bahçesine gittiler; akşama kadar bir semaver dolusu çay içtiler.
Genellikle Abdurrahim’den
konuştular. Sevimli maymun aralarındaki sıcak sohbetin konusu olmuştu.
***
O gece
Panayırdan döndükten sonra, çarşının yukarısındaki meyhaneye uğradı. İbişle
iki tek
attıktan sonra otele döndüler.
Odasına
çıktığında tuhaf bir hüzün far ketti kendisinde.
Kemanını kenara
koymadan önce çıkardı; elini kemanın gövdesinde gezdirdi.
Bir sevgiliyi,
bir dostu okşar gibi okşadı...
“Ve işte, benim
gerçek dostum olarak bir tek sen kaldın,” diye mırıldandı.
Kemanın yayını
aldı, yavaşça tellerine değdirdi, “Fyyyatma” diye bir ses çıkardı kemanından.
Bir daha
denedi...
Bir daha...
Bu küçük Ege
kasabasında, hiç beklemediği bir anda rastladığı, onun artık ümidini kestiği
hayatla küçük de olsa bir bağ kurmasını sağlayan Fatma’nın adını söyletiyordu
en sadık dostu kemanına.
Bir iki defa
daha denedi. Gerçekten de Fatma’nın adını çıkarıyordu ses olarak kemanından.
Çenesinin
altına sıkıştırdığı kemanından çıkan ses yalnızca kulağına değil, sanki damarlarından
bütün vücuduna yayılıyor yüreğinin derinliklerine ulaşıyordu. Çoktandır nasır tutmuş
yaralı yüreğine...
Yan odada kalan
otel müşterisinin duvarı yumrukladığını fark etti.
Cebinden
çıkardığı köstekli saatine baktı: Bir buçuk olmuştu. Her kimse haklıydı...
Kemanını özenle
konsolun üzerine bıraktı. Soyunup yattı. “Bana bir şeyler mi oldu? Bu yaştan sonra
böyle şeyler olur muymuş?” diye mırıldandı.
***
Bu küçük kasaba
halkının yıl boyunca bekledikten sonra yaşamına giren en önemli olaydı Çam
Şenliği.
Kahvelerdeki
muhabbetlerin, komşu sohbetlerinin en önemli konusu çadır tiyatrosu ve onun
elemanları idi. Nasıl olmuşsa kasabalılar Salih Zeki’nin Fatma’ya olan ilgisini
fark etmişler, dilden dile dolaşmaya başlamıştı. Onları birlikte görmüşler
miydi, yoksa yakıştırıp bir dedikodu mu türetmişlerdi?
Neyse önemli
değildi. Küçük muhitlerde böyle şeyler olurdu. Aldırmadı. Aslında gerçek
sevgiye hasret olan bu insanların çoğu bu temiz hislere sempati besliyorlardı.
Ama bu herkes için geçerli değildi.
Kemanından “Fyyyatma” diye ses çıkartmak işini akşamları
yaptıkları gösteriye de taşımıştı.
İşi iyice ileri
götürüp sahnede sık sık kemanını “Fyyyatma” diye öttürüyordu.
Bunu her yaptığında
seyirciler gülüşüyorlar, aralarında fısıldaşıyorlar, arkasından da
alkışlıyorlardı.
Bununla da
kalmıyor, “Fatma, Fatma” diye tempo tutuyorlardı.
Patronun
sevgilisi Gülşen, şarkı sözlerini iyice unutuyor, sinirinden ter ter
tepiniyordu. Gene de seyircilere belli etmemeye çalışıyordu.
***
Bir gün durup
dururken Muharrem, “Sen de Fatma’ya tutuldun, değil mi?” diye sordu.
Şaşırmıştı:
“Nerden
çıkardın?” dedi.
“Saklama ben
anladım. Hem herkes öyle söylüyor.”
Cevap vermedi.
Bu susuşta ne onaylar, ne de reddeder bir anlam vardı.
O günden sonra
Muharrem, Fatma’yla haberleşmelerinde gönüllü ulak oldu. Cesaretini arttırıp
Fatma’ya mektuplar yazmaya başladı.
Muharrem,
birbirlerine yazdıkları notları iletiyordu.
Salih Zeki ile
Fatma, her fırsatta bir şey bahane edip ayrı ayrı İzmir’e gidip, orada
buluşuyorlar, denize bakan çayhanelerde saatlerce oturup, konuşuyorlardı.
***
Yine kaçamak
yapıp İzmir’e gittikleri bir gündü.
“Sen..,” dedi
Fatma.
Pasaport’ta bir
kahvehanenin önüne atılmış masalardan birinde, yüzlerini denize dönmüş, yan yana
oturuyorlardı. Uzun süre hiç konuşmamışlardı. Bakışları denize sabitllenmişti, birbirlerine
bakmıyorlardı, ama sıcaklıklarını hissediyorlardı..
“Sen, çok
iyisin.”
“...”
“Bana çok iyi
davrandın.”
Salih Zeki,
yüzünde soran bir ifade ile döndü. Göz göze geldiler. Bakışlarından sevgi okunuyordu.
“?!..”
Bunun neresi
fevkalade diye sorar gibi baktı.
“Ne demek
olduğunu anlayamazsın. Şimdiye kadar bana senin kadar iyi davranan kimse olmadı.”
Garipsedi. Bu
yeterli bir şey miydi?
***
Fatma, uygun
bir anı yakalayıp, çok uzun zamandır içinde saklı tuttuğu, bir türlü açılıp anlatamadığı
bir konuyu dayanamayıp, utana sıkıla Doktor Fuat Bey’in karısı Zehra hanıma açmıştı.
Anlatmasa bu
böyle sürüp gidecekti.
Evin genç oğlu
Nazmi, askerden dönmüş; henüz iş güç edinememişti. Bütün gün evde aylak aylak
oturuyor, canı sıkıldıkça kahveye gidip pinekliyordu.
Evde olduğu
zamanlarda, giderek artan bir biçimde, bakışlarıyla taciz etmeye başlamıştı.
Fatma, önceleri görmezlikten, anlamazlıktan geldi. Bir süre sonra, evde yalnız
kaldıkları zamanlarda sözüm ona sözlü iltifatlara da başladı. Gene anlamazlıktan
geldi.
Tacizin biçimi
ve dozu her geçen gün değişerek artıyordu.
Bir keresinde
oturma odasında ortalığın tozunu alırken Fuat Bey’in oğlu, odasından uykulu
gözlerle çıkmış, uzun süre ayakta bakışları ile taciz ettikten sonra arkasından
yanaşıp beline sarılmıştı. Kurtulmaya çalışırken ikisi birlikte kanepeye devrilmişlerdi.
Nazmi, daha da sıkı sarılmış, bırakmıyordu. Altından kurtulmaya çalışıyor, beceremiyordu.
Sıyrılan etekliğinin üstünden oğlanın kasıklarının arasındaki sertliği fark ettiğinde
dehşete kapılmıştı.
Son bir çırpınışla
kurtulmuş, ayağa kalktığında kan ter içinde kalmıştı. Kapının arkasında asılı kıvrağını
üstüne geçirdiği gibi alı al moru mor kendisini çarşıya atmış, akşam hanım
komşudan dönünceye kadar eve girmemişti.
Evde yalnız
kalmaya korkuyordu. Hanım evden çıkınca o da kendisini alışveriş bahanesiyle
sokağa atıyordu.
Nazmi, işi daha
da ileri götürüp, bir gece herkesin uykuya daldığı bir saatte içkili bir halde
eve gelip odasına dalıp, yatağına girmeye yeltenmişti. Ancak bağırmak, herkesi
uyandırmak tehdidiyle kurtulabilmişti.
Zehra Hanım,
Fatma’yı sessizce dinledikten sonra “ Sen merak etme, yavrum,” demişti.
Kafasını
sallayarak söylenmişti:
“Allahım, ne
günahımız vardı ki bu çocuk böyle serseri oldu?”
Aradan epey
zaman geçmişti. Bir gün Fatma, çalışma odasında etrafı temizlerken masada
oturmuş bir şeyler okuyan Doktor Fuat Bey, gözlüklerini indirip:
“Demek bizim
hayta seni rahatsız etti?” dedi.
Belli ki Zehra
Hanım, kocasına konuyu açmıştı.
Fatma saygılı bir
ifade ile işini bırakıp, ellerini önüne kavuşturup, hiçbir şey söylemeden kafasını
yere eğdi. Fuat Bey, döner sandalyesini ondan yana çevirip, kaykıldı.
“Bak kerataya,
hiç ummazdım.”
Gözleri ile
tepeden tırnağa Fatma’yı süzdü. Ayağını uzatarak ayak başparmağına taktığı etekliğinin
ucunu yukarı, baldırlarına kadar sıyırdı.
“Hımmm. Ağzının
tadını biliyormuş,” dedi.
Başka bir şey
söylemeden masaya dönüp önündekini okumaya devam etti.
Fatma,
şaşırmıştı. Ayakta hiç kıpırdamadan bir süre dikildi kaldı. Destek beklerken,
ne umup ne bulmuştu? Babası da oğlundan farklı değildi. Bu evde nasıl yaşamaya
devam edebilecekti ki?
***
Olanlar
Fatma’yı çok etkilemişti. Kimselere açamadığı bu sıkıntısını Salih Zeki’ye
anlatmıştı.
“Benim kimsem
yok,” dedi Fatma. “Ağabeyimi saymazsak öyle sayılır. Onun da kendine bile hayrı
yok.”
“...”
“Ben de sizin
kumpanya ile gelebilir miyim? Kimseye yük olmam; çamaşırlarınızı yıkarım, yemeklerinizi
yaparım, hayvanlara bakarım. Hele Abdurrahim’i çok iyi beslerim.”
Birlikte güldüler.
“Iııh,” dedi,
Salih Zeki. “Zor bir hayat bizimkisi, yapamazsın.”
Fatma, alınmış
gibi yüzünü astı. Salih Zeki, gönlünü almak için;
“Aslında senden
daha iyi yardımcı olmaz, ama ben seni düşündüğüm için böyle söylüyorum.”
***
Bir akşamüstü
çarşıda arkasından bir delikanlı seslendi.
“Abi, bakar
mısın?”
Baktı. Esmer,
kavruk bir delikanlıydı. Tanıdığı birisi değildi. Kendisine seslendiğinden emin
olamadı, etrafına bakındı, başka biri yoktu; ona seslenmişti. Durup, döndü.
“Abi, bi dakka
konuşabilir miyiz?”
“Buyur
evladım.”
Fatma’nın
ağabeyi idi. Dikkat edince içkili olduğu, dili dolaştığından, gözleri
kaydığından anlaşılabiliyordu. Ağzından havaya saldığı alkol kokusu da cabası.
Genç adamın
arkasında iki arkadaşı daha vardı. Onlar da sarhoştu.
Fatma’nın
ağabeyi:
“Efendi
adamsınız, amca,” dedi, “Size yakışıyor mu?”
Evet, efendi
bir adamdı; doğru...Ama yakışmayan neydi?
İyice sarhoştu;
sözcükleri toparlayıp, derdini tam anlatamıyordu. Sonuç olarak
Salih Zeki’nin
Fatma ile olan ilişkisini onaylamıyordu. İkazla başlayıp, tehditle biten; “abi,
amca” ile
başlayıp, “ulan moruk”la biten bir sürü şey konuştu.
Salih Zeki, ayakta
uzun uzun dinledi; cevap vermedi. Karşısında meramını anlayabilecek birisi
yoktu.
Daha fazla bu
sarhoş muhabbetine katlanamazdı. Arkasını döndü, yürüdü.
***
Rahatsız eden
sadece Fatma’nın ağabeyi değildi.
Öğleden sonra
oteldeki odasında uzanmış yatarken kumpanyanın meydancılarından biri nefes
nefese geldi. Patronu Kazım Bey çadırında bekliyormuş.
Giyindi
panayırın yolunu tuttu. Çamlığa ulaşıp patronun çadırına doğru seyirtti. Rıza
Bey çadırın önündeki sundurmada masa kurdurmuş, şişman bir adamla karşılıklı içiyorlardı.
“Hayırdır
patron, erken değil mi ?”
Patronla içki
içen şişman adam “ Bu işin zamanı olmaz, üstat. Ne zaman canın çekerse o zaman
içeceksin,” diye lafa karıştı.
Rıza Bey bir
sandalyeyi gösterdi.
“Sen de
otursana Salih Zeki.”
Sandalyeyi
altına çekip, kendisine rakı koydu. Tabağına biraz meze, beyaz peynir, domates,
salatalık çekti. Rakısından bir yudum aldı. Bu sıcak yaz gününde, buzsuz bile
olsa hoş gelmişti, rakı.
“Haklıymışsınız.
Bu işin zamanı olmazmış.”
“Ben dedim sana
üstat. Ne zaman canın çekerse o zaman içeceksin, bu mereti. Kural koymayacaksın.”
Şişman adama
dikkatli bakılınca ilk kadehini içmediği belli oluyordu. Dili ufaktan dolaşmaya
başlamıştı bile.
Adamı
tanımıyordu, adını da bilmiyordu. Ama günlerdir bu kasabadaydılar. Çarşıda,
pazarda gördüğü kasabalılarla, akşam tiyatroya gelenlerle artık aşina olmuştu.
Bu şişman adam kasabanın ileri gelenlerinden biri olmalıydı, yanılmıyorsa hemen
her akşam tiyatroya gelip, protokola ayrılan ön sıralarda oturanlardandı.
Patron:
“Salih, bu bey,
emniyet amiri, nezaket ziyaretine gelmiş, seninle de tanışmak istedi.”
“Üstat
hayranlarınızdanım. Sanatınızı çok takdir ediyorum. Vallahi zevkle izliyorum.”
“Sağolun,
teveccühünüz.”
“Yo yooo,
vallahi iltifat etmiyorum. Çok iyisiniz.” Bir an durdu. Rakısından bir yudum
aldı. Sonra kıkırdayarak, ”Hele kemanı Fatma diye öttürmeniz bir harika. Nasıl yapıyorsunuz,
yani üstat. Bravo.”
Salih Zeki hiç
sesini çıkarmadı.
“Sizin bu Fatma
işi bütün kasabanın dilinde. Millet başka bir şey konuşmuyor. Güya bu kız,
bizim Doktor Fuat Bey’in yanaşması olan Fatma’ymış, öyle mi, üstat ?”
Salih yine
cevap vermedi.
“İyi avrat, ama
değil mi ?”
Daha lafını
bitirmeden kahkahayı koyuverdi. Gülerken elindeki rakı kadehinin yarısını
üstüne döktü. Rıza Bey de sanki eşlik etmek zorunluluğundaymış gibi zoraki bir
kahkaha koyuverdi.
“Bravo üstat,
belli ki ustalığınız bir tek kemanda değil. Güzel, körpe bir yavruyu gözünüze kestirmişsiniz.
Bu yaşta bu enerji, bu gözü peklik takdire şayan yani, bravo.”
Sıcak yaz günü,
öğle ortasında içtiği rakının tesiriyle iyice kafayı bulmuştu.
Konuşurken dili
dolanıyordu.
“Bizim de içimiz
çekiyor, ama mümkün değil. Bu küçük kasabada herkesin gözünün önündeyiz. Yaprak
kımıldasa herkesin haberi oluyor. Resmi erkandan olmamız, karı, çoluk çocuk,
her şey elimizi kolumuzu bağlıyor. Bir kaçamak yapamıyoruz. Lanet olsun.
Yoksa...”
Emniyet amiri
bu sefer de masadaki kadehi elinin tersiyle devirdi. Bardaktaki rakının geri
kalanı da masa örtüsünün üstüne döküldü.
Rıza Bey,
yerinden fırlayıp bardağı yere düşmeden tuttu.
“Canınız
sağolsun. Ben şimdi tazelerim rakınızı.”
Kadehe koyduğu
rakının üstüne su ilave ederken sordu:
“Su yeterli mi
?”
“Tamamdır,
sağolasın.”
Emniyet amiri,
yenilenen rakı bardağından bir yudum aldı.
“Hepsi iyi de
üstadım, biliyorsun biz de burada görev yapıyoruz. Bu mevzu ayyuka çıktı.
Herkesin
dilinde. Bize çok şikayet geldi. Kasabanın bütün ileri gelenlerinden inanamayacağınız
baskılar geliyor.
***
Havalar hep iyi
olacak değildi ya, o akşam yağmur, daha program başlamadan iki saat önce, bardaktan
boşanırcasına yağmaya başlamıştı.
Gösterinin yapıldığı
çadır iyice ıslanmış, ağırlaşmıştı. Yükü çeken direkler bu ağırlığa direnirken
gacur gucur sesler çıkarıyordu.
Eskimiş çadır
bezinin eriyen, delinen yerlerinden yağmur damlaları sızıyordu. Çok fazla bilet
de satılmamıştı; zorunlu olarak gösteri iptal edildi.
Dönüşte otele
gitmek istemedi Salih Zeki’nin canı. Çarşıdaki meyhaneye gitti; tek başına
içti.
Geç olmuştu;
kimse kalmamıştı içeride. Masaları toplayan garsonlar güç bela kaldırdılar.
Kendinde
değildi. Yağmurdan ıslanmamak için saçak altlarından, duvarlara tutuna tutuna çarşıdan
aşağı indi.
Nefeslenmek
için sırtını bir vitrine dayadı: Eski sevgili bankasının kasabadaki şubesinin
vitriniydi burası. Güldü... Yüzünde gülmekle, ağlamak arasında bir ifade vardı.
Geçmişi geldi
aklına: Harcanmış, çarçur edilmiş kıymetli hayatı.
Yüzündeki gülme
ifadesi yerini ağlamaya bıraktı. Yüzünü vitrine döndü, kafasını cama dayadı,
hıçkırmaya başladı.
Uzun süre öyle
kaldı. Yerden aldığı bir taşı cama vurarak kırdı. Kırılan camın kırıkları elini
de kanatmıştı. Ama aldırmıyordu.
Arkasından
birinin omuzuna dokunduğunu farketti. Tiyatronun İbişiydi bu. Herkesi güldüren şaklaban
İbiş...
Ne büyük
haksızlıktı. Herkesi güldüren, ancak kötü kaderini paylaşan sevgili dostunu
herkes İbiş diye çağırıyordu. Halbuki sevgili dostu Yılmaz’dı o.
Yılmaz,
kolundan çekiştirerek, ”Gel,” dedi, “İyi değilsin otele dönelim.”
Odasına kadar
çıkmasına yardım etti.
“Uyu kendine
gelirsin.”
Sırtüstü yattı
yatağında. Tavandaki lekeler yine bir şeyler anlatıyordu.
Kafasını
kaldırarak doğruldu. Komodinin üzerindeki kemanına uzandı.
Nemli, temiz
bir bezle özenerek sildi. Üstüne titrediği değerli kemanının sapından tutup,
dizine dikine koyup, arkaya kaykılıp, gözleri ile geriden bakarak tepeden
tırnağa süzdü. Dolgun göğsü, ince beli ve iri kalçası ile zarif, endamlı bir
kadın vücudu gibiydi. Sonra sol omuzuna yerleştirip, çenesinin altına
sıkıştırdı, başını sola doğru eğerek kulağını gövdesine iyice yaklaştırdı.
Kemanın yayını topuğundan tutarak tellere yaklaştırdı. Çalmaya başladı.
Bach’ın,
Mozart’ın esin kaynağı keman, ona aşk ilham ediyordu. Gövdesinin iki yanındaki
‘f’ harfi (Fatma’nın f’si) şeklindeki ses deliklerinden içeri süzülüp, yankı
bulup yeniden dışarı çıkan müzik sesi bütün benliğini sardı.
Kendinden geçmiş
bir halde, yayı çenesinin altına sıkıştırdığı kemanının tellerinin üstünde gezdirerek
en güzel “Fyyyyatma” sesini çıkarıyordu;
oda komşularının homurtularına, kapıya, duvara vurmalarına aldırmadan.
Çıkan ses,
çenesinin altından, yayı tutan elinin bilek damarlarından kanına işleyerek
yaşlı yüreğinin ta derinliklerine
ulaşıyordu.
***
Yorulmuştu.
Soyunma odasındaki aynanın karşısında koltuğa kendisini attı. Aynada yüzünü görünce
şaşkınlaştı.
Daha da mı
yaşlanmıştı, ne?
“Ben de seni
kadınlarla ilgilenmez sanırdım. Meğer sen ne kart zamparaymışsın.”
Patronun
sevgilisi Gülşen üzerinde siyah bir kombinezonla kapıya yaslanmış onu
süzüyordu.
İri göğüsleri
fırlayacakmış gibi kombinezonunun dekoltesini zorluyordu. Bir elinde yine içki bardağı
vardı. Sarhoştu.
“Şaka yapma.
İyi değilim.”
“Sana olan
duygularıma hiçbir zaman cevap vermedin. Bula bula bir yanaşmayı mı buldun gönül
verecek ?”
“Şakalaşacak
durumda değilim.”
“Pis zampara.
Sübyancı!”
Ağzındaki
içkiyi yüzüne püskürttü; dengesini kaybedip, Salih’in oturduğu koltuğa doğru
sendeleyerek, üzerine yığıldı. Kombinezonunun etekleri sıyrılmıştı. İri
kalçalarını
Salih’in
kucağına yayarak, kollarını boynuna doladı; dudaklarını dudaklarına dayadı.
“Sana olan
zaafımı biliyorsun, hadi öp beni.”
Kapı tıkladı.
Kumpanyanın işçilerinden biri kapıyı açıp girdi. Gülşen, toparlandı.
“Ne var ulan,
o... çocuğu, sen kapı diye bir şey bilmiyor musun, ne diye elalemin odasına paldır
küldür dalıyorsun!?” diye bağırdı Gülşen.
“Abla, Rıza Abi
seni göremeyince merak etmiş, bir bak, dedi.”
Ağzını kapatmış
gülüyordu; Salih Zeki ile göz göze gelince göz kırptı.
Patron Rıza
Bey, Gülşen’in nerede olabileceğini tahmin etmiş, kendi gelmemiş adamı
yollamıştı.
***
Muharrem kötü
haberi tez ulaştırdı.
Ağabeyi, Fatma’yı
yanaşma olarak verdikleri Doktor Fuat Beylerin evinden alıp köye geri
götürmüştü.
Muharrem,
Fatma’nın hatıra olsun gönderdiği bir yemeniyi getirmişti.
Salih Zeki
büyük bir hüzünle avucunda sımsıkı tuttuğu yemeniyi ceket cebine koydu.
O günden sonra
Fatma’yı hiç göremedi; üzüntüden yemek içmekten kesildi.
Fatma ne alemdeydi?
Merak içindeydi...
Elinden gelen
bir şey yoktu.
Fatma, imbat
rüzgarı gibi tatlı bir esinti halinde ömrünün geç zamanında hayatına girmiş ve
çıkmıştı.
***
Çam Şenliği
sona ermişti.
O sene oldukça
eğlenceli geçmişti; kasabalılar hallerinden memnundu.
Doyamamışlardı
kayık salıncaklara, atlıkarıncaya, Akrobat Niyazi’nin, Mandrake
Kazım’ın
numaralarına, Abdurrahim’in şaklabanlıklarına, İbiş’in komikliklerine, dansöz
Semiha’nın
güzelliğine, Salih Zeki’nin kemanı ile çaldığı müziğe, fırsat buldukça kemanını
“Fyyyatma” diye öttürmesine ve hatta Gülşen’in şarkılarına... Onun “Makber”
şarkısını okumasını bile özleyeceklerdi.
Kumpanya
toplanıp, eşyalarını yine kamyonlara yükleyip hünerlerini sergileyecekleri
başka bir Anadolu kasabasına doğru yola çıktı.
Bu defa Salih
Zeki onlarla gitmedi; İstanbul’a geri döndü.
Kumpanyaya
dahil olarak başladığı bu yeni hayatı da onu yaşam coşkusuna geri döndürecek bir
çare olmamıştı.
No comments:
Post a Comment