14 December 2019

Fyyyatma ( Uzun öykü ) / M. Hakkı Yazıcı




Fyyyatma




Güzel bir gündü; havada tatlı bir serinlik vardı.

Bu küçük, şirin Ege kasabası bahar başlangıcını yaşıyordu; günlerce süren yağmurun arkasından kasabalılar güneşli bir güne gözlerini açmıştı.

İstasyonda duran yorgun tren, yolcularını boşalttıktan sonra uflayıp puflayarak yeniden yola koyulmuştu. Trenin gidişiyle istasyonu dolduran kalabalıktansa kısa bir süre sonra eser kalmamıştı; yolcular, yakınlarını karşılayanlar, seyyar satıcılar, faytoncular, hepsi, birden yok olmuşlardı.

Fötr şapkalı, papyonlu, ince bıyıklı, orta yaşlı bir adam, bir süre elinde küçük tahta valizi, koltuğunun altında bir keman kutusuyla ayakta dikilerek etrafı süzdükten sonra kasabanın içine doğru yürüdü.

İlk defa geldiği bu Ege kasabası da diğerlerine benziyordu.

Mübadelede el değiştiren eski Rum evleri mimariye damgasını vurmuştu. Yol boyu sıralanan ağaçlar bahar çiçekleriyle bezenmişti. Kasaba meydanında küçücük bir kaidenin üzerine oturtulmuş Atatürk büstü, meydanın arkasında kasabanın en görkemli binası olan kaymakamlık, hemen yanında ise büyükçe bir park vardı. Görkemli ağaçları burasının çok eski bir park olduğunu belli ediyordu.

Adam, sol elinin başparmağı yeleğinin köstekli saatinin bulunduğu cebinde, yavaş yavaş çarşı içine doğru yürüdü.

Ortalığı ışıl ışıl aydınlatan güneş aniden bir bulutun arkasına girdi.

Bu aylarda sık yaşanan bir bahar sürprizine, yağmura yakalandı; ufak yağmur taneleri düşmeye başlamıştı.

İlk gördüğü kahvehaneye girdi; cam kenarında bir masaya oturdu. Kirli camdan çarşıdan gelip geçenleri görebiliyordu. Yağmur biraz daha hızlanmıştı. Sokaktakiler telaşla kaçışmaya başladılar.

Kahveci, yanına geldi.

“Bir şey içer misiniz abi?”

“Orta şekerli bir kahve lütfen.”

Sokakta saçak altlarına sığınan birkaç kişinin dışında kimse kalmamıştı. Kahvehaneye tarladan dönen ıslanmış gündelikçiler girdi. Adamın yanındaki masaya oturup gürültülü bir şekilde şakalaşarak konuşmaya başladılar.

Garson, kahvesini getirdi; masaya koydu.

“Buyur, beyim.”

“Sağol.”

Teklifsizce bir bakışta yabancı olduğu anlaşılan adamın yanındaki sandalyeye oturdu. 

“Merakımı bağışla beyim. Gelişinizin sebebi?..Tayin falan mı?”

Sıkça sorulan bu tür sorulara alışmış bir umursamazlıkla cevap verdi:

“Memuriyet değil. Turne için geldim. Kurulacak çadır tiyatrosuyla ilgili olarak. Orada
keman çalıyorum ben.”

“Çok güzel. İsminiz?”

“Salih... Salih Zeki Uğurata. İstanbulluyum.”   

“Hoşgeldiniz Salih Beyim. Çam Şenliği, ha?! Vay canına be, bahar geldi desene.”

Her yıl geleneksel olarak, bahar başlangıcında kasabanın hemen dışındaki çamlıkta panayır kurulurdu; bu panayır, on beş gün, en fazla bir ay sürerdi.

“Seni ilk defa görüyorum, beyim. İlk gelişin mi?”

“Evet, biz daha önce hiç gelmemiştik... Havalar iyi gitse bari.”

“Ya, öyle.”

Kahveci kalktı.

***

Salih Zeki Uğurata... Kruvaze ceketi, pantolonunun paçası duble, her zaman ütülü koyu renk takım elbisesi, yakası kolalı gömleği, papyonu, ince tel çerçeveli gözlüğü, pırıl pırıl boyalı siyah ayakkabıları; kibar şık görünüşüyle gittiği her taşra kasabasında yabancı olduğu hemen belli olan bir beyefendi: Bir Osmanlı paşazadesinin oğlu, Mekteb-i Mülkiye mezunu, eski bir banka müdürü; kendi ifadesiyle bir “yaşam küskünü”.

Aslında yüzündeki çizgiler, şakağına düşen aklar ve gözlerindeki fer çok şey anlatıyordu; ancak bilene, anlayana...

Hemen herkesin merak ettiği bu iyi eğitimli İstanbul beyefendisinin o şehir senin, bu şehir benim dolaşarak ekmek parası peşinde koşturan basit bir tiyatro kumpanyasının üyesi olmasının nedeniydi.

Pek herkesle konuşmasa, paylaşmasa bile vardı tabii ki bir nedeni.

Ne sınırsız ihtirasları vardı karısının. Bitip tükenmeyen isteklerinden bıkıp usanmıştı; bir müdür maaşıyla bu isteklerin karşılanamayacağını biliyordu, ancak nafile.

Banka müdürü maaşı azımsanmayacak bir paraydı, ama o bile yetmiyordu. Karısı da kayınvalidesi de birer canavar gibi gözükmeye başlamışlardı gözüne; kaçıp gitmeyi, kurtulmayı düşünüyordu.

Niyeyse senelerdir yapamıyordu.

***                                                    

Kahvehanenin camının kenarındaki masada oturmuş; gözleri sokağı döven yağmur
Damlalarına takılmış, kahvesini yudumluyordu.

Kim bilir yeniden hangi düşüncelere sürüklenmişti?

Masanın dibine koyduğu tahta valizi, yanındaki sandalyenin üstündeki kemanı; bütün mal varlığı işte bu kadardı.

Keman, ilk derslerini aldığı haminnesinin armağanıydı. Yüksek Kaldırım’daki bir rehinciden almışlardı. Adamın demesine göre veremden ölen bir Yahudi terziye aitti; ölünce yoksul ve çaresiz kalan ailesi kemanı satmak zorunda kalmıştı. Bu kemanın değerli bir Stradivarius olduğunu söylemişti rehinci. Değerli bir keman olduğu belliydi; ama rehincinin sözlerinin bir satıcı palavrası olduğunu anlamışlardı.

Haminnesi kemanı almak için altınlarını bozdurmuştu.

Hava iyice kararmıştı. Kara bulutlar dağılmamıştı, ama yağmur hızını kaybetmişti.

Dışarıda dükkanların vitrinlerinin, evlerin pencerelerinden sızan ışığın aydınlattığı yoldaki su birikintilerine düşen yağmur damlaları görünüyordu.

Adamın yanındaki masada oturan gündelikçiler hararetli bir okey oyununa dalmışlardı. Arkalardaki masalardan birinde beyaz sakallı, gözlüklü, başında kasket bulunan ihtiyar bir adam bastonuna yaslanmış uyuyordu. Onlardan başka bir kaç kişi daha vardı içeride; çay ocağının hemen üstüne yerleştirilmiş radyodan akşam haberlerini izliyorlardı.

Yanına gelen kahveci:

“Almanlar iyice kudurdu,” dedi.

Onaylar gibi başını salladı, o da öyle düşünüyordu; Almanlar iyice azıtmışlardı.

Hesabı istedi.

“Bildiğin iyi, ucuz bir otel var mı?”

“Kahvenin sırasında, yüz metre kadar yukarıda orta halli bir otel var; temizdir.”

Yağmur iyice yavaşlamıştı. Çarşıdan yukarı doğru yürüdü; otelin önüne geldi. Gösterişsiz küçük bir oteldi. İyi bir otel olmayabilirdi; ama tercih yapabilecek durumda değildi. Böyle küçük kasabalarda bazen otel bile bulunmayabiliyordu. İçeri girdi; otel katibine kaydını yaptırdı. Anahtarını aldı. Yavaş, yavaş merdivenleri çıktı; kapıyı açtı; valizini yatağın kenarına koydu. Ayakkabılarını çıkarmadan sırtüstü yatağa uzandı.

Yol yorgunuydu. Hemencecik dalmıştı.

Gözlerini açtığında duvarda bir böcek gördü.

Yatağın yanındaki duvarda bir tahtakurusu yukarı doğru tırmanıyordu. Eliyle bir şaplak atarak beyaz badanalı duvara yapıştırdı; böceğin gövdesi duvara yapışıp parçalandı; bir kan lekesi oluştu.

Onun kanı olamazdı; daha yeni gelmişti otele. Belli ki bir önceki oda müşterisinin kanıyla kendisine bir ziyafet çekmişti bu tahtakurusu.

Biraz kestirmesine rağmen yorgun ve dalgındı.

Bir sigara yaktı. Gözleri ahşap tavana takıldı. Tavandaki lekeler sanki birer insan resmine dönüşüyor, canlanıyor ve ona bir şeyler anlatıyordu.

***

Genel Müdürlükten gelen müfettiş değişik bir çocuktu, ona müdür odasının karşısındaki odayı vermişlerdi.

Sabah mesaiye geldikten sonra, saatlerce kafasını kaldırmadan çalışıyordu.

Sadece tuvalet ihtiyacı olduğunda ve evrak istemek için yerinden kalkıyor, onun dışında hiç yerinden kalkmadan çalışıyordu. Çoğu zaman çaycının getirdiği çayı bile fark etmiyor, masasında soğutuyordu.

Odaların kapıları açık olduğunda müdür masasından müfettişi oturduğu yerden görebiliyordu.

Tel çerçeveli gözlüklerinin üstünden bakıp, göz göze geldiklerinde hafif bir tebessümle selamlaşıyorlardı.

Müfettişler, çekinilecek bir şey olmasa bile insanı her zaman tedirgin ederlerdi.

***

Elbiselerini bile çıkarmadan yattığı küçük otel odasında uyandı. Sabah olmuş, güneş epey yükselmişti.

Uyumasına rağmen dinlenebilmiş değildi; yine her gece yakasını bırakmayan kabuslarla sabahı etmişti.

Kalktı, otelin penceresinden dışarı baktı.

Toprağa akşam yağan yağmurun kokusu sinmişti. Çiçeklerin yapraklarında hala yağmur damlacıkları vardı. Kuşlar, cıvıldaşıp uçuşarak adeta ışıl ışıl, güneşli bir bahar gününün başlangıcını müjdeliyorlardı. Tütün işçileri traktör römorklarına doluşmuş tarlalara gidiyorlardı; erkeklerin birçoğunun başında kasketlerinin altında poşuları vardı; kadın ve kızlar ise şalvar giymiş, omuzlarına kıvraklarını atmışlardı. Lise öğrencileri başlarında özel şapkaları, yakındaki başka bir kasabadaki okullarına gitmek üzere minibüslere biniyorlardı.

Giyindi çarşıya indi.

Esnaf, tek tek dükkanlarının kepenklerini açıp vitrinlerinin önüne tezgahlarını sıralıyorlardı. Gazete arabası koca desteler halinde günlük gazeteleri getirmişti.

Çadır tiyatrosunun eşyalarını, dekorlarını getiren kamyonlar da İzmir-Manisa yönünden gelip kasabanın meydanından geçerek, Çamlığa doğru devam ettiler.

Askeri garnizonun önünden geçtiler. Sabah içtiması için toplanan erler tel örgülerin kenarına koşuşarak, merakla bakıp, keplerini çıkarıp sallayıp, ıslık çalarak konvoyu selamladılar.

Öğleden önce hummalı bir çalışma başladı. Çamlığa ulaşan kamyonlardan ağaçların arasındaki açıklığa eşyalar indirilmeye, hızla gösterilerin yapılacağı çadırın, lunaparkın salıncaklarının, atlıkarıncanın, sergilenecek hayvanların kafeslerinin kurulmasına başlandı.

Bir hareketlilik, tatlı bir heyecan vardı; yorgun turneler bile bu heyecanı tüketemiyordu.

Akşama doğru çadır tiyatrosunun geri kalan diğer elemanları da birer ikişer kasaba meydanına gelen minibüslerden indiler. Kimileri meydanın karşısındaki kahveye gelerek kapının önündeki masalara oturdular. Çadırlarda kalan işçilerin dışındaki kumpanya elemanları Salih Zeki’nin kaldığı otele yerleştiler. Zaten kasabada kalınabilecek tek otel de oydu.

 ***                                                    

Müfettiş bir gün odasının kapısının önüne dikilip:

“Vedalaşmak istiyorum,” dedi, “Benim işim sona erdi; raporumu bitirdim. Artık yarından sonra Şubeye gelmeyeceğim.”

Ayağa kalktı, el sıkışıp vedalaştılar.

“Gene görüşürüz.”

Daha sonra Genel Müdürlükte çalışan bir arkadaşından gizliden öğrendiğine göre müfettiş günlerce didiklediği evraklarda bazı usulsüzlükler saptamış; raporunda bunu yazmıştı.

Kredi Komitesi kararına uymayan, teminatı eksik bir kredi verilmişti. Kredi verilen adam itibarlı bir tacirdi; zaten krediyi de vadesi gelmeden sorunsuz kapatmış; bankanın bir kaybı olmamıştı; ama Komite Kararının dışına çıkılmıştı. Şube çalışmalarının bütün başarısına rağmen uyarı alması gerekiyordu.

Çok öfkelenmişti. Kendisine bir çıkar sağlamak için yapmamıştı bunu. Sadece sahip olması gerektiğine inandığı inisiyatifini kullanmıştı.

Çağrılmayı, sigaya çekilmeyi beklemeden Genel Müdürlüğe gitti.  “Sanki müşteri bulmak, plasman yapmak kolay bir şey,” diye söylenip, yırtınıyordu; ama Genel Müdürlükteki adamların umurunda değildi.

Daha sonra tek başına kaldığında Salih Zeki hak verdi adamlara; iş, kuralına uygun yapılmalıydı; tersi de olabilirdi ve kredi batabilirdi.

Başarısını gölgeleyen bir hatası, yolsuzluğu yoktu; ama birden tedirgin oldu: Olabilirdi de.

Buna çok yakın hissetti bir an kendisini; müfettişlerin bile anlayamayacağı bir yolla kendisine menfaat sağlayabilir; bir kere başlayıp, alıştıktan sonra işi ileri götürüp hiç onaylamadığı, boyutları büyük bir yolsuzluğun içinde bulabilirdi kendisini.

“Allahım, sen aklımı koru,” diye söylendi içinden, “Ne korkunç bir şey!”

Karısının önüne geçemediği ihtirasının onu sürükleyeceği kaçınılmaz son buydu.

Kararını verdi. Bu kaçınılmaz sondan kurtulmanın tek yolu işi bırakmak; uzaklara, olabildiğince uzaklara gidip, kaçmaktı.

Belki yine mutsuz olacaktı; ama şerefine-kendi şerefinden de önemli olan ailesinin şerefine zarar vermeden, yeni bir hayata yelken açmalıydı. 

***

İki gün sonra gösterilere başladılar.
İşler iyi gidiyordu. Şanslıydılar; gösteri saatlerinde yağmur da yağmıyordu; yağsa bile kısa sürüyor, arkadan güneş güzel yüzünü gösteriyordu. Ne de olsa bahar yağmuruydu yağan.

Kayık salıncaklar, atlıkarınca, çocukların gözdesiydi. Gerilmiş telin üzerinde akrobat Niyazi’nin ve kızının yaptığı numaralar heyecandan hop oturtup hop kaldırtıyordu kasabalıları. Mandrake Kazım’ın yaptığı gözbağcılık numaraları da hiç yabana atılacak gibi değildi.

Gösterilerin sonunda Niyazi’nin kızı, Kazım’ın maymunu Abdurrahim’le birlikte seyircilerin arasında dolaşarak paraları topluyordu.

Adı Abdurrahim’di maymununun; çok sevimli bir şeydi. Abdurrahim isimli insanlar Kazım’a maymuna bu ismi koyduğu için kızabilirlerdi; halbuki o, çok sevdiği için maymununa rahmetli dedesinin ismini koymuştu.

Tahsilatta onun rolü küçümsenemezdi; elinde tuttuğu şapkaya atılan bozuk paraları sevinçle çığlık çığlığa zıplayarak Mandrake Kazım’a veriyordu.

Geceleri büyük çadırda yapılan gösteriler büyüklere mahsustu. Dansöz Semiha saz heyetinin eşliğinde raks ediyor; arkasından İbiş’le arkadaşları kısa bir komedi-dram oynuyorlar; yine Mandrake Kazım maymunu Abdurrahim’le birlikte sihirbazlık hünerlerini gösteriyordu.

Gecenin sonunda Gülşen çıkıyordu sahneye: Kumpanyanın assolistiydi; patronun metresi olarak torpilliydi. Kaprisi ile herkesi yıldırmıştı.

Genellikle içkili çıktığı sahnede ağır havalarla başlayıp, oynak şarkılarla bitiriyordu programını. “İzmir’in Kavakları”nı mutlaka söylüyordu. Yöre şarkıları her zaman seyirciyi çekiyor, havaya girmesine yardımcı oluyordu. En gözde şarkısıysa “Makber”di.

Nasıl da cesaret edip söylüyordu böyle zor bir şarkıyı? Çoklukla da şarkı sözlerini unutuyordu.

Salih Zeki, hemen arkasında kemanıyla eşlik ediyordu; durumu idare etmek, şarkı sözlerini seyircilere fark ettirmeden sufle etmek görevi de ona düşüyordu. 

Aslında hareketli, işveli ve güzel bir kadındı. Hele içkili olduğu zamanlarda iyice coşuyordu. Giydiği dekolte, ağır tuvaletle erkek seyircileri kendisine hayran ediyordu. Sahne tuvaletinin açık yakasını fırlarmışçasına zorlayan dolgun göğüslerine, eteğinin derin yırtmacından gözüken uzun beyaz bacaklarına seyircilerin iştahla bakmamaları mümkün değildi.

En büyük numarası da şarkının başında “Her yer karanlık,” diye haykırmadan önce sahnede seyircilere arkasını dönüp, kalçalarına kadar inen dekoltesinden güzelliğine en fazla güvendiği sırtını göstermekti.

O sırada bütün seyirciler, hep bir ağızdan “Varol,” diye bağırıp, alkışlamaya başlıyorlardı.

Sesi güzel denemezdi; ama inanılmaz bir özgüveni vardı.

***

Kasabalılarla da kısa sürede kaynaşmışlardı. Seviyorlar, saygı gösteriyorlardı.

Gündüzleri pek yapılacak işi yoktu Salih Zeki’nin; genellikle kahvede oturup vakit öldürüyordu.

Otelden çıkıp, her zamanki gibi kahvenin önüne atılmış masalardan birine oturduğunda öğlene yakın bir saat olmuştu. Yukarı mahalledeki Aynalı Kahvenin yanındaki caminin müezzini öğle namazı için ezanı okumaya başlamıştı bile; arkasından Çarşı Camiinin müezzini, onun arkasından da bütün camilerin müezzinleri arka arkaya ezana başladılar.

Yeleğinin cebinden köstekli saatini çıkarıp baktı. Vakit ne kadar da çabuk geçmiş dercesine, hayret ifadesiyle dudağını büktü.

“Amca ayakkabılarını boyayıverem mi?”

Kahvenin yan camına sırtını vermiş, derme çatma küçük boya sandığıyla, kara kuru, zayıf bir boyacı çocuk sorusunun cevabını bekler bir halde gözlerini dikmiş bakıyordu.

Hiç niyeti yokken, ister istemez ayağını boya sandığının üzerine koydu.

Çocuk büyük bir gayretle önce fırçasıyla ayakkabıların tozunu aldı. Sonra küçük bir kavanozdan, falçatasının ucuyla çıkardığı siyah boyayı süngerinin üzerine sıyırdı. Sonra da ayakkabının üzerine yaydı.

“Emmi, ben seni tanıyom.”

“Nerden ?”

“Panayırdan.”

“Sen hiç geldin mi?”

“I ııhh, abimgil gelmiş, o evde anlattıydı.”

“Senin adın ne?”

“Muharrem.”

“Mektebe gidiyor musun?”

“Hı hı, ilkokul dörde gidiyom. Okuldan çıkınca da ayakkabı boyuyom.”

Çocuk cilayı dağıttığı ayakkabının üzerini bezle parlattıktan sonra, her iki eline aldığı fırçaları boya sandığının kenarlarına vurdurarak, yarattığı ritimle coşup, ayakkabıları iyice parlattı.

“Yahu sen bayağı ustaymışsın be Muharrem; ayna gibi yaptın pabuçlarımı.”

“He ya, bak bakem ayakkabılara, yüzünü görüvecen mi?”

Parasını verdikten sonra, çocuğun kızıla çalan kıvırcık saçlarını okşadı. Gerçekten de pırıl pırıl olmuştu, ayakkabıları. Baktığında parıldayan ayakkabılarında hayal meyal yüzünü gördü. Talihsiz serüveni sanki yansıyan yüzünden okunuyordu.

Kalktı. Ayakkabılarını gıcırdatarak çarşı içine doğru yürüdü.

***

Bankada Bölge Müdürünün odasına girdiğinden bu yana on beş dakika olmuştu. Selam sabahın dışında hiçbir şey konuşmamışlardı.

Hoş Müdür de önündeki dosya ile meşgul, arada kafasını kaldırmadan sırf laf olsun diye bir iki kelime bir şeyler söylüyor, sonra işine devam ediyordu.

“Yenganım nasıl, sağlık ve afiyettedir inşallah?”

“İyi, allaha şükür.”

Kapı tıkladı, odacı elindeki tepsi içinde kahvelerini getirdi. Müdürün buyur ettiği koltukta kahvesini içip, beş dakika daha hiç konuşmadan oturduktan sonra kıpırdandı.

“Uygun görürseniz istifa etmek istiyorum.”

Bölge Müdürü duyduklarından şaşırmış, gözlüklerini çıkararak kafasını önündeki dosyadan kaldırdı.

“Çok düşündüm, böylesinin daha uygun olacağına kanaat getirdim.”

“Hoppala! Nerden çıktı şimdi bu? “

“Belki malumatınız yoktur, raporu bilahare size de intikal ettireceklerdir. O zaman zaten konudan haberdar olacaksınız. Daha şimdiden istifa etmemin daha onurlu bir davranış olacağını düşündüm.”

“Senin gibi başarılı, geleceği parlak bir şube müdürünün ne gibi bir problemi olabilir ki?
Geçen sene en başarılı şube müdürü seçildin. Bu seneki rakamların da iyi. Bölgemdeki en güvendiğim müdürüm sensin. Derdin ne? “

“Güveniniz için müteşekkirim. Her şey böyle gitseydi iyiydi. Ama bazen iyi insanlar da şeytana uyup, hata yapabiliyorlar. Hatamı kabul ediyorum.”

Bunu söylerken göz pınarlarından bir iki damla gözyaşının yanaklarından aşağıya süzülmesini önleyemedi. Elinin tersiyle yüzünü sildi.

“Kendiliğimden istifa edip, sizi de üzmeden ayrılmamın daha doğru olacağını düşündüm.”

Bölge Müdürü, şaşkın bir şekilde ayağa kalkmış, donmuş bir ifadeyle kendisini izliyordu.

“Vallahi bir şey anladıysam arap olayım. Sır gibi konuşuyorsun.”

“Ben sizi daha fazla meşgul etmeden gitsem iyi olacak.”

Oturduğu koltuktan güçlükle ayağa kalktı. Bir an sendeledi. Tansiyonu düşmüş, gözleri kararmıştı.

Bölge Müdürü endişeli gözlerle sordu:

“İyi misin, biraz daha otur da kendine gel.”

“Yok, sağolun iyiyim. Yavaş yavaş giderim.”

Odadan çıkarken bölge müdürü arkasından seslendi:

“Biraz toparlan da öyle gel, yine konuşalım.”

***

Günler ne çabuk geçiyordu. Bu kaçıncı gündü kasabaya geldikleri?

Yine yağmur yağıyordu.

Alışmıştı, bu tipik Ege kasabasının ılık lılık yağan, insanın içini ferahlatan yağmuruna.

Yağmur damlaları saçlarından yüzüne süzüldükçe bütün sıkıntılarının yerini tatlı bir hüzün alıyordu, sanki... Kahve, yolunun hemen üzerindeydi. Oyalanacak başka bir şey yoktu.

Zamanını panayırda, otelde, kahvede geçiriyordu.

İçeri girdi. Her zamanki yükünü almıştı kahvehane. Bazı masalardan oyundan kafasını kaldıranlar selamladılar; artık tanıyorlardı onu.

Panayırın şöhretli kemancısı… Her ne kadar akrobat Niyazi, ilizyonist Mandrake Kazım,
şarkıcı Gülşen, dansöz Semiha kadar “star” olmasa da tanınıyordu kasabadakiler tarafından.

Yan tarafta cama yakın bir masaya oturdu. Bir adaçayı söyledi. Camın öteki tarafında yağmurdan ıslanmamak için saçak altında, iyice cama yanaşmış küçük Muharrem'le göz göze geldiler.

Muharrem gözünün bir ucuyla ayakkabılarına bakarak, çamurlanmış, boya istiyor anlamında göz kırptı. Çok sevimli bir yumurcaktı. Başıyla içeri gel işareti yaptı. Muharrem, boya sandığını kaptığı gibi içeri daldı.

O arada kahveci adaçayını getirmişti.

“Salih Abi, n’olur yüz verme buna. Bir alışırsa dükkandan dışarı çıkmaz.”

“Bu seferlik idare ediver, dışarısı yağmurlu.”

Muharrem, boya sandığını yerleştirdikten sonra özenle boyalarını çıkardı.

“Bak yine geçen defaki gibi parlatacaksın tamam mı?”

“Tamam emmi.”

Pardesüsünün cebinden kıvırıp koyduğu gazetesini çıkardı. Sabah okuma fırsatı bulamamıştı. Açtı, okumaya başladı.

Gazeteye dalmış, etrafını unutmuştu. Birden bir uğultu oldu, kahvede. Yan masalarda okey, iskambil, tavla oynayanlar, oyunlarından kafalarını kaldırmış, bağrışıyorlardı.

“Vay anam be, Allah özenmiş de yaratmış.”

“Kurbanın olayım, yavrum.”

“Şu kalçalara bak, kalçalara.”

Kapıya yakın bir masaya oturmuş iki yaşlı emekli “Ayıp evladım, ayıp elin garibine,” diye kızıp, söylendiler.

Şaşırmış bir halde kahvedekilerin baktıkları yöne baktı. Çarşıya giden caddeyi kesen karşı sokaktaki iki katlı eski bir Rum evinin balkonunda genç ve güzel bir kız çamaşır asıyordu.

“Doktor Fuat Bey’in yanaşması. Adı Fatma,” dedi Muharrem, açıklama yapmayı gerekli
bulmuşcasına. “Bizim kasabanın yakın köylerinden birinden. Anası babası yok; bir ağabeyi var; o da itin, ayyaşın biri. Doktor Fuat Beyler ev işlerine yardımcı olsun diye aldılar. Garibin biri aslında.”

Muharremin fırçaları boya sandığına vurdurarak tutturduğu ritimle, tavlalara vurulan pulların, atılan zarların, okey tahtalarına vurulan taşların sesi birbirine karışmıştı.

“Bak bakalım yine yüzünü görcen mi?”

Kemancının çamurlu pabuçlarını Muharrem son fırça darbeleri ile pırıl pırıl yapmıştı.

“Gel bakalım, otur şimdi yanıma. Bir çayı hak ettin.”

“Usta, bize iki çay gönderiver,”diye seslendi çay ocağına.

“Güzel kızdı di mi?”

“Ne dedin?” diye sordu dalgınca.

“Demin balkonda çamaşır asan kız. Fatma… Güzel kız değil mi?” diye yineledi Muharrem.

Fatma, çamaşırları asmış, balkondan içeri girmişti.

“Ha, evet,” diye cevap verdi.

“Bizim kasabanın delikanlılarının yarısı bu kıza hasta. Benim abim de. Büyüyünce ben bile aşık olabilirim.”

“Senin için daha çok erken değil mi?”

“Bak, ama büyüyünce dedim.”

“Ha, o zaman başka.”


***                                                     

Genel Müdürlük koridorlarında Bölge Müdürü ile karşılaştı.

“Yahu seni tedirgin eden o rapor muydu? Okudum, hiç önemli bir şey yoktu. Sen delirmişsin. Bırak bu istifa laflarını da işine bak.”

Gülümsedi.

“Sağolun efendim, ama ben kararımı verdim.”

Akşam eve gidip kararını açıkladığında karısı ve kayınvalidesi şaşırdı.

“Evladım derdin nedir? Niye böyle bir karar verdin?” diye sordu kaynanası.

Karısı her zamanki cadaloz tavrıyla;

”Bırak anne, istediğini yapsın. Nasıl olsa pişman olup, kuyruğunu kıstırıp dönecek,” dedi.

Valizini hazırladı, kemanını kutusuna koydu. Ne yapacağına karar vermemişti; belki bir kaç gün Sirkeci’de bir otelde kalır, sonra başka bir iş aranırdı.

Önemli değildi; önemli olan yeniden huzura kavuşması idi. İhtiyacı olan yeni bir hayattı...

***

Düşündüğü gibi Sirkeci’de ucuz bir otele yerleşti.

Eşyalarını yerleştirdikten sonra çıktı. Sarayburnu’ndan, Kumkapı’ya doğru deniz kıyısından yürüdü.

Yenikapı’ya geldiğinde Lunapark alanının kenarına kurulmuş bir çadır dikkatini çekti.

Şişman bir adam, akşam için yapılan hazırlıkları denetliyordu. Durdu onları izlemeye başladı. Bakışları karşılaştığında, gülümsedi:

“Kolay gelsin,” dedi.

Onları izlerken sohbet gelişti. Kumpanyanın bu akşam son gösterisi idi; ertesi günü
Anadolu’daki çeşitli kasabalarda gösteriler yapmak için turneye çıkıyorlardı.

“Bu gece bizim misafirimiz olun. Belki beğenir, eğlenirsiniz.”

“Olur” anlamında kafasını salladı.

Gösteriler, sıradan, ama gene de eğlenceli idi. Bu tür basit gösteriler bile taşrada yaşayan insanlara çekici gelebilirdi.

Tanıştığı adam kumpanyanın patronu Rıza Bey’di. Birden aklına onlara katılmak, turneye çıkmak geldi.

“Benim işim yok,” dedi. “Bana uygun bir iş olabilir mi, sizin kumpanyada?”

Rıza, düşündü:

“Ne yapabilirsin ki?”

“Mesela keman çalabilirim.”

“Olabilir. Çok fazla beklentin olmazsa bizimle gelebilirsin. Ne kazanırsak onu yeriz.”

Aradığı zaten böyle bir şeydi. Ertesi günü onlara katılıp, birlikte turneye çıktı.

O kasaba senin, bu kasaba benim dolaşıp duruyorlardı. Aylarca İstanbul’a dönmüyorlardı.

Alışmıştı bu hayata. İstanbul’a döndüklerinde de bazen otelde, çoklukla da kumpanyanın çadırında işçilerle beraber kalıyordu.

Kumpanyanının elemanları artık yeni ailesi olmuşlardı. Aralarında sevgi ve dayanışma vardı; herkes herkese yardım ediyordu. Gösterilerin ağırlığı ilüzyonist Mandrake Kazım, akrobat Kazım, dansöz Semiha, İbiş ve şarkıcı Gülşen’in üzerindeydi.

Salih Zeki, orkestrada keman çalıyordu. Ayrıca patron Rıza Bey’e hesap kitap işlerinde,
idari işlerde de yardımcı oluyordu; ne de olsa eski bankacıydı. 

Salih Zeki’nin kumpanyaya katılmasından kısa bir süre sonra patronun metresi Gülşen ona olan ilgisini belli etmeye, açıkça da söylemeye başlamıştı.

Onun seviyesindeki kadınlar için kumpanyanın diğer elemanlarından farklı, tahsilli, kültürlü, cazip bir erkekti. Salih Zeki önceleri tedirgin oldu. Rıza Bey de durumu fark ediyor, ama aldırmıyordu. Biliyordu Gülşen’in huyunu.

***

Sigarası bitmişti. “Yahu ben daha dün üç paket almamış mıydım?”, diye düşündü. “Yine ölçüyü kaçırıyorum,” diye başını salladı.

Köşedeki bakkala girdi.

“İki Bafra, bir kibrit, lütfen.”

Bakkal arkasındaki tezgaha uzandı.

“Hüseyin ağabey, un var mı?”

Bakkal arkasını dönüp, “Var, bacım, şu arkandaki raftan alıver,” dedi.

Salih Zeki, arkasında duyduğu sese doğru döndü.

Bir infilak...Top patlaması...Alev, ateş...Ya da başka bir şeydi. Ama ne?

Kafasını kaldırıp sesin geldiği tarafa doğru dönüp baktığında gözbebeğiyle irisinin birbirinden ayırt edilemediği kocaman, kapkara bir çift gözle karşı karşıya gelmişti.

Yaşamı boyunca gördüğü en güzel gözlerdi bunlar. Öylece donakaldı.

“Bu kız...Bakkala girip, un isteyen bu kız, şu bizim kahvedekilerin laf attıkları Fatma değil mi?” diye düşündü.

Evet, evet, oydu; Fatma’ydı.

Ve şimdi ilk kez bu kadar yakından görüyordu onu.

Kız tezgahtan un alırken bakkal, tezgahın arkasında bir öküz öldüren şarabı şişesini yarılamış arkadaşına kızı işaret edip, göz kırptı.

Gerçekten de çok güzel bir kızdı. Tiril tiril basma entarisi körpe vücudunu sarıyordu.

Raftan un aldıktan sonra birden arkasını döndü. Göz göze geldiler. İnsanın içini ısıtan, kocaman gözleri vardı. Kız gözlerini kaçırıp, yere indirdi; tezgaha yanaştı hesabı ödedi.

Fatma dükkandan çıktıktan sonra bakkalla tezgahın arkasında şarap içen arkadaşı birbirlerine bakıp gülüştüler.

Sigaranın parasını alırken bakkal ona dönüp:

”İyi parça değil mi abi ?” dedi.

“Yaptığınız çok suluca, çok da ayıp. Niye bir genç kızı böyle taciz ediyorsunuz?” demedi, ama onaylamadığının bir işareti olarak hiç cevap vermedi.

***                                                    

Daha sonraki günlerde, kahvede oturup gazeteleri okurken, farkında olmadan gözünün kenarıyla Doktor Fuat Beylerin balkonunda Fatma’yı arıyordu.

Bunu gerçekten de bilerek yapmıyordu; ama bakışları ister istemez o tarafa doğru çevriliyordu.

Onu görebildiği günlerde tatlı bir huzur buluyordu; göremezse içini sıkıntı kaplıyor, huysuzlaşıyordu.

Akşamüstü Mahfelin yanındaki çamlıkta yürürken top sahasında oynayan çocukları gördü.

Toz toprak içinde koşuşturuyorlardı. Kenara oturup seyre daldı. Oynayan çocukların arasında Muharrem de vardı. İlk defa oynarken görüyordu onu. Kenara kaçan topu yakalayıp, ayağı ile vurup geri attı. Muharrem’le göz göze geldiler.

“Sen de oynar mısın kemancı emmi?”

İtiraz etmedi; aralarına daldı. Kan ter içinde kalmıştı, ama önemi yoktu özlemişti böyle koşuşturmayı. Oyun bitince Muharrem, boya sandığı ile başına dikildi.

“Ayakkabıların toz içinde kalmış, boyayıverem. Bu sefer para almam senden; sen bizimle oynadın, takım arkadaşı olduk seninle.”

Kırmadı, ayaklarını uzattı. Muharrem, her zamanki gibi özene bezene ayakkabılarını parlattı.

Daha sonraki günlerde Muharrem’le ahbaplığı ilerletti. Aralarında sözlü bir anlaşma yaptılar: Boş zamanlarında Salih Zeki, Muharrem’in derslerine yardım ediyordu. O da ayakkabılarını yarı ücrete boyuyordu. Bir iki defasında tam para vermeye kalkıştıysa da Muharrem’in yüzünün asıldığını, gücendiğini fark etti ve vazgeçti. Israr edip Muharrem’in onurunu kırmak istemedi.

***

Bir gece uykusunun arasında kapısının vurulduğunu fark etti. Bu tıklatma değil de kapıyı yumruklamaktı.

Uyku sersemi kalkıp kapıyı açtı. Mandrake Kazım’dı; telaşlı bir hali vardı:

“Abi Abdurrahim kaçmış!” dedi.

Arkasında kafesteki hayvanlara bakan işçilerden Necmi vardı. Mandrake Kazım’ın maymunu kafesinden kaçmıştı. Kafesin kapısını açık unutan bakıcı Necmi daha perişandı. Suçluluk duyuyordu.

“Hadi, gidip arayalım,” dedi.

Alelacele giyindi. Otelden çıktılar.

“Nereye gidebilir ki bu hayvan?”

“Nereye gidecek ormana kaçmıştır. Ne de olsa orman hayvanı,” deyip güldü.

“Abi, şakanın sırası mı?” diye sitem etti, Mandrake.

Sağa sola koşuşturup maymunu ararken Muharrem nefes nefese yanlarına geldi.

“Salih amca, Mandrake Kazım abinin maymunu, Doktor Fuat Beylerin kümesine girmiş,” diye haber getirdi.

Koşa koşa Fuat Beylerin evine gittiler. Kazım’ın maymunu Abdurrahim arka bahçedeki kümese girmişti. Ortalık birbirine girmişti. Tavuklar gıdıklayarak kaçışıyorlardı. Kümesin horozu erkekliğini kanıtlamak için yan yan dayılanıyordu ama Abdurrahim’in en ufak hareketinde tavuk gibi gıtgıtlayarak kaçıyordu. Abdurrahim de şaşkın, bir köşede direğe tırmanmış ürkek tavırlarla etrafa bakınıyordu.

“Kendi kafesi zannedip kümese girmiş, garibim,” dedi Salih Zeki.

Doktor Fuat Bey, karısı, Fatma, gürültüye uyanmışlar, şaşkın şaşkın bahçeye çıkmışlardı.

Kazım maymununu yakalayıp kümesten çıkardı. Zavallı Abdurrahim, Mandrake’nin boynuna atılıp, sevinçle sarıldı. Belli ki bir daha böylesi bir maceraya kalkışmayacaktı. Onun bu halini görüp kahkahayı bastılar.

Fuat Bey’in karısı:

“Geçmiş olsun, yoruldunuz; buyrun birer kahve içelim,” diye eve davet etti.

Rahatlamışlardı. Biraz sakinleşmek için birer kahve iyi gelecekti. Fuat Bey, gülmekten kendisini alamıyordu.

Fatma:

“Abdurrahim de kahve içer mi?” diye gülerek sordu.

Salih Zeki, halinden memnundu. Abdurrahim’in sebep olduğu bu olay sayesinde Fatma ile yakınlaşmak olanağını elde etmişti. Abdurrahim de günündeydi. Yaşadığı maceradan sonra onlara yeniden kavuşmanın sevinciyle şaklabanlık yapıp, bütün hünerini göstererek hepsini güldürmeye devam ediyordu.

***

Bir sabah erken kalkıp, otelden çıktı. İzmir’e gidip bir takım işlerini halletmesi gerekiyordu.

Garajda sırası gelen ilk minibüse bindi. Arka koltuklardan birinde cam kenarına oturdu. İnen binenleri görmek, merakını gidermek için hep cam kenarına otururdu. Önce iki çocuklu bir kadın bindi minibüse. Arkasından yaşlı bir köylü. Onun ardında Fatma. Evet, Fatma’ydı bu binen. Üzerine ince bir manto giymişti. Başını da bir eşarpla örtmüştü. Yanında Fuat Beyin karısı vardı. Zehra Hanımla göz göze gelince selamlaştılar.

“İzmir’e alışverişe gidiyoruz. Malum bu küçük kasabalarda her aradığın bulunmuyor,” dedi, Zehra Hanım.

Önündeki sıraya oturdular. Daha sonra binenlere dikkat bile etmedi. Fatma, biner binmez bütün letafetini salmıştı sanki minibüsün içine.

Nereden, hangi köyden, kasabadan geçtiklerinin farkında bile değildi. Kaskatı kesilmiş, gözünün ucuyla, fark ettirmeden Fatma’yı süzüyordu. 

İzmir’de minibüs boşaldı. Zehra Hanımla Fatma da alışveriş etmek için Konak tarafına doğru yürüyüp, sokak aralarında kayboldular.

İzmir’deki işlerini çabuk halletmişti.

Öğle üzeri dönmek için garaja geldi. Aksilik, o saatte kalkacak otobüs arıza yapmıştı. Şoförle, muavini elleri simsiyah yağ içinde motor kapağını açmış tamir etmeye çalışıyorlardı. Daha sonra gidecek otobüs de akşam saatlerinde idi.

Akşama kadar nasıl vakit geçirecekti? Tam ayrılacaktı ki elindeki torbada Fuat Bey’in karısı Zehra Hanım’ın sipariş verdiği tuhafiye malzemeleri ile Fatma göründü.

Karşı karşıya geldiklerinde sıcak bir gülümsemeyle selamlaştılar. Zehra Hanım yoktu yanında. Akrabalarını ziyaret etmek için gitmiş, orada kalmıştı.

“Aksilik, otobüs arızalanmış. Akşama kadar da bir başka araba yokmuş,” dedi Salih Zeki.

Fatma:

“Hay allah! N’olucak şimdi? Geç kalacağım. Merak ederler.”

“N’apacaksınız? Mecburen bekleyeceğiz. Fuarın içinde bir çay bahçesi biliyorum. Ben oraya gideceğim, isterseniz siz de gelin.”

“Yapacak bir şey yok. Öyle yapalım bari,” dedi Fatma.

Birlikte çay bahçesine gittiler; akşama kadar bir semaver dolusu çay içtiler.

Genellikle Abdurrahim’den konuştular. Sevimli maymun aralarındaki sıcak sohbetin konusu olmuştu.


***

O gece Panayırdan döndükten sonra, çarşının yukarısındaki meyhaneye uğradı. İbişle
iki tek attıktan sonra otele döndüler.

Odasına çıktığında tuhaf bir hüzün far ketti kendisinde.

Kemanını kenara koymadan önce çıkardı; elini kemanın gövdesinde gezdirdi.

Bir sevgiliyi, bir dostu okşar gibi okşadı...

“Ve işte, benim gerçek dostum olarak bir tek sen kaldın,” diye mırıldandı.

Kemanın yayını aldı, yavaşça tellerine değdirdi, “Fyyyatma” diye bir ses çıkardı kemanından.

Bir daha denedi...

Bir daha...

Bu küçük Ege kasabasında, hiç beklemediği bir anda rastladığı, onun artık ümidini kestiği hayatla küçük de olsa bir bağ kurmasını sağlayan Fatma’nın adını söyletiyordu en sadık dostu kemanına.

Bir iki defa daha denedi. Gerçekten de Fatma’nın adını çıkarıyordu ses olarak kemanından.

Çenesinin altına sıkıştırdığı kemanından çıkan ses yalnızca kulağına değil, sanki damarlarından bütün vücuduna yayılıyor yüreğinin derinliklerine ulaşıyordu. Çoktandır nasır tutmuş yaralı yüreğine...

Yan odada kalan otel müşterisinin duvarı yumrukladığını fark etti.

Cebinden çıkardığı köstekli saatine baktı: Bir buçuk olmuştu. Her kimse haklıydı...

Kemanını özenle konsolun üzerine bıraktı. Soyunup yattı. “Bana bir şeyler mi oldu? Bu yaştan sonra böyle şeyler olur muymuş?” diye mırıldandı.


***

Bu küçük kasaba halkının yıl boyunca bekledikten sonra yaşamına giren en önemli olaydı Çam Şenliği.

Kahvelerdeki muhabbetlerin, komşu sohbetlerinin en önemli konusu çadır tiyatrosu ve onun elemanları idi. Nasıl olmuşsa kasabalılar Salih Zeki’nin Fatma’ya olan ilgisini fark etmişler, dilden dile dolaşmaya başlamıştı. Onları birlikte görmüşler miydi, yoksa yakıştırıp bir dedikodu mu türetmişlerdi?

Neyse önemli değildi. Küçük muhitlerde böyle şeyler olurdu. Aldırmadı. Aslında gerçek sevgiye hasret olan bu insanların çoğu bu temiz hislere sempati besliyorlardı. Ama bu herkes için geçerli değildi.

Kemanından  “Fyyyatma” diye ses çıkartmak işini akşamları yaptıkları gösteriye de taşımıştı.

İşi iyice ileri götürüp sahnede sık sık kemanını “Fyyyatma” diye öttürüyordu.

Bunu her yaptığında seyirciler gülüşüyorlar, aralarında fısıldaşıyorlar, arkasından da alkışlıyorlardı.

Bununla da kalmıyor, “Fatma, Fatma” diye tempo tutuyorlardı.

Patronun sevgilisi Gülşen, şarkı sözlerini iyice unutuyor, sinirinden ter ter tepiniyordu. Gene de seyircilere belli etmemeye çalışıyordu.

***

Bir gün durup dururken Muharrem, “Sen de Fatma’ya tutuldun, değil mi?” diye sordu.

Şaşırmıştı:

“Nerden çıkardın?” dedi.

“Saklama ben anladım. Hem herkes öyle söylüyor.”

Cevap vermedi. Bu susuşta ne onaylar, ne de reddeder bir anlam vardı.

O günden sonra Muharrem, Fatma’yla haberleşmelerinde gönüllü ulak oldu. Cesaretini arttırıp Fatma’ya mektuplar yazmaya başladı.

Muharrem, birbirlerine yazdıkları notları iletiyordu.

Salih Zeki ile Fatma, her fırsatta bir şey bahane edip ayrı ayrı İzmir’e gidip, orada buluşuyorlar, denize bakan çayhanelerde saatlerce oturup, konuşuyorlardı.

***

Yine kaçamak yapıp İzmir’e gittikleri bir gündü.

“Sen..,” dedi Fatma.

Pasaport’ta bir kahvehanenin önüne atılmış masalardan birinde, yüzlerini denize dönmüş, yan yana oturuyorlardı. Uzun süre hiç konuşmamışlardı. Bakışları denize sabitllenmişti, birbirlerine bakmıyorlardı, ama sıcaklıklarını hissediyorlardı..

“Sen, çok iyisin.”

“...”

“Bana çok iyi davrandın.”

Salih Zeki, yüzünde soran bir ifade ile döndü. Göz göze geldiler. Bakışlarından sevgi okunuyordu.

“?!..”

Bunun neresi fevkalade diye sorar gibi baktı.

“Ne demek olduğunu anlayamazsın. Şimdiye kadar bana senin kadar iyi davranan kimse olmadı.”

Garipsedi. Bu yeterli bir şey miydi?

***

Fatma, uygun bir anı yakalayıp, çok uzun zamandır içinde saklı tuttuğu, bir türlü açılıp anlatamadığı bir konuyu dayanamayıp, utana sıkıla Doktor Fuat Bey’in karısı Zehra hanıma açmıştı. 

Anlatmasa bu böyle sürüp gidecekti.

Evin genç oğlu Nazmi, askerden dönmüş; henüz iş güç edinememişti. Bütün gün evde aylak aylak oturuyor, canı sıkıldıkça kahveye gidip pinekliyordu.

Evde olduğu zamanlarda, giderek artan bir biçimde, bakışlarıyla taciz etmeye başlamıştı. Fatma, önceleri görmezlikten, anlamazlıktan geldi. Bir süre sonra, evde yalnız kaldıkları zamanlarda sözüm ona sözlü iltifatlara da başladı. Gene anlamazlıktan geldi.

Tacizin biçimi ve dozu her geçen gün değişerek artıyordu.

Bir keresinde oturma odasında ortalığın tozunu alırken Fuat Bey’in oğlu, odasından uykulu gözlerle çıkmış, uzun süre ayakta bakışları ile taciz ettikten sonra arkasından yanaşıp beline sarılmıştı. Kurtulmaya çalışırken ikisi birlikte kanepeye devrilmişlerdi. Nazmi, daha da sıkı sarılmış, bırakmıyordu. Altından kurtulmaya çalışıyor, beceremiyordu. Sıyrılan etekliğinin üstünden oğlanın kasıklarının arasındaki sertliği fark ettiğinde dehşete kapılmıştı.

Son bir çırpınışla kurtulmuş, ayağa kalktığında kan ter içinde kalmıştı. Kapının arkasında asılı kıvrağını üstüne geçirdiği gibi alı al moru mor kendisini çarşıya atmış, akşam hanım komşudan dönünceye kadar eve girmemişti.

Evde yalnız kalmaya korkuyordu. Hanım evden çıkınca o da kendisini alışveriş bahanesiyle sokağa atıyordu.

Nazmi, işi daha da ileri götürüp, bir gece herkesin uykuya daldığı bir saatte içkili bir halde eve gelip odasına dalıp, yatağına girmeye yeltenmişti. Ancak bağırmak, herkesi uyandırmak tehdidiyle kurtulabilmişti.

Zehra Hanım, Fatma’yı sessizce dinledikten sonra “ Sen merak etme, yavrum,” demişti.
Kafasını sallayarak söylenmişti:

“Allahım, ne günahımız vardı ki bu çocuk böyle serseri oldu?”

Aradan epey zaman geçmişti. Bir gün Fatma, çalışma odasında etrafı temizlerken masada oturmuş bir şeyler okuyan Doktor Fuat Bey, gözlüklerini indirip:

“Demek bizim hayta seni rahatsız etti?” dedi.

Belli ki Zehra Hanım, kocasına konuyu açmıştı.

Fatma saygılı bir ifade ile işini bırakıp, ellerini önüne kavuşturup, hiçbir şey söylemeden kafasını yere eğdi. Fuat Bey, döner sandalyesini ondan yana çevirip, kaykıldı.

“Bak kerataya, hiç ummazdım.”

Gözleri ile tepeden tırnağa Fatma’yı süzdü. Ayağını uzatarak ayak başparmağına taktığı etekliğinin ucunu yukarı, baldırlarına kadar sıyırdı.

“Hımmm. Ağzının tadını biliyormuş,” dedi.

Başka bir şey söylemeden masaya dönüp önündekini okumaya devam etti.

Fatma, şaşırmıştı. Ayakta hiç kıpırdamadan bir süre dikildi kaldı. Destek beklerken, ne umup ne bulmuştu? Babası da oğlundan farklı değildi. Bu evde nasıl yaşamaya devam edebilecekti ki?

***

Olanlar Fatma’yı çok etkilemişti. Kimselere açamadığı bu sıkıntısını Salih Zeki’ye anlatmıştı.

“Benim kimsem yok,” dedi Fatma. “Ağabeyimi saymazsak öyle sayılır. Onun da kendine bile hayrı yok.”

“...”

“Ben de sizin kumpanya ile gelebilir miyim? Kimseye yük olmam; çamaşırlarınızı yıkarım, yemeklerinizi yaparım, hayvanlara bakarım. Hele Abdurrahim’i çok iyi beslerim.”

Birlikte güldüler.

“Iııh,” dedi, Salih Zeki. “Zor bir hayat bizimkisi, yapamazsın.”

Fatma, alınmış gibi yüzünü astı. Salih Zeki, gönlünü almak için;

“Aslında senden daha iyi yardımcı olmaz, ama ben seni düşündüğüm için böyle söylüyorum.”

***

Bir akşamüstü çarşıda arkasından bir delikanlı seslendi.

“Abi, bakar mısın?”

Baktı. Esmer, kavruk bir delikanlıydı. Tanıdığı birisi değildi. Kendisine seslendiğinden emin olamadı, etrafına bakındı, başka biri yoktu; ona seslenmişti. Durup, döndü.

“Abi, bi dakka konuşabilir miyiz?”

“Buyur evladım.”

Fatma’nın ağabeyi idi. Dikkat edince içkili olduğu, dili dolaştığından, gözleri kaydığından anlaşılabiliyordu. Ağzından havaya saldığı alkol kokusu da cabası.

Genç adamın arkasında iki arkadaşı daha vardı. Onlar da sarhoştu.

Fatma’nın ağabeyi:

“Efendi adamsınız, amca,” dedi, “Size yakışıyor mu?”

Evet, efendi bir adamdı; doğru...Ama yakışmayan neydi?

İyice sarhoştu; sözcükleri toparlayıp, derdini tam anlatamıyordu. Sonuç olarak
Salih Zeki’nin Fatma ile olan ilişkisini onaylamıyordu. İkazla başlayıp, tehditle biten; “abi,
amca” ile başlayıp, “ulan moruk”la biten bir sürü şey konuştu.

Salih Zeki, ayakta uzun uzun dinledi; cevap vermedi. Karşısında meramını anlayabilecek birisi yoktu.

Daha fazla bu sarhoş muhabbetine katlanamazdı. Arkasını döndü, yürüdü.

***

Rahatsız eden sadece Fatma’nın ağabeyi değildi.

Öğleden sonra oteldeki odasında uzanmış yatarken kumpanyanın meydancılarından biri nefes nefese geldi. Patronu Kazım Bey çadırında bekliyormuş.

Giyindi panayırın yolunu tuttu. Çamlığa ulaşıp patronun çadırına doğru seyirtti. Rıza Bey çadırın önündeki sundurmada masa kurdurmuş, şişman bir adamla karşılıklı içiyorlardı.

“Hayırdır patron, erken değil mi ?”

Patronla içki içen şişman adam “ Bu işin zamanı olmaz, üstat. Ne zaman canın çekerse o zaman içeceksin,” diye lafa karıştı.

Rıza Bey bir sandalyeyi gösterdi.

“Sen de otursana Salih Zeki.”

Sandalyeyi altına çekip, kendisine rakı koydu. Tabağına biraz meze, beyaz peynir, domates, salatalık çekti. Rakısından bir yudum aldı. Bu sıcak yaz gününde, buzsuz bile olsa hoş gelmişti, rakı.

“Haklıymışsınız. Bu işin zamanı olmazmış.”

“Ben dedim sana üstat. Ne zaman canın çekerse o zaman içeceksin, bu mereti. Kural koymayacaksın.”

Şişman adama dikkatli bakılınca ilk kadehini içmediği belli oluyordu. Dili ufaktan dolaşmaya başlamıştı bile.

Adamı tanımıyordu, adını da bilmiyordu. Ama günlerdir bu kasabadaydılar. Çarşıda, pazarda gördüğü kasabalılarla, akşam tiyatroya gelenlerle artık aşina olmuştu. Bu şişman adam kasabanın ileri gelenlerinden biri olmalıydı, yanılmıyorsa hemen her akşam tiyatroya gelip, protokola ayrılan ön sıralarda oturanlardandı.

Patron:

“Salih, bu bey, emniyet amiri, nezaket ziyaretine gelmiş, seninle de tanışmak istedi.”

“Üstat hayranlarınızdanım. Sanatınızı çok takdir ediyorum. Vallahi zevkle izliyorum.”

“Sağolun, teveccühünüz.”

“Yo yooo, vallahi iltifat etmiyorum. Çok iyisiniz.” Bir an durdu. Rakısından bir yudum aldı. Sonra kıkırdayarak, ”Hele kemanı Fatma diye öttürmeniz bir harika. Nasıl yapıyorsunuz, yani üstat. Bravo.”

Salih Zeki hiç sesini çıkarmadı.

“Sizin bu Fatma işi bütün kasabanın dilinde. Millet başka bir şey konuşmuyor. Güya bu kız, bizim Doktor Fuat Bey’in yanaşması olan Fatma’ymış, öyle mi, üstat ?”

Salih yine cevap vermedi.

“İyi avrat, ama değil mi ?”

Daha lafını bitirmeden kahkahayı koyuverdi. Gülerken elindeki rakı kadehinin yarısını üstüne döktü. Rıza Bey de sanki eşlik etmek zorunluluğundaymış gibi zoraki bir kahkaha koyuverdi.

“Bravo üstat, belli ki ustalığınız bir tek kemanda değil. Güzel, körpe bir yavruyu gözünüze kestirmişsiniz. Bu yaşta bu enerji, bu gözü peklik takdire şayan yani, bravo.”

Sıcak yaz günü, öğle ortasında içtiği rakının tesiriyle iyice kafayı bulmuştu.
Konuşurken dili dolanıyordu.

“Bizim de içimiz çekiyor, ama mümkün değil. Bu küçük kasabada herkesin gözünün önündeyiz. Yaprak kımıldasa herkesin haberi oluyor. Resmi erkandan olmamız, karı, çoluk çocuk, her şey elimizi kolumuzu bağlıyor. Bir kaçamak yapamıyoruz. Lanet olsun. Yoksa...”

Emniyet amiri bu sefer de masadaki kadehi elinin tersiyle devirdi. Bardaktaki rakının geri kalanı da masa örtüsünün üstüne döküldü.

Rıza Bey, yerinden fırlayıp bardağı yere düşmeden tuttu.

“Canınız sağolsun. Ben şimdi tazelerim rakınızı.”

Kadehe koyduğu rakının üstüne su ilave ederken sordu:

“Su yeterli mi ?”

“Tamamdır, sağolasın.”

Emniyet amiri, yenilenen rakı bardağından bir yudum aldı.

“Hepsi iyi de üstadım, biliyorsun biz de burada görev yapıyoruz. Bu mevzu ayyuka çıktı.
Herkesin dilinde. Bize çok şikayet geldi. Kasabanın bütün ileri gelenlerinden inanamayacağınız baskılar geliyor.

***

Havalar hep iyi olacak değildi ya, o akşam yağmur, daha program başlamadan iki saat önce, bardaktan boşanırcasına yağmaya başlamıştı.

Gösterinin yapıldığı çadır iyice ıslanmış, ağırlaşmıştı. Yükü çeken direkler bu ağırlığa direnirken gacur gucur sesler çıkarıyordu.

Eskimiş çadır bezinin eriyen, delinen yerlerinden yağmur damlaları sızıyordu. Çok fazla bilet de satılmamıştı; zorunlu olarak gösteri iptal edildi.

Dönüşte otele gitmek istemedi Salih Zeki’nin canı. Çarşıdaki meyhaneye gitti; tek başına içti.

Geç olmuştu; kimse kalmamıştı içeride. Masaları toplayan garsonlar güç bela kaldırdılar.

Kendinde değildi. Yağmurdan ıslanmamak için saçak altlarından, duvarlara tutuna tutuna çarşıdan aşağı indi.

Nefeslenmek için sırtını bir vitrine dayadı: Eski sevgili bankasının kasabadaki şubesinin vitriniydi burası. Güldü... Yüzünde gülmekle, ağlamak arasında bir ifade vardı.

Geçmişi geldi aklına: Harcanmış, çarçur edilmiş kıymetli hayatı.

Yüzündeki gülme ifadesi yerini ağlamaya bıraktı. Yüzünü vitrine döndü, kafasını cama dayadı, hıçkırmaya başladı.

Uzun süre öyle kaldı. Yerden aldığı bir taşı cama vurarak kırdı. Kırılan camın kırıkları elini de kanatmıştı. Ama aldırmıyordu.

Arkasından birinin omuzuna dokunduğunu farketti. Tiyatronun İbişiydi bu. Herkesi güldüren şaklaban İbiş...

Ne büyük haksızlıktı. Herkesi güldüren, ancak kötü kaderini paylaşan sevgili dostunu herkes İbiş diye çağırıyordu. Halbuki sevgili dostu Yılmaz’dı o.

Yılmaz, kolundan çekiştirerek, ”Gel,” dedi, “İyi değilsin otele dönelim.”

Odasına kadar çıkmasına yardım etti.

“Uyu kendine gelirsin.”

Sırtüstü yattı yatağında. Tavandaki lekeler yine bir şeyler anlatıyordu.

Kafasını kaldırarak doğruldu. Komodinin üzerindeki kemanına uzandı.

Nemli, temiz bir bezle özenerek sildi. Üstüne titrediği değerli kemanının sapından tutup, dizine dikine koyup, arkaya kaykılıp, gözleri ile geriden bakarak tepeden tırnağa süzdü. Dolgun göğsü, ince beli ve iri kalçası ile zarif, endamlı bir kadın vücudu gibiydi. Sonra sol omuzuna yerleştirip, çenesinin altına sıkıştırdı, başını sola doğru eğerek kulağını gövdesine iyice yaklaştırdı. Kemanın yayını topuğundan tutarak tellere yaklaştırdı. Çalmaya başladı.

Bach’ın, Mozart’ın esin kaynağı keman, ona aşk ilham ediyordu. Gövdesinin iki yanındaki ‘f’ harfi (Fatma’nın f’si) şeklindeki ses deliklerinden içeri süzülüp, yankı bulup yeniden dışarı çıkan müzik sesi bütün benliğini sardı.

Kendinden geçmiş bir halde, yayı çenesinin altına sıkıştırdığı kemanının tellerinin üstünde gezdirerek en güzel  “Fyyyyatma” sesini çıkarıyordu; oda komşularının homurtularına, kapıya, duvara vurmalarına aldırmadan.

Çıkan ses, çenesinin altından, yayı tutan elinin bilek damarlarından kanına işleyerek yaşlı yüreğinin  ta derinliklerine ulaşıyordu.

***

Yorulmuştu. Soyunma odasındaki aynanın karşısında koltuğa kendisini attı. Aynada yüzünü görünce şaşkınlaştı.

Daha da mı yaşlanmıştı, ne?

“Ben de seni kadınlarla ilgilenmez sanırdım. Meğer sen ne kart zamparaymışsın.”

Patronun sevgilisi Gülşen üzerinde siyah bir kombinezonla kapıya yaslanmış onu süzüyordu.

İri göğüsleri fırlayacakmış gibi kombinezonunun dekoltesini zorluyordu. Bir elinde yine içki bardağı vardı. Sarhoştu.

“Şaka yapma. İyi değilim.”

“Sana olan duygularıma hiçbir zaman cevap vermedin. Bula bula bir yanaşmayı mı buldun gönül verecek ?”

“Şakalaşacak durumda değilim.”

“Pis zampara. Sübyancı!”

Ağzındaki içkiyi yüzüne püskürttü; dengesini kaybedip, Salih’in oturduğu koltuğa doğru sendeleyerek, üzerine yığıldı. Kombinezonunun etekleri sıyrılmıştı. İri kalçalarını
Salih’in kucağına yayarak, kollarını boynuna doladı; dudaklarını dudaklarına dayadı.

“Sana olan zaafımı biliyorsun, hadi öp beni.”

Kapı tıkladı. Kumpanyanın işçilerinden biri kapıyı açıp girdi. Gülşen, toparlandı.

“Ne var ulan, o... çocuğu, sen kapı diye bir şey bilmiyor musun, ne diye elalemin odasına paldır küldür dalıyorsun!?” diye bağırdı Gülşen.

“Abla, Rıza Abi seni göremeyince merak etmiş, bir bak, dedi.”

Ağzını kapatmış gülüyordu; Salih Zeki ile göz göze gelince göz kırptı.

Patron Rıza Bey, Gülşen’in nerede olabileceğini tahmin etmiş, kendi gelmemiş adamı yollamıştı.
                                                  

***

Muharrem kötü haberi tez ulaştırdı.

Ağabeyi, Fatma’yı yanaşma olarak verdikleri Doktor Fuat Beylerin evinden alıp köye geri götürmüştü.

Muharrem, Fatma’nın hatıra olsun gönderdiği bir yemeniyi getirmişti.

Salih Zeki büyük bir hüzünle avucunda sımsıkı tuttuğu yemeniyi ceket cebine koydu.

O günden sonra Fatma’yı hiç göremedi; üzüntüden yemek içmekten kesildi.

Fatma ne alemdeydi? Merak içindeydi...

Elinden gelen bir şey yoktu.

Fatma, imbat rüzgarı gibi tatlı bir esinti halinde ömrünün geç zamanında hayatına girmiş ve çıkmıştı.

***

Çam Şenliği sona ermişti.

O sene oldukça eğlenceli geçmişti; kasabalılar hallerinden memnundu.

Doyamamışlardı kayık salıncaklara, atlıkarıncaya, Akrobat Niyazi’nin, Mandrake
Kazım’ın numaralarına, Abdurrahim’in şaklabanlıklarına, İbiş’in komikliklerine, dansöz
Semiha’nın güzelliğine, Salih Zeki’nin kemanı ile çaldığı müziğe, fırsat buldukça kemanını “Fyyyatma” diye öttürmesine ve hatta Gülşen’in şarkılarına... Onun “Makber” şarkısını okumasını bile özleyeceklerdi.

Kumpanya toplanıp, eşyalarını yine kamyonlara yükleyip hünerlerini sergileyecekleri başka bir Anadolu kasabasına doğru yola çıktı.

Bu defa Salih Zeki onlarla gitmedi; İstanbul’a geri döndü.

Kumpanyaya dahil olarak başladığı bu yeni hayatı da onu yaşam coşkusuna geri döndürecek bir çare olmamıştı.




No comments: