14 December 2019

Yumurtalı omlet ( Kısa öykü ) / M. Hakkı Yazıcı



Yumurtalı omlet


Kan ter içinde binaya girdi.
Kapıda karşısına çıkan güvenlikçiye “Birader, Teras Kafe nerde?” diye sordu.
“Yukarıda abi,” cevabını aldı.
Doğru ya, çocuk haklıydı; nasıl da düşünememişti. Teras olduğuna göre, en yukarıda olmalıydı buluşacakları yer.
Eski binanın daracık asansörüne güvenemediğinden merdivenlere yöneldi.  Oflaya puflaya döne döne yükselen merdivenleri tırmanmaya başladı. Geç kaldığı için zaten telaş içinde, adeta koştura koştura yürümüştü Beyoğlu’nun bir ucundan öbür ucuna. Şimdi de bu merdivenler...
Nefes nefese kalmıştı.
Kafe tenhaydı. Nesrin, en dipteki camlı bölmede pencerenin kenarındaki bir masaya oturmuştu. Yüzü denize dönüktü.
Bu eski binanın köhnemiş merdivenlerinden yukarı çıkarken yukarıda birden böyle muhteşem bir manzarayla karşılaşacağını düşünmemişti.
Hava kararmış, karşı kıyının ışıkları yanmıştı.  Geçen  vapurların, motorların ışıkları ayrı bir güzellik veriyordu Boğaz’a.
Nesrin, yüzünü dönmeden “Hoşgeldin,” dedi.
Bu “Hoşgeldin”in içinde “Yine geç kaldın!” gizliydi.
O da bir iskemle çekip masaya oturdu.  Yüzünü denize çevirdi.
Kimse kimseye “Buraya denize mi bakmaya geldik?” diyecek durumda değildi. Ayrıca böyle bir manzaranın insanı içine çekmesi olağandı.
Garsonun “Bir şey alır mısınız, efendim?” diye arkalarından sorması üzerine döndü.
“Ne yiyeceğiz?” diye sordu Nesrin’e.
“Benim canım bir şey istemiyor. Sen gelmeden önce kahve içtim.”
Acaba huysuzluğundan mı böyle söylüyor diye yüzüne baktı. Sonra menüye hızlıca göz gezdirip garsona:
“Ben bir yumurtalı omlet, bir de bira istiyorum,” dedi.
Garson siparişi not alıp, uzaklaşınca Nesrin, nihayet yüzünü denizden çevirip ona döndüğünde gülüyordu.
Evet, gülüyordu:
“Yumurtasız omlet varsa ben de isterim,” dedi gülmesine hakim olduktan sonra.
Yine saçmalamıştı. Ama olsun; gülünecek bir espri olmuştu.
“Gülme, var böyle bir şey; ama yumurtasız omlet, akılsız kafa gibi bir şey herhalde.”
Yine denize döndüler.
Kocaman bir tanker, denizi yararcasına, adeta bütün teknelere, gemilere, “çekilin yoldan, ben geliyorum” dercesine düdüğünü çalarak, yavaş yavaş önlerinden geçti.
“Sinemaya gedecek miyiz?” diye sordu.
“Ben gelirken yolda, sinemalara baktım. Hiçbirinde doğru dürüst bir film yok.”
“İyi, o zaman ne yapacağız?”
“Oya’lara gidelim. Biraz oturur, çene çalarız.”
“Peki.”
Tankerin sebep olduğu dalgalar iki kıyıya da ulaşıp, çarparak akşamın sessizliğini bozdu.
Omletini,  birasını bitirip, hesabı ödedikten sonra, “Kalkalım mı?” diye sordu.
Tankerin geçişinden sonra deniz yeniden vapurların, balıkçı teknelerinin olmuştu.
Nesrin, cevap vermeden kalktı.
Ona mantosunu tutarken “Madem tersin geri karşıya, Moda’ya gidecektiysek niye koştura koştura buraya geldim ben?” diye söylendi içinden.
Neyse, kendi aralarında, yalnızken konuşamıyorken başka arkadaşlarının arasına karışıp vakit geçirmek daha hayırlı olacaktı.
Garsonun aldığı bahşişten hoşnut, eğilerek “İyi akşamlar, yine bekleriz efendim,” anlamı içeren gülümsemesine, “Teşekkürler,” diyerek cevap verdi.
Eski binanın koridoru küf kokuyordu.
İnerken o eski köhne asansöre bindiler. İki kanatlı ahşap kapısı kapandıktan sonra hareket etti.
Zaman yorgunu binanın külüstür asansörü yavaş yavaş iniyordu. Daracıktı. Üçüncü bir kişi sığamazdı belki de. Sahanlığında neredeyse yüz yüze yapışmışlardı.
Asansörün dar kapısının camlarından dışarısı görülüyordu. Merdivenler karanlıktı. Binadaki ofislerde çalışanlar çoktan evlerine gitmişti.
Nesrin’in ılık nefesini yüzünde hissetti. Doğum gününde ona aldığı parfümü sürünmüştü.
Her zamanki güzelliği üstündeydi.
Göz göze geldiler.
“Niye öyle bakıyorsun” sorusu olan gözlerle gülümsedi.
Nesrin, cevaben dudağına hafif bir buse kondurdu; sonra başını göğsüne yasladı.
Dalgalı, gür saçları mis gibi kokuyordu.

No comments: