Yumurtalı omlet
Kan
ter içinde binaya girdi.
Kapıda
karşısına çıkan güvenlikçiye “Birader, Teras Kafe nerde?” diye sordu.
“Yukarıda
abi,” cevabını aldı.
Doğru
ya, çocuk haklıydı; nasıl da düşünememişti. Teras olduğuna göre, en yukarıda
olmalıydı buluşacakları yer.
Eski
binanın daracık asansörüne güvenemediğinden merdivenlere yöneldi. Oflaya puflaya döne döne yükselen
merdivenleri tırmanmaya başladı. Geç kaldığı için zaten telaş içinde, adeta koştura koştura yürümüştü Beyoğlu’nun bir ucundan öbür
ucuna. Şimdi de bu merdivenler...
Nefes
nefese kalmıştı.
Kafe
tenhaydı. Nesrin, en dipteki camlı bölmede pencerenin
kenarındaki bir masaya oturmuştu.
Yüzü denize dönüktü.
Bu
eski binanın köhnemiş merdivenlerinden yukarı çıkarken yukarıda birden
böyle muhteşem bir manzarayla karşılaşacağını düşünmemişti.
Hava
kararmış, karşı kıyının ışıkları yanmıştı.
Geçen vapurların, motorların
ışıkları ayrı bir güzellik veriyordu Boğaz’a.
Nesrin,
yüzünü dönmeden “Hoşgeldin,” dedi.
Bu
“Hoşgeldin”in
içinde “Yine geç kaldın!” gizliydi.
O
da bir iskemle çekip masaya oturdu. Yüzünü
denize çevirdi.
Kimse
kimseye “Buraya denize mi bakmaya geldik?” diyecek durumda değildi. Ayrıca böyle
bir manzaranın insanı içine çekmesi olağandı.
Garsonun
“Bir şey alır mısınız, efendim?” diye arkalarından sorması üzerine döndü.
“Ne
yiyeceğiz?” diye sordu Nesrin’e.
“Benim
canım bir şey istemiyor. Sen gelmeden önce kahve içtim.”
Acaba huysuzluğundan
mı böyle söylüyor diye yüzüne baktı. Sonra menüye hızlıca göz gezdirip garsona:
“Ben bir
yumurtalı omlet, bir de bira istiyorum,” dedi.
Garson
siparişi not alıp, uzaklaşınca Nesrin, nihayet yüzünü denizden çevirip ona döndüğünde
gülüyordu.
Evet,
gülüyordu:
“Yumurtasız
omlet varsa ben de isterim,” dedi gülmesine hakim olduktan sonra.
Yine
saçmalamıştı. Ama olsun; gülünecek bir espri olmuştu.
“Gülme,
var böyle bir şey; ama yumurtasız omlet, akılsız kafa gibi bir şey herhalde.”
Yine
denize döndüler.
Kocaman
bir tanker, denizi yararcasına, adeta bütün teknelere, gemilere, “çekilin
yoldan, ben geliyorum” dercesine düdüğünü çalarak, yavaş yavaş önlerinden
geçti.
“Sinemaya
gedecek miyiz?” diye sordu.
“Ben
gelirken yolda, sinemalara baktım. Hiçbirinde doğru dürüst bir film yok.”
“İyi, o
zaman ne yapacağız?”
“Oya’lara
gidelim. Biraz oturur, çene çalarız.”
“Peki.”
Tankerin
sebep olduğu dalgalar iki kıyıya da ulaşıp, çarparak akşamın sessizliğini
bozdu.
Omletini, birasını bitirip, hesabı ödedikten sonra,
“Kalkalım mı?” diye sordu.
Tankerin
geçişinden sonra deniz yeniden vapurların, balıkçı teknelerinin olmuştu.
Nesrin,
cevap vermeden kalktı.
Ona
mantosunu tutarken “Madem tersin geri karşıya, Moda’ya gidecektiysek niye
koştura koştura buraya geldim ben?” diye söylendi içinden.
Neyse,
kendi aralarında, yalnızken konuşamıyorken başka arkadaşlarının arasına karışıp
vakit geçirmek daha hayırlı olacaktı.
Garsonun
aldığı bahşişten hoşnut, eğilerek “İyi akşamlar, yine bekleriz efendim,” anlamı
içeren gülümsemesine, “Teşekkürler,” diyerek cevap verdi.
Eski
binanın koridoru küf kokuyordu.
İnerken o
eski köhne asansöre bindiler. İki kanatlı ahşap kapısı kapandıktan sonra
hareket etti.
Zaman
yorgunu binanın külüstür asansörü yavaş yavaş iniyordu. Daracıktı. Üçüncü bir
kişi sığamazdı belki de. Sahanlığında neredeyse yüz yüze yapışmışlardı.
Asansörün
dar kapısının camlarından dışarısı görülüyordu. Merdivenler karanlıktı.
Binadaki ofislerde çalışanlar çoktan evlerine gitmişti.
Nesrin’in
ılık nefesini yüzünde hissetti. Doğum gününde ona aldığı parfümü sürünmüştü.
Her
zamanki güzelliği üstündeydi.
Göz göze
geldiler.
“Niye
öyle bakıyorsun” sorusu olan gözlerle gülümsedi.
Nesrin,
cevaben dudağına hafif bir buse kondurdu; sonra başını göğsüne yasladı.
Dalgalı,
gür saçları mis gibi kokuyordu.
No comments:
Post a Comment