Hangi
Nalan?
Olağan iş
seyahatlerinden birinden dönüyordu.
Son zamanlarda
bu tür iş seyahati dönüşlerinde üstüne hep böyle dayanılmaz bir yorgunluk
çökmeye, bir an önce eve varma isteğiyle kıvranıp durmaya başlamıştı.
Halbuki bu işi
ilk yapmaya başladığı zamanlarda tersine keyif alırdı bu tür yolculuklardan.
Ama ya şimdi?
Gide gele yorulmuştu aynı yolları arşınlamaktan. Hep aynı yollar; dümdüz,
ağaçsız, çorak ovalar; birbirine benzeyen istasyonlar… Yol boyunca gördükleri
onun için cazibesini tümüyle yitirmişti. Yolcular bile neredeyse artık benzer
simalardı.
Yoldan mı
sıkılmaya başlamıştı, yoksa artık çalışma heyecanını, başarı umudunu yitirdiği
işinden mi? Düşük bir maaş ve prim uğruna, elinde numunelerle, kataloglarla
dolu çantasını sürükleyerek, şehir şehir, kapı kapı müşteri aradığı bu satış
elemanlığına iş denebilirse eğer tabii… Bu da düşünmesi gereken ayrı bir
konuydu.
Aslında uzun
süren tren yolculuklarında kompartıman komşularıyla muhabbet çoğu zaman iyi
gelir insana. Yoksa yol bitmez, insan can sıkıntısından patlar.
Uyuyarak vakit
geçiremiyorsanız, okuma alışkanlığınız, ya da sizi oyalayacak başka bir ilgi
alanınız yoksa başka çareniz yoktur. Kendinize bir sohbet arkadaşı
bulmalısınız.
Bazen tersi
olur, hiç niyetiniz yoksa bile yanınızda ya da karşınızda oturan biri laf atıp,
sohbeti başlatmaya yeltenir. "Yolculuk nereye?", "Memleket
neresi hemşerim?" gibi sorularla başlayan muhabbet dallandırılıp
budaklandırılır.
Arkasından bazen
kompartıman komşularının diğerleri de sohbete şurasından burasından girerek yol
ahbaplığına dahil olurlar. Ortak tanıdıklar, mekanlar bulunur. Karşılıklı
ikramlarla ahbaplık katmerlenir. Gecenin ilerleyen saatlerinde kompartıman
komşularından bazıları yorulup, uykularına yenik düşüp, horul horul uyumaya
başlar, ya da uyuma teşebbüsünde bulunursa kafa denginiz olan, sohbetinden
hoşlandığınız yol arkadaşlarınızla diğerlerini rahatsız etmemek için koridora
çıkıp, açtığınız pencereden karanlıkta geçtiğiniz ovalara sigaranızın dumanını
savurarak sohbetinize devam edersiniz.
Keyfiniz
gıcırsa, yanınızdaki yol arkadaşlarınız da teşne ise restoran vagonuna geçilir,
bu defa içkili bir muhabbet başlar.
Ama bir de buna
hiç teşne olmayan insan tipleri vardır. Kompartıman komşularına en fazlası bir
“İyi yolculuklar” dedikten sonra yüzünü başka tarafa çevirir, konuşmaya hiç
niyetli olmadığını ilan ederek yolculuğunu böyle tamamlar.
O da bu kez
ikinci duruma tam uyan bir ruh hali içinde olduğu bir yolculuğun başındaydı.
Bir Cuma günü
akşamüstü işte yine böyle iş gereği Anadolu'nun ücra şehirlerine yaptığı zorunlu
yolculuklardan birinden dönüyordu. Tek tesellisi hafta sonu doya doya uyuyup,
dinlenme beklentisiydi.
Trenin
kalkmasına çok az kalmışken kompartımanın sürgülü kapısı açıldı, içeri birlikte
seyahat edeceği diğer yolcular girdi.
Altı kişilik
kompartımanda şansına çıkan yol arkadaşları, başka bir cezaevine sevk edilen
iki mahkumu götüren bir çok pırpırlı bir astsubayla iki jandarma eriydi.
Duruma göre
sevimsiz bir yolculuk olma olasılığı yüksekti. Pek muhabbet edilecek bir ortam
olmayacaktı besbelli.
Bereket yeri
camın kenarındaydı. Dışarıya bakarak ya da bakıyor gibi yaparak oyalanabilirdi.
Astsubay
karşısına, oturdu. Yüzünde bezgin bir ifade vardı. Somurtkan suratından onun da
pek konuşmaya niyeti olmadığı anlaşılıyordu.
Mahkumları
birbirine kelepçelemişlerdi. Onun bulunduğu tarafa oturttular. Karşılarına da jandarma
erleri oturdu. Tüfeklerini bacaklarının arasına sıkıştırdılar.
Tren, yavaş
yavaş, hoflaya puflaya hareket etti.
Hızlanınca
rayların üzerinde bildik ritmini yakaladı.
Askerlerden
biri kendi kendine mırıldanıyordu:
“Hak ettik, hak
ettik, hak ettik de halt ettik.”
Mırıltısının temposu
tren raylarından gelen “Taka tak, taka tak, taka taka, taka tuk” sesleriyle
aynıydı. Bu seslerin temposuna ayak uydurup, durmadan aynı sözleri,
yanındakileri deli edercesine tekrarlıyordu:
“Hak ettik, hak
ettik, hak ettik de halt ettik.”
Sonunda yanındaki
arkadaşı çamurlu postalıyla onun ayağını dürtüp susturdu.
Dönüp,
açıklamak zorunda hissetti kendisini.
Bütün bir ay
boyunca sağa sola mahkum sevkiyatlarında görev yapmışlardı. Koğuşta kafalarını
yastığa koyup uyumaya hasret kalmışlardı. Komutan, bu sefer son, bu görevi de
tamamlayın hava değişimi izni vereceğim diye söz vermişti. Yani iyi bir izni
hak etmişlerdi, ama canları da çıkmıştı yorgunluktan. Sevinecek halleri bile
kalmamıştı.
Tren buğday tarlalarının
arasından geçiyordu.
Konuşmaya hiç
arzulu değildi, ama yanındaki mahkum bu tür yolculuklarda lafa girmek için
sorulan en klasik soruyu sordu:
“Nerelisiniz?”
İstemeye
istemeye cevap verdi, ama devamında onun da kendisi gibi Üsküdarlı olduğunu
anlayınca konuşmaya devam etti.
Onunla
Üsküdar’dan, hem de aynı mahalleden olduklarını anladı.
Öbürü, heyecanla
atıldı, “Ben de Üsküdarlıyım,” dedi.
İşe bak, aynı
tren yolculuğunda yakın mahallelerden üç kişi bir araya gelmişlerdi.
Hiç ummadığı
halde, derin bir muhabbetin içinde mi bulacaktı kendisini, ne?
İki mahkum
birlikte sevk edilmelerine karşın, birbirlerini daha önceden tanımıyorlardı.
Yanında oturan
mahkum biraz bıçkın birine benziyordu. Üsküdar’dan tanıdığı sevgilisi dul bir
kadını anlatmaya başladı.
Kadının adı
Nalan’dı. Çarşıda küçük bir tuhafiye dükkanını işletiyordu.
Söylediğine
göre çok güzeldi. Ancak mahkum, ondan kullandığı bir eşya gibi söz ediyordu. Anlattığı
şeyleri yeniden yaşıyormuş gibi konuşuyordu.
Ballandıra
ballandıra anlattıklarının önemli bir kısmının yalan olduğunu gizleyemiyordu. Buna
rağmen, pek inandırıcı olmasa bile ilgi çekmesini biliyordu.
Uzun uzun
maceralarını, kaçamaklarını anlattı.
Kadının uzun
dalgalı saçlarını, ateşli gözlerini, dolgun dudaklarını, iri göğüslerini,
kalçalarını, biçimli bacaklarını, vücudunun bütün detaylarını kadın sanki hemen
gözünün önündeymişçesine kendinden geçerek, yaşıyorcasına anlattı.
Kadın güzel,
ama namus yoksunu bir şırfıntıydı. Tam bir orta malıydı. Anlattıklarının ne
kadarı doğruysa, enayi değildi ya, o da yeterince tadına bakmıştı.
Adama
dikkatlice baktı. Yüzündeki ifade palavracı biri olduğunu hemen ele veriyordu.
Çok vardı ortalıkta böyle yaşamadığı şeyleri, fantezilerini gerçekmiş gibi
anlatan ruhu çürük heriflerden.
Kesinlikle inandırıcı
değildi anlattıkları, ama hiç kimse de sözünü kesip, durdurmuyordu.
Öyle bir
anlatış tarzı vardı ki gerçekten değer verdiği bir ilişkisi olsaydı böyle
anlatmazdı.
Astsubay, hiç
ilgilenmiyor gibi sabitlenmiş gözlerle dışarıya bakıyordu. Bir ara kafasını
çevirip o da konuşan mahkumu uzun uzun izledi. Yüzündeki ifadeden bakışının bir
kınama mı, yoksa ilgi mi içerdiği anlaşılamıyordu. Duygularını belli etmeyen garip
bir bakışı vardı.
Diğer mahkum
araya girdi:
“Benim de
tanıdığım Nalan isimli bir kadın var, ama benim tanıdığım bunun anlattığından
çok farklı. Aslında aşık olunacak kadar güzel ve evlenilecek kadar hanım
hanımcık, masum, tam bir aile kadını. İyi bir anne aynı zamanda, ancak ne yazık
ki talihsiz kadıncağız genç yaşında dul kalmış.”
İkinci
anlatılan son derece latif, hanımefendi bir kadındı.
Konuşmalardan ikisinin
de aynı isimde, ancak farklı iki kadını tanıdıklarını anlamıştı. Ortak
yönleriyse güzel; ancak genç yaşta dul kalmış olmalarıydı.
Öyle ya, Üsküdar,
her cins insanın yaşadığı büyük bir yerdi. Bu kocaman semtte belki de onlarca
Nalan isimli kadın yaşıyordu.
Hiç niyeti
yokken bir garip sohbetin içinde buluvermişti kendisini. Bu tür konuları hiç
sevmediği halde, niye dinlemişti peki?
Erkekler bir
araya gelince ne konuşurlar? Futbol, arabalar ve tabii ki kadınlar…
Hep aynı konular…
Bazısı böyle işin ucunu kaçırır, bazıları konuya romantizmi sos olarak katmaya
çalışır.
Astsubay, ilgisiz
gibi davranıyordu, ama pencereden dışarıya bakarken anlatılanları dinlediği, hatta
iyice tahrik olmaya başladığı anlaşılıyordu. Oturduğu yerde hafiften
kıpırdanmaya başlamıştı.
Astsubay, ani
bir hareketle ayağa kalkıp, kendini kompartımanın dışına attı.
Sigara içmeye
veya tuvalete gitmiştir diye düşündü.
Biraz sessizlik
oldu. Sonra bıçkın mahkum da sigara içmek istediğini söyledi. Erler biraz
tereddüt ettikten sonra aralarından biri onun kelepçesinin bir ucunu kendi
bileğine taktı, birlikte koridora çıktılar. Diğeri er çıkardığı başka bir
kelepçeyi öbür mahkumla kendi bileğine taktı.
Diğer mahkum,
arkalarından “Herifte ar namus kalmamış,” diye mırıldandı.
O da biraz
sonra, diğer mahkumla, eri kompartımanda bırakıp, dışarı çıktı.
Koridorun biraz
ilerisinde bıçkın mahkumla, jandarma eri pencerelerden birini indirmiş, karşılıklı
birer sigara yakmışlardı. Yanlarına gitti.
Mahkum, konuya
biraz ara verdikten sonra yine ballandıra ballandıra anlatmaya başlamıştı.
Bereket versin yarısından
fazlası yalan olan bu hikaye trenin raylar üzerinde ilerlerken çıkardığı gürültüden
anlaşılamıyordu, ama o, aldırmadan anlatmaya devam ediyordu.
Tren uzun bir
tünele girince, koridor karardı, hiçbir şey görünmez oldu. Mahkum bıkmadan
anlatıyordu.
Tren tünelden
çıkarken, koridorun ucundaki tuvaletin kapısı açıldı, astsubay içerden çıktı.
Yüzü kızarmış,
ter içinde kalmıştı. Muhtemelen “istimna” ihtiyacını gidermişti, Rahatlamış
olduğu halinden belli oluyordu.
Kompartımana
geri döndüklerinden biraz sonra bıçkın mahkum, “Hadi trenin restoranına gidip,
bir şeyler yiyip, içelim, hesap benden,” dedi.
Erler,
tereddütle komutanlarına baktılar. O da gözüyle kaşıyla “Tamam gidin, ama
dikkatli olun”, gibilerinden bir işaret yaptı.
Anlaşılan biraz
kafasını dinlemek istiyordu.
Hep birlikte
vagon restorana gittiler. Aynı muhabbet orada da devam etti.
Niyeyse mahkumların
anlattıklarından etkilenmiş, bayağı merak etmeye başlamıştı bu kadınları.
Merakını yenmek
için döndüğünde arayıp, bulup, görmeliydi onları.
İlk kadının
çarşıdaki dükkanı, öbür kadının oturduğu ev bildiği, aşikar olduğu yerlerdeydi.
Kolayca bulabilirdi oraları.
***
Yorgun olduğu
halde izinli olduğu Cumartesi sabahı uzun uzun uyumak yerine erkenden evden
çıkıp Çarşıya indiğinde aradığı yeri bulması zor olmamıştı.
Çarşıda zaten
çok sayıda tuhafiyeci dükkanı yoktu.
Küçük bir
dükkandı. İçerisi loştu, ama yine de camın arkasından vitrini dolduran
sergilenen elbiselerin, kazakların, bluzların arasından kadını gördü.
İyi görüp,
seçemese de siluetinden içeride ilk mahkumun anlattığı gibi güzel bir kadının
olduğunu anlamıştı.
Vitrindeki
ürünleri incelemek bahanesiyle uzun uzun baktı.
Kadın bir ara
kapının önündeki mankenin üzerindeki eteği değiştirmek için dışarı çıktı.
Palavracı da
olsa mahkum haklıydı; çok güzel bir kadın vardı önünde. Ancak bu Nalan, öyle herkesin
kolayca koklayabildiği bir çiçek gibi görünmüyordu.
Kadın onu fark edip,
döndü:
“Buyurun bir de
içeriden bakın, farklı modellerimiz var. Kimin için bir şey bakmıştınız?”
“Nişanlım için,”
dedi.
Birden aklına
gelen yalandan bahaneye kendisi bile şaşırmıştı. Durakladı. Neden olmasındı,
güzel bir bahaneydi. Devam etti:
“Bir hediye
almak istiyordum.”
“Vitrindeki
modellerden beğendiğiniz bir şey oldu mu?”
“Biraz
beğendiklerim oldu, ama kararsızım. Nişanlımın hangisini beğenebileceğini
bilemiyorum.”
“Keşke beraber
gelseydiniz.”
Birlikte
dükkandan içeri girdiler.
Kadın, bir
çırpıda raflardan indirdiği örnekleri tezgahın üzerine yaydı.
Önünde, raflar
arasında bir köşeden öbür köşeye hareket eden bu güzel beden karşısında
alıklaşmıştı.
Kadın “Bu model
nasıl? Peki, bu nasıl?” diye sorularla düşüncelerinin arasına giriyordu.
Balenli
sütyeninin desteklediği göğüsleri dışarıya fırlayacakmış gibi zorluyordu
bluzunun yakalarını.
Birden aralarındaki
bütün duvarları yıkıp, parçalamak isteği duydu.
Dalmıştı.
Kadın, “Size ‘sen’ diyebilir miyim?” diye
sordu.
Birden şaşırdı, ama bu hoşuna gitti.
“Rica ederim, tabii ki.”
Kadının tavrı samimi olunca sanki bir şeyler
değişecek, kadının dünyasına kolayca girebilecekti.
Bunu şu anda o kadar çok istiyordu ki.
Kadının bluzunun
içindekileri, daracık eteğinin altındaki bacaklarını hayal etti. Düşündükleri
zihnini zorluyordu. Birinci mahkumun anlattıkları kadar vardı. "Önemli
olan iç güzelliktir, dış güzellik değil" derler ya; ama kim bilir, belki
de önemli olan düş güzelliğiydi.
Bu kadar kısa
zamanda kadının etki alanına girmesine kendi de şaşırdı. En iyisi bir önce kendisini
dükkandan dışarı atmaktı. Zira utanacağı bir davranışını engelleyemeyeceğinden
korkmaya başlamıştı.
Aniden, “Ben,”
dedi, “Daha sonra nişanlımla birlikte gelsem daha iyi olacak belki. Birlikte
seçmekte fayda var.”
Sokağa
çıktığında kendisine geldi. O duruma düşmüş olmaktan utanmıştı. “Yahu yoksa ben
de mi?” diye söylendi.
Geceyi yarı
uyur, yarı uyanık; düşünerek, daldığında da çeşitli rüyalar görerek geçirdi.
Gencecik
yüreğinde patlayan tomurcukların önüne geçemiyordu.
***
Uykusuzluğuna,
yorgunluğuna rağmen Pazar sabahı da yine erkenden kalkıp, giyindi.
Merakını bir
türlü yenemiyordu. Diğer Nalan’ı da görmeliydi.
Yarım yamalak
kahvaltı ettikten sonra annesinin “Daha yüzünü göremedik, nereye gidiyorsun?”
demesine aldırmadan kendisini sokağa attı.
İkinci mahkumun
tarif ettiği kıvrıla kıvrıla çıkılan yokuşu tırmandı. İlkokulun karşısındaki
yolun ortasında bir anıt gibi duran eski koca çınar ağacını geçti. Eskileri
yıkılıp, yeniden yapılan apartman irilerine meydan okuyan bahçeli evlerin
olduğu sokağa girdi.
İkinci çınar
ağacına geldi. Ağacın dibindeki duvarı arkasına aldı. Karşıdaki, bahçe içindeki
sarı badanalı, iki katlı eski eve baktı.
Evin bahçesinde
bir kadın iki ağacın arasına gerilmiş ipe çamaşır asıyordu. Arkası dönüktü.
Bu, o ikinci
mahkumun anlattığı Nalan olmalıydı.
Özensiz ev
giysilerinin içinde bile olsa güzel, endamlı bir vücudu olduğunu fark etti.
Ağacı siper
edip, bakmaya devam etti. Dükkandaki Nalan’ın göğüslerinden ne kadar
etkilenmişse, bu kadının iri kalçalarından da o kadar etkilenmişti.
Çarşıdaki
Nalan’la evdeki Nalan sanki başka kadınlardı; ama ikisi de çok güzellerdi.
Kadının ani bir
hareketle birden arkasına döndüğünü fark edince başını öbür tarafa çevirdi. Dönüp,
sanki oradan tesadüfen geçiyormuş gibi, asfalta indi, ağır ağır yürümeye
başladı.
Onu görmüş
müydü acaba? Kadının onun baktığını fark
etmemiş olduğunu umuyordu.
Daha henüz birkaç
adım atmıştı ki, kadının arkasından seslendiğini duydu.
“Beyefendi! Merhaba,
alacağınız şeye karar verebildiniz mi?”
Durdu, arkasına
döndü. Şaşkınlıkla, “Aaaa, siz miydiniz?” dedi.
Bu Nalan,
çarşıdaki Nalan’la aynı kadındı.
Mahkumlardan
iki farklı kadın dinlemişti halbuki.
Bereket kadın,
onu izlediğini anlamamıştı. Rahatladı.
Kadının samimi
halinden, şen şakrak konuşmasından etkilenmişti.
Merak edip
görme isteği duyduğu iki Nalan tipinde de kadınlara en çok yakışan şey vardı:
Özgüven.
Mahkumların
anlattığı şeyler aklına geldi. İlginçti. Demek ki herkesin kendi meşrebine göre
bir “Nalan”ı vardı.
08 Ocak 2018, Moskova
No comments:
Post a Comment