14 December 2019

Hangi Nalan? ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı






Hangi Nalan?




Olağan iş seyahatlerinden birinden dönüyordu.

Son zamanlarda bu tür iş seyahati dönüşlerinde üstüne hep böyle dayanılmaz bir yorgunluk çökmeye, bir an önce eve varma isteğiyle kıvranıp durmaya başlamıştı.

Halbuki bu işi ilk yapmaya başladığı zamanlarda tersine keyif alırdı bu tür yolculuklardan.

Ama ya şimdi? Gide gele yorulmuştu aynı yolları arşınlamaktan. Hep aynı yollar; dümdüz, ağaçsız, çorak ovalar; birbirine benzeyen istasyonlar… Yol boyunca gördükleri onun için cazibesini tümüyle yitirmişti. Yolcular bile neredeyse artık benzer simalardı.

Yoldan mı sıkılmaya başlamıştı, yoksa artık çalışma heyecanını, başarı umudunu yitirdiği işinden mi? Düşük bir maaş ve prim uğruna, elinde numunelerle, kataloglarla dolu çantasını sürükleyerek, şehir şehir, kapı kapı müşteri aradığı bu satış elemanlığına iş denebilirse eğer tabii… Bu da düşünmesi gereken ayrı bir konuydu.

Aslında uzun süren tren yolculuklarında kompartıman komşularıyla muhabbet çoğu zaman iyi gelir insana. Yoksa yol bitmez, insan can sıkıntısından patlar.

Uyuyarak vakit geçiremiyorsanız, okuma alışkanlığınız, ya da sizi oyalayacak başka bir ilgi alanınız yoksa başka çareniz yoktur. Kendinize bir sohbet arkadaşı bulmalısınız.

Bazen tersi olur, hiç niyetiniz yoksa bile yanınızda ya da karşınızda oturan biri laf atıp, sohbeti başlatmaya yeltenir. "Yolculuk nereye?", "Memleket neresi hemşerim?" gibi sorularla başlayan muhabbet dallandırılıp budaklandırılır.

Arkasından bazen kompartıman komşularının diğerleri de sohbete şurasından burasından girerek yol ahbaplığına dahil olurlar. Ortak tanıdıklar, mekanlar bulunur. Karşılıklı ikramlarla ahbaplık katmerlenir. Gecenin ilerleyen saatlerinde kompartıman komşularından bazıları yorulup, uykularına yenik düşüp, horul horul uyumaya başlar, ya da uyuma teşebbüsünde bulunursa kafa denginiz olan, sohbetinden hoşlandığınız yol arkadaşlarınızla diğerlerini rahatsız etmemek için koridora çıkıp, açtığınız pencereden karanlıkta geçtiğiniz ovalara sigaranızın dumanını savurarak sohbetinize devam edersiniz.

Keyfiniz gıcırsa, yanınızdaki yol arkadaşlarınız da teşne ise restoran vagonuna geçilir, bu defa içkili bir muhabbet başlar.

Ama bir de buna hiç teşne olmayan insan tipleri vardır. Kompartıman komşularına en fazlası bir “İyi yolculuklar” dedikten sonra yüzünü başka tarafa çevirir, konuşmaya hiç niyetli olmadığını ilan ederek yolculuğunu böyle tamamlar.

O da bu kez ikinci duruma tam uyan bir ruh hali içinde olduğu bir yolculuğun başındaydı.

Bir Cuma günü akşamüstü işte yine böyle iş gereği Anadolu'nun ücra şehirlerine yaptığı zorunlu yolculuklardan birinden dönüyordu. Tek tesellisi hafta sonu doya doya uyuyup, dinlenme beklentisiydi.

Trenin kalkmasına çok az kalmışken kompartımanın sürgülü kapısı açıldı, içeri birlikte seyahat edeceği diğer yolcular girdi.

Altı kişilik kompartımanda şansına çıkan yol arkadaşları, başka bir cezaevine sevk edilen iki mahkumu götüren bir çok pırpırlı bir astsubayla iki jandarma eriydi.

Duruma göre sevimsiz bir yolculuk olma olasılığı yüksekti. Pek muhabbet edilecek bir ortam olmayacaktı besbelli.

Bereket yeri camın kenarındaydı. Dışarıya bakarak ya da bakıyor gibi yaparak oyalanabilirdi.

Astsubay karşısına, oturdu. Yüzünde bezgin bir ifade vardı. Somurtkan suratından onun da pek konuşmaya niyeti olmadığı anlaşılıyordu.

Mahkumları birbirine kelepçelemişlerdi. Onun bulunduğu tarafa oturttular. Karşılarına da jandarma erleri oturdu. Tüfeklerini bacaklarının arasına sıkıştırdılar.

Tren, yavaş yavaş, hoflaya puflaya hareket etti.

Hızlanınca rayların üzerinde bildik ritmini yakaladı.

Askerlerden biri kendi kendine mırıldanıyordu:

“Hak ettik, hak ettik, hak ettik de halt ettik.”

Mırıltısının temposu tren raylarından gelen “Taka tak, taka tak, taka taka, taka tuk” sesleriyle aynıydı. Bu seslerin temposuna ayak uydurup, durmadan aynı sözleri, yanındakileri deli edercesine tekrarlıyordu:

“Hak ettik, hak ettik, hak ettik de halt ettik.”

Sonunda yanındaki arkadaşı çamurlu postalıyla onun ayağını dürtüp susturdu.

Dönüp, açıklamak zorunda hissetti kendisini.

Bütün bir ay boyunca sağa sola mahkum sevkiyatlarında görev yapmışlardı. Koğuşta kafalarını yastığa koyup uyumaya hasret kalmışlardı. Komutan, bu sefer son, bu görevi de tamamlayın hava değişimi izni vereceğim diye söz vermişti. Yani iyi bir izni hak etmişlerdi, ama canları da çıkmıştı yorgunluktan. Sevinecek halleri bile kalmamıştı.

Tren buğday tarlalarının arasından geçiyordu.

Konuşmaya hiç arzulu değildi, ama yanındaki mahkum bu tür yolculuklarda lafa girmek için sorulan en klasik soruyu sordu:

“Nerelisiniz?”

İstemeye istemeye cevap verdi, ama devamında onun da kendisi gibi Üsküdarlı olduğunu anlayınca konuşmaya devam etti.

Onunla Üsküdar’dan, hem de aynı mahalleden olduklarını anladı.

Öbürü, heyecanla atıldı, “Ben de Üsküdarlıyım,” dedi.

İşe bak, aynı tren yolculuğunda yakın mahallelerden üç kişi bir araya gelmişlerdi.

Hiç ummadığı halde, derin bir muhabbetin içinde mi bulacaktı kendisini, ne?

İki mahkum birlikte sevk edilmelerine karşın, birbirlerini daha önceden tanımıyorlardı.

Yanında oturan mahkum biraz bıçkın birine benziyordu. Üsküdar’dan tanıdığı sevgilisi dul bir kadını anlatmaya başladı.

Kadının adı Nalan’dı. Çarşıda küçük bir tuhafiye dükkanını işletiyordu.

Söylediğine göre çok güzeldi. Ancak mahkum, ondan kullandığı bir eşya gibi söz ediyordu. Anlattığı şeyleri yeniden yaşıyormuş gibi konuşuyordu.

Ballandıra ballandıra anlattıklarının önemli bir kısmının yalan olduğunu gizleyemiyordu. Buna rağmen, pek inandırıcı olmasa bile ilgi çekmesini biliyordu.

Uzun uzun maceralarını, kaçamaklarını anlattı.

Kadının uzun dalgalı saçlarını, ateşli gözlerini, dolgun dudaklarını, iri göğüslerini, kalçalarını, biçimli bacaklarını, vücudunun bütün detaylarını kadın sanki hemen gözünün önündeymişçesine kendinden geçerek, yaşıyorcasına anlattı.

Kadın güzel, ama namus yoksunu bir şırfıntıydı. Tam bir orta malıydı. Anlattıklarının ne kadarı doğruysa, enayi değildi ya, o da yeterince tadına bakmıştı.

Adama dikkatlice baktı. Yüzündeki ifade palavracı biri olduğunu hemen ele veriyordu. Çok vardı ortalıkta böyle yaşamadığı şeyleri, fantezilerini gerçekmiş gibi anlatan ruhu çürük heriflerden.

Kesinlikle inandırıcı değildi anlattıkları, ama hiç kimse de sözünü kesip, durdurmuyordu.

Öyle bir anlatış tarzı vardı ki gerçekten değer verdiği bir ilişkisi olsaydı böyle anlatmazdı.

Astsubay, hiç ilgilenmiyor gibi sabitlenmiş gözlerle dışarıya bakıyordu. Bir ara kafasını çevirip o da konuşan mahkumu uzun uzun izledi. Yüzündeki ifadeden bakışının bir kınama mı, yoksa ilgi mi içerdiği anlaşılamıyordu. Duygularını belli etmeyen garip bir bakışı vardı.

Diğer mahkum araya girdi:

“Benim de tanıdığım Nalan isimli bir kadın var, ama benim tanıdığım bunun anlattığından çok farklı. Aslında aşık olunacak kadar güzel ve evlenilecek kadar hanım hanımcık, masum, tam bir aile kadını. İyi bir anne aynı zamanda, ancak ne yazık ki talihsiz kadıncağız genç yaşında dul kalmış.”

İkinci anlatılan son derece latif, hanımefendi bir kadındı.

Konuşmalardan ikisinin de aynı isimde, ancak farklı iki kadını tanıdıklarını anlamıştı. Ortak yönleriyse güzel; ancak genç yaşta dul kalmış olmalarıydı.

Öyle ya, Üsküdar, her cins insanın yaşadığı büyük bir yerdi. Bu kocaman semtte belki de onlarca Nalan isimli kadın yaşıyordu.

Hiç niyeti yokken bir garip sohbetin içinde buluvermişti kendisini. Bu tür konuları hiç sevmediği halde, niye dinlemişti peki?

Erkekler bir araya gelince ne konuşurlar? Futbol, arabalar ve tabii ki kadınlar…
Hep aynı konular… Bazısı böyle işin ucunu kaçırır, bazıları konuya romantizmi sos olarak katmaya çalışır.

Astsubay, ilgisiz gibi davranıyordu, ama pencereden dışarıya bakarken anlatılanları dinlediği, hatta iyice tahrik olmaya başladığı anlaşılıyordu. Oturduğu yerde hafiften kıpırdanmaya başlamıştı.

Astsubay, ani bir hareketle ayağa kalkıp, kendini kompartımanın dışına attı.

Sigara içmeye veya tuvalete gitmiştir diye düşündü.

Biraz sessizlik oldu. Sonra bıçkın mahkum da sigara içmek istediğini söyledi. Erler biraz tereddüt ettikten sonra aralarından biri onun kelepçesinin bir ucunu kendi bileğine taktı, birlikte koridora çıktılar. Diğeri er çıkardığı başka bir kelepçeyi öbür mahkumla kendi bileğine taktı.

Diğer mahkum, arkalarından “Herifte ar namus kalmamış,” diye mırıldandı.

O da biraz sonra, diğer mahkumla, eri kompartımanda bırakıp, dışarı çıktı.

Koridorun biraz ilerisinde bıçkın mahkumla, jandarma eri pencerelerden birini indirmiş, karşılıklı birer sigara yakmışlardı. Yanlarına gitti.

Mahkum, konuya biraz ara verdikten sonra yine ballandıra ballandıra anlatmaya başlamıştı.

Bereket versin yarısından fazlası yalan olan bu hikaye trenin raylar üzerinde ilerlerken çıkardığı gürültüden anlaşılamıyordu, ama o, aldırmadan anlatmaya devam ediyordu.

Tren uzun bir tünele girince, koridor karardı, hiçbir şey görünmez oldu. Mahkum bıkmadan anlatıyordu.

Tren tünelden çıkarken, koridorun ucundaki tuvaletin kapısı açıldı, astsubay içerden çıktı. 

Yüzü kızarmış, ter içinde kalmıştı. Muhtemelen “istimna” ihtiyacını gidermişti, Rahatlamış olduğu halinden belli oluyordu.

Kompartımana geri döndüklerinden biraz sonra bıçkın mahkum, “Hadi trenin restoranına gidip, bir şeyler yiyip, içelim, hesap benden,” dedi.

Erler, tereddütle komutanlarına baktılar. O da gözüyle kaşıyla “Tamam gidin, ama dikkatli olun”, gibilerinden bir işaret yaptı.

Anlaşılan biraz kafasını dinlemek istiyordu.

Hep birlikte vagon restorana gittiler. Aynı muhabbet orada da devam etti.

Niyeyse mahkumların anlattıklarından etkilenmiş, bayağı merak etmeye başlamıştı bu kadınları.

Merakını yenmek için döndüğünde arayıp, bulup, görmeliydi onları.

İlk kadının çarşıdaki dükkanı, öbür kadının oturduğu ev bildiği, aşikar olduğu yerlerdeydi. Kolayca bulabilirdi oraları.


***

Yorgun olduğu halde izinli olduğu Cumartesi sabahı uzun uzun uyumak yerine erkenden evden çıkıp Çarşıya indiğinde aradığı yeri bulması zor olmamıştı.

Çarşıda zaten çok sayıda tuhafiyeci dükkanı yoktu.

Küçük bir dükkandı. İçerisi loştu, ama yine de camın arkasından vitrini dolduran sergilenen elbiselerin, kazakların, bluzların arasından kadını gördü.

İyi görüp, seçemese de siluetinden içeride ilk mahkumun anlattığı gibi güzel bir kadının olduğunu anlamıştı.

Vitrindeki ürünleri incelemek bahanesiyle uzun uzun baktı.

Kadın bir ara kapının önündeki mankenin üzerindeki eteği değiştirmek için dışarı çıktı.

Palavracı da olsa mahkum haklıydı; çok güzel bir kadın vardı önünde. Ancak bu Nalan, öyle herkesin kolayca koklayabildiği bir çiçek gibi görünmüyordu.

Kadın onu fark edip, döndü:

“Buyurun bir de içeriden bakın, farklı modellerimiz var. Kimin için bir şey bakmıştınız?”

“Nişanlım için,” dedi.

Birden aklına gelen yalandan bahaneye kendisi bile şaşırmıştı. Durakladı. Neden olmasındı, güzel bir bahaneydi. Devam etti:

“Bir hediye almak istiyordum.”

“Vitrindeki modellerden beğendiğiniz bir şey oldu mu?”

“Biraz beğendiklerim oldu, ama kararsızım. Nişanlımın hangisini beğenebileceğini bilemiyorum.”

“Keşke beraber gelseydiniz.”

Birlikte dükkandan içeri girdiler.

Kadın, bir çırpıda raflardan indirdiği örnekleri tezgahın üzerine yaydı.

Önünde, raflar arasında bir köşeden öbür köşeye hareket eden bu güzel beden karşısında alıklaşmıştı.

Kadın “Bu model nasıl? Peki, bu nasıl?” diye sorularla düşüncelerinin arasına giriyordu.

Balenli sütyeninin desteklediği göğüsleri dışarıya fırlayacakmış gibi zorluyordu bluzunun yakalarını.

Birden aralarındaki bütün duvarları yıkıp, parçalamak isteği duydu.

Dalmıştı.

Kadın, “Size ‘sen’ diyebilir miyim?” diye sordu.

Birden şaşırdı, ama bu hoşuna gitti.

“Rica ederim, tabii ki.”

Kadının tavrı samimi olunca sanki bir şeyler değişecek, kadının dünyasına kolayca girebilecekti.

Bunu şu anda o kadar çok istiyordu ki.

Kadının bluzunun içindekileri, daracık eteğinin altındaki bacaklarını hayal etti. Düşündükleri zihnini zorluyordu. Birinci mahkumun anlattıkları kadar vardı. "Önemli olan iç güzelliktir, dış güzellik değil" derler ya; ama kim bilir, belki de önemli olan düş güzelliğiydi.

Bu kadar kısa zamanda kadının etki alanına girmesine kendi de şaşırdı. En iyisi bir önce kendisini dükkandan dışarı atmaktı. Zira utanacağı bir davranışını engelleyemeyeceğinden korkmaya başlamıştı.

Aniden, “Ben,” dedi, “Daha sonra nişanlımla birlikte gelsem daha iyi olacak belki. Birlikte seçmekte fayda var.”

Sokağa çıktığında kendisine geldi. O duruma düşmüş olmaktan utanmıştı. “Yahu yoksa ben de mi?” diye söylendi.

Geceyi yarı uyur, yarı uyanık; düşünerek, daldığında da çeşitli rüyalar görerek geçirdi.

Gencecik yüreğinde patlayan tomurcukların önüne geçemiyordu.


***

Uykusuzluğuna, yorgunluğuna rağmen Pazar sabahı da yine erkenden kalkıp, giyindi.

Merakını bir türlü yenemiyordu. Diğer Nalan’ı da görmeliydi.

Yarım yamalak kahvaltı ettikten sonra annesinin “Daha yüzünü göremedik, nereye gidiyorsun?” demesine aldırmadan kendisini sokağa attı.

İkinci mahkumun tarif ettiği kıvrıla kıvrıla çıkılan yokuşu tırmandı. İlkokulun karşısındaki yolun ortasında bir anıt gibi duran eski koca çınar ağacını geçti. Eskileri yıkılıp, yeniden yapılan apartman irilerine meydan okuyan bahçeli evlerin olduğu sokağa girdi.

İkinci çınar ağacına geldi. Ağacın dibindeki duvarı arkasına aldı. Karşıdaki, bahçe içindeki sarı badanalı, iki katlı eski eve baktı.

Evin bahçesinde bir kadın iki ağacın arasına gerilmiş ipe çamaşır asıyordu. Arkası dönüktü.

Bu, o ikinci mahkumun anlattığı Nalan olmalıydı.

Özensiz ev giysilerinin içinde bile olsa güzel, endamlı bir vücudu olduğunu fark etti.

Ağacı siper edip, bakmaya devam etti. Dükkandaki Nalan’ın göğüslerinden ne kadar etkilenmişse, bu kadının iri kalçalarından da o kadar etkilenmişti.

Çarşıdaki Nalan’la evdeki Nalan sanki başka kadınlardı; ama ikisi de çok güzellerdi.

Kadının ani bir hareketle birden arkasına döndüğünü fark edince başını öbür tarafa çevirdi. Dönüp, sanki oradan tesadüfen geçiyormuş gibi, asfalta indi, ağır ağır yürümeye başladı.

Onu görmüş müydü acaba?  Kadının onun baktığını fark etmemiş olduğunu umuyordu.

Daha henüz birkaç adım atmıştı ki, kadının arkasından seslendiğini duydu.

“Beyefendi! Merhaba, alacağınız şeye karar verebildiniz mi?”

Durdu, arkasına döndü. Şaşkınlıkla, “Aaaa, siz miydiniz?” dedi.

Bu Nalan, çarşıdaki Nalan’la aynı kadındı.

Mahkumlardan iki farklı kadın dinlemişti halbuki.

Bereket kadın, onu izlediğini anlamamıştı. Rahatladı.

Kadının samimi halinden, şen şakrak konuşmasından etkilenmişti.

Merak edip görme isteği duyduğu iki Nalan tipinde de kadınlara en çok yakışan şey vardı: Özgüven.

Mahkumların anlattığı şeyler aklına geldi. İlginçti. Demek ki herkesin kendi meşrebine göre bir “Nalan”ı vardı.




08 Ocak 2018, Moskova

No comments: