22 December 2019

Garip, kısa, duygusal bir aşk hikayesi ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı



Garip, kısa, duygusal bir aşk hikayesi

Adam, lokantaya girdi, kapının önünde durakladı. Boş bir yer var mı diye bakınırken, garson kızla göz göze geldiler. Kız, hızla içerideki masalara göz attı. Öğle saatleriydi ve bütün masalar doluydu. Ona bir yer bulamamanın üzüntüsüyle, özür diler gibi yüzüne baktı. O da uzaktan “sağlık olsun” der gibilerden boynunu büktü.
Kızın ve onları izleyen kasadaki adamın gülmesinden yüzündeki ifadenin çok komik olduğunu anladı. O da merak etmişti suratını nasıl bir şekle sokup da onları güldürdüğünü. Keşke hemen oracıkta bir ayna olsaydı da baksaydı, kızı bu kadar güldürdüğünü anlayabilseydi.
Ya kızın yüzü? Ne güzel, masum bir yüzdü bu! Ya o gözler? Buğulu, yeşil gözler…
Birkaç dakika içinde bir yer boşalır, otururum umuduyla beklemeye karar verdi.
Garson kız, bir mutfağa, bir masalara tatlı bir telaş içinde koşuşturup duruyordu. Elinde tabaklarla geçerken, arada göz göze geliyorlardı; “Size de bir yer bulamadık,” mahcubiyetiyle gülümsüyordu.
Beş on dakika daha geçti. Hala yerinden kıpırdayan yoktu.
Kasadaki, büyük bir ihtimalle de lokantanın sahibi olan yaşlı adam, ayakta bekleyenlerin olduğunu gördükleri halde yemeğini yiyip, bitirip hala hesabını ödeyip kalkmayanlara ifrit olurdu. O da sabırsızlıkla bir masa boşalacak mı diye bakınıyordu.
Adam, hala kapının ağzında dikiliyordu. Başka bir lokantaya gitse daha iyiydi belki. Ancak gidemiyordu, sanki gizli bir güç onun gitmesini engelliyordu.
Garson kızın sorumlu olduğu birkaç masada oturanların bazıları yemeklerini bitirmiş, çene çalıyorlardı. Bazıları da telefonlarıyla oynuyorlardı. Ya gelen bir mesajı okuyor, ya da bir mesaj yazıyorlardı.
Kız, “Hadi artık, yediniz, içtiniz; zıkkımlandınız, daha ne oturuyorsunuz gitsenize!” der gibi masalara baktı.
Sonra yine ona bakıp, boynunu büktü. O güzel, uzun boynunu.
Sonra kızın gözleri bir masaya sabitlendi. Uzak köşelerden birinde bir masada oturan adam kalkmış paltosunu giyiyordu.
Kızın gözleri sevinçle parladı. Onu oturtabileceği bir masa vardı artık. Gözleriyle o masayı gösterip, oraya oturabilirsiniz işareti yaptı. O güzel yeşil gözleriyle.
Aslında kızın sorumlu olduğu bölümde değildi bu masa, olsun ama yine de oturabileceği bir yer boşalmıştı.
Garson kız, o bölümden sorumlu başka bir arkadaşına seslendi:
“Gülseren abla, beyefendiye yardımcı olur musun?”
Ne güzel, yumuşak bir sesti o.
Gülseren abla diye seslendiği kadın garson geldi; önce masayı temizleyip, sildi; sonra menüyü getirdi.
Aslında her şey çok yavaş oluyordu. Ama o hiç şikayetçi değildi; uzun oturmaya kendisini çoktan hazırlamıştı.
Yemekleri geldi. Acele etmeden yemeye başladı.
Lokantadaki o zamana kadar dolu olan masalar boşaldı.
Yarım saat sonra lokanta neredeyse boşalmıştı.
Garson kız, yorgunluktan mutfağa yakın masalardan birinin sandalyesine çöktü. O güzel yüzü, koşturmaktan al al olmuştu.
Yemeğini bitirmişti, işi olmasına rağmen daha fazla oturmaya razıydı; ama garip kaçacağını düşünüp hesabı ödeyip kalktı.
Kapıdan çıkarken garson kızdan tarafa dönüp, “teşekkür ve iyi günler” niyetine başını eğip, selamlayıp gülümsedi.
Kız da gülümsedi. Gözlerinin içi de gülüyordu. O güzel yeşil gözlerinin…
Biraz daha yakın, birbirlerini duyacak mesafede olsaydılar “Kusura bakmayın, sizi beklettik; ama umarım yemekleri beğenmiş, bizi affetmişsinizdir,” der miydi?
Yediklerinden hoşnuttu. Lokantadan da öyle…
Garsonların nerdeyse tamamının kadın olması ilginç gelmişti.
Eskiden böyle şeyler yoktu. Zaman geçtikçe bazı şeyler de değişiyordu. Kadınlar toplumun içinde daha çok yer alıyorlardı. Mesela işte bu, kadın garson çalıştıran lokanta…
Evet, temiz ve nezih bir yerdi. Herkes efendice yemeğini yiyip gidiyordu. Ne güzel diye düşündü. Böyle de olabiliyordu demek.

***
Ertesi günü yine aynı lokantaya gitti.
Civarda belki buna benzer onlarca lokanta vardı, ama ayakları onu bu lokantaya sürükledi. Ayakları mı, yoksa yüreği mi? O da ayrı konu…
Bu defa biraz daha geç gitti. Artık biliyordu, lokantanın dolu olduğu saatleri.
Gerçekten de lokanta bir önceki gün olduğu kadar dolu değildi. Yine boş olan önceki gün oturduğu masaya yönelip oturdu.
Evet, böyle bir alışkanlığı vardı; okuldayken de sınıfta ilk oturduğu yeri benimser, sene sonuna kadar, öğretmen değiştirmezse aynı yerde otururdu.
Ama bu defaki öyle değildi. Sanki garson kızın sorumlu olduğu yerlerden birine oturursa onu rahatsız edecekmiş gibi bir hisse kapılmıştı. Yanlış anlaşılmaktan korkuyordu.
Bu mahcubiyetinden çok çekmişti, ama onun huyu da böyleydi işte.
Kız, uzaktan onu görünce tanıdı, gülümseyerek selamladı. Dudaklarını, o güzel dudaklarını büzüp; gözleriyle, o güzel, buğulu, yeşil gözleriyle “Niye bu tarafta bir yere oturmadınız?” der gibi sitemle baktı.
Yanında bu defa gazete getirmişti. Okuyacağından falan değil, garson kıza bakarken bakışlarının yakalanmasından korktuğu için.
Yemeğini bekler, gazetenin her sayfasını çevirirken kaçamak bakışlarla kızı izliyordu. Onun o elinde tabaklarla, telaşlı koşuşturması hoşuna gidiyordu.
Diğer garson kadın, Gülseren abla da, hoş bir kadındı. Kibar ve mesafeli garson tavırlarıyla hizmet ediyordu. Onunla da aşina olmuşlardı. Ve hatta siparişi alırken, yemekleri getirirken, hesabı öderken bir iki laf konuşup, kısa sohbetler ediyorlardı.
Onunla konuşurken bile gözlerinin kenarıyla diğer garson kızı kaçamak bakışlarla izliyordu.
***
Hep farklı lokantalara gitme, farklı lezzetler arama merakına rağmen, ertesi gün ve daha sonraki günlerde de hep aynı lokantaya gitti.
Kaç gün olmuş, garson kızın daha ismini bile öğrenememişti. Bildiği sadece artık rüyalarına bile giren güzel yeşil gözleriydi.
Belki de aşk böyle bir şeydi işte. En son yaşadığın aşkın üstünden seneler geçmiş olmasına rağmen bu duygu, çoktandır görmediğin, çok özlediğin eski bir arkadaşın gibi; işte, sokakta, yolda, çarşıda, bir yerlerde aniden insanın karşısına çıkabiliyordu.
Rastlaştığın eski arkadaşına sarılıyorsun, mutluluktan deli gibi oluyorsun; hal hatır sorup ayaküstü muhabbet ediyorsun; sonra daha sık görüşebilmek dileğiyle ayrılıyorsun. Herkes kendi hayatına geri dönüyor. Kim bilir bir daha ne zaman görebileceksin eski arkadaşını? Belki de bir daha hiç… Belki de yine hiç ummadığın bir zamanda karşılaşacaksın, yeniden mutlu olacaksın.
Sonra… İş, güç, gözü kör olasıca hayat mücadelesi!
Kısa süreli görevi bitince dönmüştü.
Halbuki günlerce, her öğle yemeğinde gittiği lokantadakiler alışmışlardı ona.
Bir daha da yolu o lokantaya hiç düşmedi.
Çok vefasız olduğu hissine kapılarak, keşke son kez gittiğimde bir “allahaısmarladık” diyebilseydim diye düşündü.

***
O ismini bile öğrenemediği garson kızın adı Zeliha’ydı. İstanbul’un maddi cazibesine kapılıp gelen taşralı yoksul ailelerden birinin kızıydı.
Ekmek parası işte… Konfeksiyonda çalışmış, ustabaşı askıntı olmuş; yüz vermeyince atılmış, işsiz kalmıştı. Temizlikçilik yapmıştı, ev sahibesinin erkek kardeşi yalnız kaldıkları bir zamanda tecavüze yeltenmişti; elinden kurtulup, zor kaçmıştı.
Şimdi de bu lokantada çalışıyordu.
Bir akşam can yoldaşı bildiği bir arkadaşına dertlenip, şöyle anlatmıştı:
“Tuhaf bir adamdı. Bir gün sıradan bir müşteri gibi girdi lokantaya. Sonra her gün geldi, ama hiç oturup uzun uzun konuşmak fırsatımız olmadı. Hatta benim servis verdiğim masalardan birine de hiç oturmadı. Denk düşmedi belki. Sıradan bir müşteriydi, ama sanki aramızda özlem duyduğumuz bir şey vardı. Veya ben öyle zannettim.
Bir gün gelmedi, merak ettim. Belki bir başka lokantaya gitmiştir, diye düşündüm. Bizim yemekleri mi beğenmemişti acaba?
Bir sonraki gün yine gelmedi. Yoksa hasta mı olmuştu?
O günden sonra hiç gelmedi.
Hiç konuşmamıştık, ama iyi bir adam olduğunu anlamıştım.”

30 Ocak 2018

No comments: