Camın kenarında oturan yalnız kadın
Upuzun bir bayram…
Hafta sonu ile de birleştirilince uzunca bir tatil çıkmıştı ortaya.
Gezip tozmak, dinlenmek için aslında az bulunur bir fırsat değil mi? Aman ne güzel diyeceksiniz, ama benim için öyle değil işte.
Gezip tozmak, dinlenmek için aslında az bulunur bir fırsat değil mi? Aman ne güzel diyeceksiniz, ama benim için öyle değil işte.
“Yoksa sen de bana her gün
bayram diyenlerden misin?” diye soracaksınız belki. O da değil.
Bayram!.. Kimin bayramı, neyin
bayramı, bir de ona bakmak lazım.
Böyle zamanlarda önceden plan
yapamamışsan, yalnızsan, herkes bir yerlere gitmişse, hava dışarı gezip tozamayacak
kadar soğuksa, sinemalarda iyi film yoksa bayram, sana zehir zıkkım olur.
Oturup kitap okusam bari
diyebilecek kadar bile keyfim yoktu.
Ahmet’i arasam, karısıyla
alışverişe çıkmıştır; Mehmet’i arasam kayınvalidesine yemeğe davetlidirler.
Yapılabilecek en son şeyi yaptım,
plansız programsız kendimi sokağa attım.
Bu sene havalar biraz tuhaftı.
Hani “mevsim normallerinin üstünde” derler ya, öyle günler yaşamıştık. Ama işte
şimdi gerçek hayat başlamış, “mevsim normalleri”ne dönülmüştü.
Biraz yürüdüm. Ancak daha
fazla yürüme isteğimi sonlandıracak, içime işleyen sert bir rüzgar vardı.
Otobüs durağı yakınlardaydı,
gelen ilk otobüse, nereye gittiğine bile bakmadan bindim.
Bilirsiniz bayramlarda bazen
belediyeler otobüslerini ücretsiz yaparlar. Otobüs tıklım tıklım doluydu. Bir
yerlerden bir yerlere, çoğunlukla akraba ziyaretine giden çoluk çocuklu insan
kalabalığı... Zırıl zırıl ağlayan mutsuz çocuklar…
Oturacak yer bulamamıştım.
İçeride dışarıya tezat bunaltan, sıcak, her türlü insan kokusunun birbirine karıştığı
boğucu, pis bir hava vardı.
Otobüs yolculuğuna ancak üç
durak dayanabildim. İndim.
Dışarıda hava yine serin ve
rüzgarlıydı.
Dışarı çıktığıma pişman
olmuştum. Eve dönsem?
Eve de dönmek istemiyordum.
Birden yolun kenarında bir kafeyi
fark ettim. İçeri girmeye karar verdim. Muhtemelen içerisi sıcaktı, en azından
bir fincan çay içer çıkardım. Bu arada ne yapacağıma daha sıcak bir ortamda
karar verirdim.
İçerisi gerçekten sıcaktı,
birden güzel bir ortama girmiş olmanın mutluluğunu hissettim.
Etrafı, herkesi görebileceğim,
gerilerde uygun boş bir masa seçtim. Sıcak çayım da gelince keyfim biraz yerine
geldi.
Kendime gelince etrafa bakmaya
başladım. İçerisi dolu sayılırdı, ancak sessizdi. Herkes dışarıdaki ayazdan
kaçıp, kendisini içeri atmıştı sanki. Konuşanlar etrafı rahatsız etmemek için
alçak sesle konuşuyorlardı.
Cama yakın masalardan birinde
bir genç kadın oturuyordu. Yalnızdı…
Camın yanında oturuyor
olmasına rağmen dışarıya bakmıyordu. Etrafına da… Gözü masada, düşünceli… Elinde
bir cep telefonu vardı. Telefonu bazen masaya
koyuyordu. Gözü telefonda; sanki birisinin aramasını, ya da bir mesaj bekliyordu.
Belki de birazdan kapı açılacak beklediği biri gelecek, kocası, sevgilisi,
arkadaşı veya annesi…Her kimse?..
Arada yine telefonu avucunun
içine alıp döndürüyor, sonra yeniden masanın üzerine bırakıyordu.
Kadının bakışlarımı
yakalanmasından da ürkerek gizliden, daha dikkatlice izlemeye başladım.
Merakım artmaya başlamıştı.
Kendime bir eğlence yaratmıştım.
Güzel bir kadındı…
Hüzünlü, duru güzellikler beni
hep çeker. Bilmem, belki herkes için cezbedicidir.
Birden kadının başkalarının da
dikkatini çektiğini fark ettim.
Yalnız, hüzünlü, belki
sorunlarını paylaşıp, dertleşeceği birilerine ihtiyacı olan, güzel, genç bir
kadın...
Belki evinde hasta bir yakını
vardı, belki kocasından veya sevgilisinden ayrılmıştı, ya da işiyle ilgili
sorunları vardı; ancak özet olarak mutsuz görünüyordu.
Cesaretim olsa gidip, masasına
otururdum. Ama ya terslerse? Ya o sırada beklediği birisi gelirse, mesela
kocası veya sevgilisi?
Adam bana ana avrat küfür
edecek olsa itiraz edemezdim.
En iyisi rahatsız etmeden
uzaktan izlemekti. Böylesi belki daha gizemli ve hoştu.
Birden arkalardan gelen orta yaşlıca
bir adamın masaların arasından süzülüp kadının yanındaki boş sandalyeye
oturduğunu fark ettim.
Kadının beklediği kişi o
olabilir miydi?
Hayır, olamazdı; zira bu adamı
arka masalardan birinde başkalarıyla otururken görmüştüm. Olsaydı daha önce
gelir yanına otururdu. Peki, tanıdığı birisi miydi? O da değildi galiba; öyle
eskiden tanışıyormuş havaları yoktu.
Adam kendini tanıtır gibi
elini uzattı, tokalaştılar.
Adam konuşuyor; duyamıyorum,
ama sanırım bir şeyler soruyordu. Kadın konuşmuyor, hala önüne bakıp, elindeki
telefonu çevirip duruyordu. Adam teselli edercesine elini kadının omuzuna
koydu. Kadın tepki göstermedi. Sonra o da elini koluyla işaretler yaparak bir
şeyler anlattı.
Peki, ama bu adam niye kadının
masasına oturmuştu? Adam, muhtemelen kadının yalnızlığından, mutsuzluğundan yararlanmak
niyetinde olan, zayıf halini fırsat bilip onu ağına düşürmek isteyen kart bir
zampara olabilirdi.
Bir ara ayağa fırlayıp
yanlarına gidip adama haddini bildirmek geldi içimden. Böylelerine birilerinin
dersini vermesi gerekiyordu.
Ama durumu bilmiyordum. Ya
öyle değilse? İşin içinde rezil olmak da vardı.
Aman sen de, işin mi yok diye
düşünüp, vazgeçtim.
Adam daha sonra kadının
yanından kalkıp, arka masalardaki yerine döndü. Biraz da orada oturduktan sonra
arkadaşlarıyla birlikte kalkıp, paltolarını giyip dışarı çıktılar.
Kadın ise masasında hala
elindeki cep telefonunu çevirerek oturuyordu.
O ara masasına yine meraklı
bir başka adam oturmuştu.
Artık benim de kalkma zamanım
gelmişti. Dışarıda hava hemencecik kararmıştı.
Şeb-i Yelda gününe, yani yılın
en uzun gecesine kavuşuyorduk; artık İstanbul’a kış geliyordu…
Gecikmek, eve zahmetli gidiş
demekti. Dışarı çıktım. Evde yalnız geçecek bir gece daha beni bekliyordu.
İki adım önümde kadının
masasına ilk oturan adam arkadaşlarıyla birlikte yürüyordu.
Arkadaşları ona gülüp, dalga
geçiyorlardı:
“Birader bize inanmadın ki… Hep
aynı numara… Önce birilerinin merakını celp edip, masasına oturanlara anlatmaya
başlıyor. Yok, efendim, nişanlısı uzak yol gemilerinde çalışıyormuş da pahalı
markaların parfümlerini getirmiş de, çok ucuza satıyormuş, almak ister
miymişiz, falan…”
Öbürü lafa karıştı:
“Güzel pazarlama taktiği. Ne var
bunda? Kadının kafe sahibinin bir yakını olduğunu söylüyorlar tanıyanlar. Orayı
mekan seçmiş.”
Otobüse binmek için durağın
olduğu karşı kaldırıma geçtim. Hava iyice kararmış ve soğumuştu.
Yürürken dilimde dizeler:
"Şeb-i yeldayı müneccimle
muvakkit ne bilir
mubtela-yı gama sor kim geceler kaç saat.."
Öyle ya en uzun gecenin hangisi olduğunu ne müneccim, ne de takvim yapanlar bilir. Gecelerin kaç saat olduğunu gam tutkunlarına sormak gerekir.
mubtela-yı gama sor kim geceler kaç saat.."
Öyle ya en uzun gecenin hangisi olduğunu ne müneccim, ne de takvim yapanlar bilir. Gecelerin kaç saat olduğunu gam tutkunlarına sormak gerekir.
21
Aralık 2014, Moskova
No comments:
Post a Comment