Eniştemle Aşk Yaşıyoruz
Balkona çıktı. Korkuluklara iki
eliyle sıkıca tutunup, bahçeyi daha iyi görebilmek için biraz aşağıya doğru
sarktı.
Bu yaz begonviller erken
açmıştı, bahçe şimdiden mora kesmişti. Çiçekler, yerini sevmiş, benimsemiş,
evine sarılmışlardı. Açmış da açmış,
coşmuşlardı. Eve güzellik katmakla kalmamış, sokağa da bir katkımız olsun diye
taşmışlardı. Diğer evlerde de durum farklı değildi.
Yani kısacası ada çiçek
açmıştı. Şimdilerde Ada’nın rengi, begonvillerin farklı tonlardaki rengiydi.
Bazı yerlerin hissedilen
ruhları vardır. Herkesin bir caddesi, sokağı, kapısı, adası ve bir Amerika’sı
vardır.
Ada’yı özlemişti.
Begonvilleri, mimozaları, faytonla gezmeyi, papatyalardan yapılan taçları renk
renk takmayı, ada dondurmasını, bisikletle dolaşmayı; her şeyi, ama her şeyi…
Onun da bir Amerika’sı vardı.
Hikayesi bir başka…
Yıllarca yaşadığı, ancak
aslında kariyer yapmak, daha iyi yaşamak veya keyfini çıkarmak için gidilen bir
ülke değildi; bir kaçma, unutma, sığınma yeriydi onun Amerika’sı.
Bu sabah dönmüştü İstanbul’a. Uçakla
okyanusu kıtaları aşıp, havaalanından taksiyle, vapurla, faytonla yapılan bir
uzun yolculuğun sonunda yorgun gelmişti.
Gelmesinin üzerinden daha iki
saat bile geçmeden ablası apar topar evden çıkıp gitmişti.
Telefon çalmıştı.
Bebekliğinden beri görmediği yeğeninden… Annesine dert yanmıştı; yeni doğan çocuğu aniden ateşlenmiş, telaştan
ne yapacağını şaşırmış, ele ayağı birbirine dolaşmıştı.
Ablasının anlatmasına gerek
olmadan anlamıştı her şeyi.
Telefonu kapatır kapatmaz
ablası, telaşla kısa kısa anlatırken, elbisesini değiştirmiş, mantosunu,
ayakkabılarını giymişti.
Bakıcı kadın, memleketten
akrabaları geldiği için izin almış, o gün gelmemişti. Kıpırdamadan, konuşmadan
içeride yatan hasta eniştesine bakacak kimse yoktu.
Ablası, “Şu bakıcı kadın da
izin alacak günü buldu,” diye söylenirken, alelacele eniştesinin ilaçlarının,
mamasının, ağızdan beslediği biberonunun, pipetinin dolaptaki yerini gösterdi.
Sabah ilaçlarını vermişti. Suyu kenardaki şişenin içindeydi. Altındaki pedi
yeni değiştirmişti; bir süre idare ederdi.
Aceleyle kapıdan çıkarken “Ah
canım, sen de yeni geldin, ama acele gitmem lazım, çok önemli,” demişti.
Çok önemli! Bu da ablasının
bitmeyen tükenmeyen çok önemlilerinden biriydi.
Onun bu emrivakisine de içerlemişti,
ama kuşkusuz önemliydi. Torunu, canı ciğeri bir tanesi aniden ateşlenmişti. Özen
göstermek gerekiyordu. Zira yaşama sırası şimdi ondaydı.
Vapura yetişmek için merdivenlerden
paldır küldür inerken ablası, arkasını dönüp “Enişten sana emanet,” demişti.
***
Çocukluğunun, gençliğinin
geçtiği Ada’sına daha “merhaba” diyemeden eniştesiyle baş başa kalmışlardı.
Başucuna gitti; uzun uzun
baktı yüzüne.
Zamanın en fiyakalı
delikanlılarından, muhtemelen bütün Ada kızlarının aşık olduğu eniştesi uyuyordu.
Bir ara gözlerini açtı.
Bakışlarında hiçbir anlam yoktu.
“Ekrem abi, günaydın! Bak, ben
geldim,” dedi.
Duymuş muydu, duyduysa da
anlamış mıydı? Hiçbir tepki yoktu bakışlarında.
O boylu poslu, bakışları ateş
saçan adamdan eser kalmamıştı.
Gözlerini yeniden kapattı,
uyumaya devam etti.
Yine balkona çıktı. Belki
anılarını da görür diye aşağılara doğru baktı.
***
Onun en yakın arkadaşına bile
açmadığı sırrıydı: Komşularının oğlu Ekrem Abiye delicesine aşık olmuştu.
Adada yapılan bütün yüzme
yarışmalarının şampiyonu, voleybolcu, atlet, Galatasaray Lisesi’nin bu parlak
öğrencisine sevdalanmıştı.
Hafta sonları onun için bayram
günleriydi. Ekrem Abinin yatılı okuduğu okuldan Ada’ya geldiği vapurun yolunu
iskelede sabahtan beklemeye başlardı.
Sonra bir gün ablası, şen
şakrak bir halde “Biz Ekrem’le çıkıyoruz,” dedi.
Bu “çıkmak” sözü o zamanlarda
sevgili olmak, flört etmek anlamına geliyordu; hala öyle mi deniyordu,
bilmiyordu.
Şimdi anlamıştı ablasının
takıp, takıştırıp benim bir işim var diye vapura atlayıp, ikide bir karşıya
geçmesinin sırrını.
Allak bullak olmuştu. Günlerce
kendine gelememişti.
Ablası, Ekrem abiyle
çıkıyordu; onun da aklı çıktı, ama yapabileceği tek şey bu olayı unutmak
olacaktı.
Bu aşkının tek tanığı,
önceleri kilitli çekmecesinde sakladığı, gizli gizli yazdığı, sonra birilerinin
bulup okumasından korktuğu için banyo termosifonunun sobasında yaktığı hatıra
defteriydi.
Zaten bu “çıkmak” olayıyla
başlayan süreç, eniştesinin Mülkiye’yi bitirip, Dışişleri’nde çalışmaya
başlamasından sonra, evlenip, çoluk çocuğa karışmakla sonuçlanmıştı.
Bu şekilde yaşamayı sürdürmek
azap vericiydi.
Kaçmıştı. Evden, Ada’dan, her şeyden…
Liseden sonra AFS öğrenci
değişim programıyla bir seneliğine Amerika’ya gitmişti. Yanında misafir kaldığı
aile ile birbirlerini çok sevmişlerdi. John amca, Liza teyze ve kızları, yaşıtı
Mary… Onların telkiniyle üniversiteyi de Amerika’da okumaya karar verdi. Annesi,
babası olmaz demişlerdi; ama o, kararını çoktan vermişti. Sonra mastır,
arkasından doktora, aynı üniversitede öğretim üyeliği falan derken lafı
dinlenir, yazdığı okunur bir sosyolog olmuştu.
Özeti: Uzun bir Amerika
macerası…
Türkiye, İstanbul ve Ada ise
iki senede bir anne, baba ziyaretinden ibaret olmuştu.
Eniştesinin tayini bir ara
Paris’e çıkmıştı. O da bir yıllığına misafir öğretim üyesi olarak oralardaydı.
Arada görüşmüşlerdi. Ablasıyla birbirlerini çokça görme imkanları olmuştu.
Ancak her görüşmeleri dayanılması zor anlardı.
Sonrasında her seferinde “Eniştenin
de sana selamı var,” la biten uzaktan hal hatır sorma telefonları.
Hepsi o kadar.
***
Düşüncelere dalınca, anıları
onu kapıp eskilere götürmüştü. Hüzünlenmiş miydi? Sorulsa daha da fazlası diye
cevap verecekti.
Bu ortama günde sadece bir iki
kere tellendirdiği sigara eşlik etmeliydi.
Yaktığı sigarayı dudaklarının
arasına sıkıştırıp, gözlerini dik yokuşun sonundaki, aşağıdaki iskeleye doğru
dikti.
Bir ara arkasını dönüp odaya
baktı. Eniştesiyle göz göze geldiler. Telaşla sigarasını söndürüp, attı.
Hala o korkudan
kurtulamamıştı.
Bir gün, henüz daha küçük bir lise
öğrencisiyken vapurla Ada’ya dönerken arka güvertede kaçamak sigara içerken
eniştesine yakalanmıştı. Ekrem Abisi kızgın tavırlarla yanına gelip,
dudaklarının arasından sigarayı alıp, denize fırlatmıştı.
Günlerce sigara içtiğini acaba
annesine, babasına söyler mi diye korku yaşamıştı.
Balkon kapısını kapatmadan
içeri girdi.
Güneş ışıkları odayı
aydınlatmıştı.
Eniştesi köşedeki yatağında
yatıyordu. Uyanmış, gözlerini sanki tavandaki lekelerde resmedilen gizli
hikayeleri anlamak için yukarı dikmişti.
Duvarda eski resimler, bir
camlı dolabın içinde eniştesinin kupaları, madalyaları vardı.
İlk aşkı. Komşunun yakışıklı,
kolejli, sporcu oğlu… Her stilde yüzme birincisi. Şampiyonlukların müdavimi.
Sanki duyarmış, anlarmış gibi,
“Eniştecik, sen bu hallere gelecek adam mıydın? Ne büyük haksızlık!” dedi.
Dolaptan bu durumdaki
hastalara verilen mucize mamalardan birini buldu.
Yatağın kenarında kendisine
bir yer açıp oturdu. Yavaş yavaş yedirmeye başladı. Pipetle suyunu içirdi.
“Ah eniştecik, seni ne kadar sevmiş olduğumu
hiç bilemedin değil mi?”
Eniştesinin bakan, ama anlayıp
anlamadığı belli olmayan bakışlarına aldırmadan devam etti.
Altından gelen hafiften kötü
bir kokuyu fark etti.
Hasta bezlerinin, pedlerin
istiflendiği dolabı buldu.
Eniştesini çekiştirdi. O
koskoca adam iyice ufalmıştı, ama hala ağırdı.
“Ah be Ekrem abi, kıçını biraz
kımıldatabilsen bu işi daha kolay becereceğiz.”
Zor bela da olsa pedi
değiştirdi.
Sevindi. Elinden geliyordu demek
ki böyle şeyler.
***
Telefon çaldı.
Ablasıydı.
“Ah, kusura bakma hayatım.
Seni daha gelir gelmez bırakıp çıktım. Çocuk çok hastalanmış. Sen ne
yapıyorsun? Bir terslik yok değil mi?” diye sordu.
“Yok ablacım, bir terslik yok.
Merak etme. İyiyiz. Eniştemle aşk yaşıyoruz.”
Moskova,
20 Ağustos 2017
No comments:
Post a Comment