Ağaç korkutma
Hasan, kahvede Hidayetin
başına dikilip:
“Hadi şu kağıt oyununa bir ara
ver de bana yardım et,” dedi.
“Tamam akideş, nedir derdin?”
“Hani sen anlatmıştın ya, Anadolu'nun
‘ağaç korkutma’ diye çok eski bir geleneği vamış.”
“Yahu, ben onu laf olsun diye
anlatmıştım. Bildiğimden, anladığımdan değil.”
“Olsun, belki gerçekten bir
faydası vardır.”
Ortaokuldayken Hidayet’in Türkçe
öğretmeni anlatmıştı, hem de o zamanki ağzı kullanarak. 12. asırda yazılmış bir eserde varmış meğer bu şey. Artık ne kadar aklında kaldıysa Hasan’a anlatmıştı:
“…iki kimesne agacun altına
varup, birinün elinde balta ve sayir keskün alet olup, yoldaşına, meyve vermez
ben bu agacı keserim, deyü hitap edüp, ol kimesne, ben kefil olayım, eger bu
yıl vermezse gelecek yıl kes, diyü şefaaat etse bi-kudretillah hadden ziyade
meyve verür.”
Kahveden çıkıp, evden iki
balta aldılar. Hasan’ın dertli olduğu elma ağacının dibine vardılar.
“Bi yokla bakem baltalar
keskin mi?”
“Uff, keskin ki ne keskin.
Parmağını ihtiyatlı dokundur keser.”
Sanki ağaç duyar da, anlarmış
gibi, bağıra bağıra konuşuyordu. Hani “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla”
der gibi yani.
“Ben, kesecem bu lüzumsuz
ağacı. Meyve verdiği yok. Gölgesinden bile hayır yok.”
“Dur akideş, celallenme
hemen, bu sene vermediyse de seneye meyvesi bol olur bakarsın.”
“Yok, yok akideş, benim umudum
kalmadı gari. Bari kesem de odunundan faydalanırım.”
“Dur bi yahu, benim bahçede de
vardı böyle bir ağaç. Biraz bakım yaptım. Şimdi çok iyi bir verimi var. Seneye
de senin ağaç meyve vermezse o zaman kesersin.”
“Peki, akideş, eğer öyle
diyosan senin söylediğin gibi ossun. Hem zate şimdi yorgunum, kesecek halim de yok.”
Baltalar ellerinde tarladan
çıkıp, arabaya bindiler.
Kontak anahtarını çevirirken:
“Bak görürsün, ağaç çok
korkmuştur. Seneye çok meyve verecek,” dedi.
No comments:
Post a Comment