Hipokrat yemini
Koridorun ucundaki odasının
önünde banka oturmuş bekleyen adamı fark etti.
İster istemez keyfi kaçmıştı. Halbuki
biraz önce hastanenin güzel hemşirelerinden biriyle şakalaşıp, gülüşmüşlerdi.
Neyse, eski günler, yeni
günler, derken hayat devam ediyordu.
Adam, elinde bir buket çiçek,
koltuğunun altında içinde muhtemelen çikolata, baklava ya da lokum olan bir
kutuyla oturuyordu. Ameliyat sonrasında iyileşen bir hastanın doktoruna yaptığı
teşekkür ziyaretinde verilecek bir minnet ifadesi.
Gören kendi halinde bir
ihtiyarcık derdi. Tonton bir hacı amca….
Daha ilk muayeneye geldiği
zaman tanımıştı herifi. Sakal bırakmıştı, haliyle yaşlanmıştı, ama buna rağmen
hatırlamıştı.
Hele o, hırlayan vahşi bir
hayvan gibi, genizden gelen tipik sesini nerede olsa ayırt edebilirdi.
Çok, ama çok uzun seneler
geçmişti, ancak unutması mümkün değildi.
Nasıl unutabilirdi ki!
Acaba o da tanımış mıydı
kendisini?
***
Daha yeni, Tıp Fakültesinde
6. sınıfta “intern” doktor olduğu seneydi. Yüzmüş yüzmüş kuyruğuna
gelmişti. Bitirince ihtisasını da yapıp iyi bir uzman doktor olmaktı bütün
hayali.
Karısıyla öğrenciliklerini
bitirmeyi bile beklemeden evlenmişlerdi. Bununla da kalmayıp bir çocuk
yapmışlardı. Ancak toy gençlik yıllarında yapılabilecek türden bir çılgınlıktı
bu. Ama aşk işte, olur böyle şeyler diyeceksiniz. Ailelerinin desteği olmasa okullarına
devam etmeleri, yaşamlarını sürdürebilmeleri mümkün değildi.
Hani fare, geçemeyeceği
delikten kuyruğuna kabak bağlayıp geçmeye çalışırmış ya, öyle bir durum vardı.
Bir de çevresindeki bütün
onurlu arkadaşları gibi kendisinin de asla ilgisiz kalamayacağı memleket
halleri…
Eylemler, direniş. Ve baskı… Zor
ve karışık günlerdi.
Sıcak bir yaz günüydü. Oturdukları
eve yeni taşınmışlardı. Üç yaşındaki oğullarını da koyunlarına almış uyuyorlardı.
Gece geç saatlerde, sabaha
karşı kapıları çalınmıştı.
Israrlı bir kapı çalışıydı bu.
Derin uykusunun arasında bile duymaması olanaksızdı. İrkilerek uyanıp, kalktı.
Bu saatte hayırlı bir iş
olması çok düşük bir ihtimaldi.
Devletin eski başbakanı
Süleyman Demirel’in bile "Sabahın erken saatlerinde kapınız çalındığında,
kapıyı çalanın sütçü olduğundan eminseniz, demokratik bir ülkede yaşıyorsunuz
demektir” dediği, ama bundan çok uzak, karanlık günlerin yaşandığı kötü bir
dönemden geçiyordu ülke.
Milliyetçi Cephe
hükümetlerinin bile mumla arandığı bu kötü günlerde gözaltılar, tutuklamalar
furyası devam ediyordu.
Kimdi kapıyı çalan. Bu saatte
kim kimin kapısına dayanırdı?
Göz deliğinden baktı. Kapıda
birkaç sivil giyimli kişi vardı.
Açmasa ne olurdu? Kırar
girerlerdi. Daha kötü olurdu.
Uykulu gözlerle kapıyı açtı.
Polis olduklarını söylediler.
Söylemelerine gerek yoktu, heriflerin üstünden akıyordu ne oldukları.
“Burada sizden daha önce oturanlarla
ilgili bir fuhuş vakası ihbarını aldık, bilginiz var mı?” diye sordular.
Mümkün olmadığını, kendilerinden
önce bu evde mazbut bir ailenin oturduğunu söyledi.
Kibar ve nazik konuşuyorlardı.
Acaba diye düşündü bir an.
İçeride küçük oğullarıyla
birlikte uyuyan karısı da uyanıp kapıya gelmişti.
“Bilgi için bizimle karakola
kadar gelebilir misiniz?” dediler.
Olacakları sezinlemişti, ancak
yapacak bir şey yoktu.
Aceleyle giyinip çıktı.
Aşağıda, apartman
sahanlığından daha dışarı çıkmadan birlikte indiği polislerden biri, “Ne
suratıma bakıyorsun lan!” diye bağırarak daha sonra olacakların müjdesini
vermişti.
İşte bu, o adamdı.
Öyle ya, işkencecini
tanımaman, onun çalışma rahatlığını elinden almaman gerekiyordu. Maazallah,
ileride eline fırsat geçip hesap falan sorardın.
Macera başlıyordu.
Ama hangi macera olduğunu
bilmiyordu. Bir beyaz renkli Reno’ya bindirildi. Başını arka koltuğa yatırarak,
kafasını bir kazakla örttüler. Etrafını görmüyordu; ama şehri iyi biliyordu, mesafenin
uzunluğundan, kavşaklardan, kasislerdeki sarsılmalardan nerelere geldiğini
tahmin etmesi zor değildi. Bunlar olmasa bile gidilecek yer malumdu: Emniyet
Müdürlüğü’nün arkasındaki işkence merkezi.
Onu bir hücreye koydular.
İçerisi karanlıktı.
Seslerden ve hücrenin çelik kapısının
ince bir çizgi kadar olan aralığından gözünü uydurup koridora bakarak olan
biteni anlamaya çalışıyordu.
Niçin getirildiği konusunda
bir fikir edinmeye çalışıyordu, ama bu mümkün görünmüyordu. Ancak öğrenmesinin çok
zaman almayacağını tahmin ediyordu.
İkiye üç metrelik
hücresindeydi.
Sanki yeni bir mektepteydi.
Ya bu sınavı geçemezse, ya
onurunu yitirirse?
Korkuyordu, insanca bir duyguyla.
Aslında bu, o değildi. Korkuyu kendisine yakıştıramıyordu.
İçeride sanki başka birisi
daha vardı, kendisini yüreklendiren.
“Korkman normaldir. Bu utanılacak
bir şey değil, insanca bir hal; ancak başaracaksın,” dedi öbürü, yürekli
eylemci tavrıyla.
Sonra şangırtıyla demir kapı
açıldı. Hücresinden aldılar, götürdüler onu.
Gözlerini siyah bir bantla
kapatmışlardı işkence odasına alırlarken.
Sürükleyerek göremediği
yerlerden geçirdiler.
Sırtına inen yumrukların,
bacaklarına yediği tekmelerin haddi hesabı yoktu.
Gözündeki bandın arasından sızan
ışıktan içeride bir lambanın yandığını anladığı bir odaya aldılar.
Kafasına sert bir yumruk yedi.
Etrafını göremiyordu. Yeni bir
yumruk daha yiyeceğini zannederek kendisini savunmak için geriye çekti. Bu defa
ters taraftan bir başkası karnına bir yumruk attı.
Bir daha öbür taraftan, bir
daha bu taraftan… Sayısını bilemediği kadar yumruk ve tokat yedi.
Hırıltılı sesi olan biri:
“İndir ulan pantolonunu,” diye
bağırdı.
İndirdi.
“Donunu da indir lan, o.
çocuğu!”
Uymaktan başka çaresi yoktu. Direnebilir,
bayılıncaya kadar dayak yiyebilirdi. Ama direnmenin yersiz olduğunu düşünüp
yapmadı.
Tanımadığı bu heriflerin
karşısında anadan üryan kalmıştı. Ne kadar utanç verici bir durumdu.
Bir banka sırtüstü yatırıp, kollarını,
bacaklarını sıkıca bağladılar.
Gözündeki bandın aralığından
hırıltılı bir sesle, genzinden konuşan adamı gördü. Apartmandan çıkmadan önce
kendisine bağıran herifti.
Tuhaf bir ayrıntı: Adamın gömleğinin
üst düğmeleri açıktı. Kıllı göğsünün önünde boynundaki altın zincir kolye sallanıyordu.
İşkence ve sorgulama faslı
başladı. Çok eskiye dayalı ilişkiler ve önceden tanıdığı bazı arkadaşlarının bilgisi
dışında süren beraberlikleri, eylemleri üzerine bir sorgulama yürütülüyordu.
İşkencecilerine aradan çok
zaman geçtiğini, pek çok şeyi hatırlamadığını söyledi.
İşkence hız kesmeden
sürüyordu.
Bir elektrik kablosunu
bağladılar cinsel organına.
“Ulan bununla mı düzdün
karını? Allah bilir o çocuk senden değildir.”
Etrafındakiler için bu bir
eğlence idi adeta.
Gülüşüyorlardı.
“Puştun aleti nasıl da
büzüştü. Kes at oğlum sen bunu. Zaten bir işine yaramıyordur.”
Heriflerin söylediklerini
duyuyordu, iğrençtiler; ama cevap verecek gücü yoktu.
Zaman geçmiyordu. Sorular,
sorular… İsnatlar… İddialar…
Bitap düşmüştü. Ancak her şeye
rağmen onurunu yitirmemeliydi.En değerli varlığı oydu.
Üç saat sonra ara verdiler. Getirip,
yeniden attılar onu hücresine.
İyice hırpalamışlardı, ama
korkmuyordu artık.
Gelirken yanında onurunu da
getirmişti. Giderkenki korkan halini üzerindeki atmıştı. Hücredeki eylemci hali ile yeniden karşılaştılar. Sarıldılar birbirlerine, yeniden eski o oldu.
Daha sonraki günlerde de aynı
şekilde devam etti işkence faslı.
Günlerce süren işkence ve
sorgulama faslı bir süre sonra hızını kaybetti.
İşkenceciler de, çok gayretkeş
bile olsalar sonuçta devlet memuruydular. Ellerindeki işi bir an önce bitirip,
dosyayı kapatıp evlerine gitmek istiyorlardı.
Verdiği ifadeyi çalakalem yazıp,
zorla imzalattıktan sonra rahatladılar.
Bu fasıl burada bitmişti,
ancak maceranın devamı vardı. Gözleri yine kapalı, savcılığa götürülmek üzere
polis minibüsünün yanında bekletilirken aynı herif yanına yanaşarak “Sen şimdi
buradan kurtuluyorum diye seviniyorsun belki, ama hapishanede burasını arayacaksın,”
demişti.
Neyse ki adamın dediği gibi
olmamıştı. Kısa bir tutukluluk sonrasında tahliye oldu.
***
Bütün bu olanlar sonrasında
dışarı çıkmış, okulunu bitirmişti.
Kara bulutlar, nispeten
dağılmıştı.
İhtisasını yaptı. Alanında
aranır bir uzman, hastalarının aylarca önce randevu aldığı bir operatör doktor,
hocaların hocası profesör oldu…
Seneler, seneler sonra o
herifle hiç ummadığı bir zamanda ve mekanda karşılaşacağı hiç aklına gelmezdi.
Hastaneye olağan muayene
günlerinden birinde gelmişti. Daha odasının kapısından içeri girince tanımıştı.
Acaba o da tanımış mıydı?
O da tanımıştı belki. Ama o kötü
günlerde gözlerinin bağlı olmasına güvenip, onu görememiş olduğunu
düşündüğünden rahatlık içinde olabilirdi.
Hem o kadar zaman geçmiş,
ikisi de yaşlanmışlardı. Haliyle değişmişlerdi. Birbirlerini tanıyamamaları
normaldi.
Tanıdıysa belki de muayene
sonrasında korkup gidecek ve bir daha hiç gelmeyecekti.
İlginç; ta o zaman gördüğü
altın zincir kolye hala boynundaydı.
Çok endişeliydi. Yüzünde renk
kalmamıştı.
Bazı analizlerin, kontrolların
yapılması için sevk etti.
Adam ikinci kez geldiğinde
uzattığı kan tahlilini, diğer analizleri ve ultrason sonuçlarını aldı.
Gözlüklerini takıp uzun uzun inceledi.
“Rahatsızlığınız ilerlemiş beyefendi.
Keşke daha önce gelmiş olsaydınız.”
“Eşeklik işte, ihmal ettim
doktor bey. Kabahat benim.”
“Zaman geçirmeden ameliyat
etmemiz gerekiyor.”
Konuşurken gözü ultrason sonuçlarını
anlamaya çalıştığı bilgisayar ekranındaydı.
“Tıp ilerledi artık, bu tür
ameliyatlardan iyi sonuçlar alıyoruz. Endişe etmenize gerek yok. Karar
verdiğiniz zaman ameliyat programını yapalım.”
“Tamam, doktor bey sizin uygun
bulduğunuz bir zamana ben uyarım.”
Adam, ameliyata razı olmuştu. Çekinmiyordu.
Demek tanıdığını anlamamıştı.
***
Operasyon günü gelmiş, sabah
erkenden ekibi hastayı ameliyata hazır hale getirmişlerdi.
Ameliyathaneye girdiğinde
hastası ameliyat masasında sırtüstü yatıyordu. Narkoz sonrası kendinden
geçmişti.
Cinsel organı açıktaydı.
İster istemez o eski kötü günleri,
işkence odasında gözleri bantlı, cinsel organıyla anadan üryan bu adamın önünde
olduğu zamanı hatırladı.
Kaderin garip cilvelerinden
biri… Şimdi o, bu durumdaydı.
Konsantre olması, bütün
mesleki becerisini kullanması gerekiyordu. Ameliyat zordu. Riskliydi. Adam
ameliyat masasından kalkamayabilirdi de.
Uzun, ancak başarılı bir
ameliyat oldu. Bitmişti, çıkmadan önce dönüp bir kez daha hastasına baktı. Narkozun
etkisinin geçmesine daha çok vardı, herif kan revan içinde baygın yatıyordu.
“Hadi ulan, şanslısın, her şey
yolunda gitti,” diye mırıldandı.
Ekibindeki yardımcılarına dikkatli
pansuman yapmalarını tembih ederek çıktı. Enfeksiyon riskini minimuma
indirmeleri gerekiyordu.
Yorucu operasyon sonrası ter
içinde kalmıştı. Ameliyathaneden çıkıp, yüzünü gözünü yıkamak için tuvalete
gitti. Musluğun üzerindeki buğulu aynada karışık duygular içindeki bir adamın
yüzünü, kendi aksini gördü.
Önlüğünü çıkarıp, yorucu iş
gününe devam etmek üzere odasına geçti. Koridor deva bekleyen diğer hastalarla
doluydu.
***
Adam, ameliyat ertesinde,
hastanede bir iki gün kontrol altında tutulduktan sonra taburcu edilmişti. Biyopsi
sonuçları iyi çıkmıştı. Hücre kanserli değildi. Aradan neredeyse bir buçuk ay
geçmiş, nekahat dönemini atlatmış, normal yaşamına dönmüştü.
Artık bu, bir teşekkür
ziyareti olmalıydı.
Koridorda göz göze gelmemeye
çalışarak odasına girdi. Arkasından o da kapıyı tıklatarak, elinde çiçek buketi
ve koltuğunun altında kutu ile girdi.
“Hoş geldiniz, nasıl
hissediyorsunuz kendinizi?”
“İyi. Arada biraz ağrılarım
oluyor, ama zor bir ameliyat sonrası normal herhalde.”
“Olması normal. Bunun için
size ağrı kesici vermiştim. Alıyorsunuz değil mi? Bir süre sonra zaten ağrılarınız
tamamen kesilecektir.”
“Size nasıl teşekkür edeceğimi
bilemiyorum. Ameliyat öncesi çok endişeliydim, ama sonra sayenizde başarılı bir
operasyon geçirince korkularımın yersiz olduğunu anladım.”
Arada bir sessizlik oldu.
“Beni hatırladınız mı doktor
bey?”
Birden o günlere gitti. Durgunlaştı.
“Evet, hatırladım ve unutmam
mümkün değil,” diye cevap verdi.
“Ben görevimi yapmıştım,” dedi
özür niyetine.
“Görevinizi mi yapmıştınız?”
dedi alınması gereken ilaçların olduğu reçeteyi yazarken.
“…”
“Ben de görevimi yaptım.”
“Peki, hiç kin duyup, intikam
duygusuna kapılmadınız mı? Narkoz sonrası savunmasız olarak elinizdeydim.”
“Hayır. Sizinle sokakta
karşılaşmadık ki. Sokakta karşılaşsak yüzünüze bile bakmazdım veya yüzünüze
tükürürdüm. Ama siz, bu hastanenin kapısından girdiğinizden itibaren benim bir
hastamdınız.”
Bu arada bir hastabakıcı odaya
girip, doktorun masasındaki bir dosyayı alıp, çıktı.
“Hipokrat Yeminini
biliyorsunuzdur. Sağlık çalışanlarının mesleklerini onurla uygulayacaklarına
dair tarih boyunca ettikleri yemin… Biz doktorlar için hastanın kimliğinin
hiçbir önemi yoktur. Bizim görevimiz hastaları iyileştirmektir. O kadar.”
Reçeteyi uzattı. Devam etti
konuşmaya:
“Ne diyoruz biz, yemin ederken
bir yerinde? ‘Din, milliyet, cinsiyet, ırk ve parti farklarının görevimle
vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime, mesleğimi dürüstlük ve onurla
yapacağıma, namusum ve şerefim üzerine yemin ederim’ diyoruz.”
Bunları söyledikten sonra
elindeki kalemi masaya fırlattı.
“İyiymiş,” dedi adam
fısıltıyla.
“Geçmiş olsun. Endişelendiğiniz
gibi olmadı değil mi? Şansınıza her şey iyi gitti. Umarım bana veya başka bir
doktora bu nedenle bir daha işiniz düşmez.”
Adam, yavaşça oturduğu yerden
kalktı. Saygıyla doktoru selamlayarak kapıdan çıktı.
Arkasından baktı.
İyileşmişti, ama ameliyat
sonrası halsizliğinin ötesinde bir yorgunluk vardı üzerinde.
23
Mayıs 2020, Moskova
No comments:
Post a Comment