23 May 2020

Hipokrat Yemini ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı





Hipokrat yemini


Koridorun ucundaki odasının önünde banka oturmuş bekleyen adamı fark etti.
İster istemez keyfi kaçmıştı. Halbuki biraz önce hastanenin güzel hemşirelerinden biriyle şakalaşıp, gülüşmüşlerdi.
Neyse, eski günler, yeni günler, derken hayat devam ediyordu.
Adam, elinde bir buket çiçek, koltuğunun altında içinde muhtemelen çikolata, baklava ya da lokum olan bir kutuyla oturuyordu. Ameliyat sonrasında iyileşen bir hastanın doktoruna yaptığı teşekkür ziyaretinde verilecek bir minnet ifadesi.
Gören kendi halinde bir ihtiyarcık derdi. Tonton bir hacı amca….
Daha ilk muayeneye geldiği zaman tanımıştı herifi. Sakal bırakmıştı, haliyle yaşlanmıştı, ama buna rağmen hatırlamıştı.
Hele o, hırlayan vahşi bir hayvan gibi, genizden gelen tipik sesini nerede olsa ayırt edebilirdi.
Çok, ama çok uzun seneler geçmişti, ancak unutması mümkün değildi.
Nasıl unutabilirdi ki!
Acaba o da tanımış mıydı kendisini?

***
Daha yeni, Tıp Fakültesinde 6. sınıfta “intern” doktor olduğu seneydi. Yüzmüş yüzmüş kuyruğuna gelmişti. Bitirince ihtisasını da yapıp iyi bir uzman doktor olmaktı bütün hayali.
Karısıyla öğrenciliklerini bitirmeyi bile beklemeden evlenmişlerdi. Bununla da kalmayıp bir çocuk yapmışlardı. Ancak toy gençlik yıllarında yapılabilecek türden bir çılgınlıktı bu. Ama aşk işte, olur böyle şeyler diyeceksiniz. Ailelerinin desteği olmasa okullarına devam etmeleri, yaşamlarını sürdürebilmeleri mümkün değildi.
Hani fare, geçemeyeceği delikten kuyruğuna kabak bağlayıp geçmeye çalışırmış ya, öyle bir durum vardı.
Bir de çevresindeki bütün onurlu arkadaşları gibi kendisinin de asla ilgisiz kalamayacağı memleket halleri…
Eylemler, direniş. Ve baskı… Zor ve karışık günlerdi.
Sıcak bir yaz günüydü. Oturdukları eve yeni taşınmışlardı. Üç yaşındaki oğullarını da koyunlarına almış uyuyorlardı.
Gece geç saatlerde, sabaha karşı kapıları çalınmıştı.
Israrlı bir kapı çalışıydı bu. Derin uykusunun arasında bile duymaması olanaksızdı. İrkilerek uyanıp, kalktı.
Bu saatte hayırlı bir iş olması çok düşük bir ihtimaldi.
Devletin eski başbakanı Süleyman Demirel’in bile "Sabahın erken saatlerinde kapınız çalındığında, kapıyı çalanın sütçü olduğundan eminseniz, demokratik bir ülkede yaşıyorsunuz demektir” dediği, ama bundan çok uzak, karanlık günlerin yaşandığı kötü bir dönemden geçiyordu ülke.
Milliyetçi Cephe hükümetlerinin bile mumla arandığı bu kötü günlerde gözaltılar, tutuklamalar furyası devam ediyordu.
Kimdi kapıyı çalan. Bu saatte kim kimin kapısına dayanırdı?
Göz deliğinden baktı. Kapıda birkaç sivil giyimli kişi vardı.
Açmasa ne olurdu? Kırar girerlerdi. Daha kötü olurdu.
Uykulu gözlerle kapıyı açtı.
Polis olduklarını söylediler. Söylemelerine gerek yoktu, heriflerin üstünden akıyordu ne oldukları.
“Burada sizden daha önce oturanlarla ilgili bir fuhuş vakası ihbarını aldık, bilginiz var mı?” diye sordular.
Mümkün olmadığını, kendilerinden önce bu evde mazbut bir ailenin oturduğunu söyledi.
Kibar ve nazik konuşuyorlardı. Acaba diye düşündü bir an.
İçeride küçük oğullarıyla birlikte uyuyan karısı da uyanıp kapıya gelmişti.
“Bilgi için bizimle karakola kadar gelebilir misiniz?” dediler.
Olacakları sezinlemişti, ancak yapacak bir şey yoktu.
Aceleyle giyinip çıktı.
Aşağıda, apartman sahanlığından daha dışarı çıkmadan birlikte indiği polislerden biri, “Ne suratıma bakıyorsun lan!” diye bağırarak daha sonra olacakların müjdesini vermişti.
İşte bu, o adamdı.
Öyle ya, işkencecini tanımaman, onun çalışma rahatlığını elinden almaman gerekiyordu. Maazallah, ileride eline fırsat geçip hesap falan sorardın.
Macera başlıyordu.
Ama hangi macera olduğunu bilmiyordu. Bir beyaz renkli Reno’ya bindirildi. Başını arka koltuğa yatırarak, kafasını bir kazakla örttüler. Etrafını görmüyordu; ama şehri iyi biliyordu, mesafenin uzunluğundan, kavşaklardan, kasislerdeki sarsılmalardan nerelere geldiğini tahmin etmesi zor değildi. Bunlar olmasa bile gidilecek yer malumdu: Emniyet Müdürlüğü’nün arkasındaki işkence merkezi.
Onu bir hücreye koydular.
İçerisi karanlıktı.
Seslerden ve hücrenin çelik kapısının ince bir çizgi kadar olan aralığından gözünü uydurup koridora bakarak olan biteni anlamaya çalışıyordu.
Niçin getirildiği konusunda bir fikir edinmeye çalışıyordu, ama bu mümkün görünmüyordu. Ancak öğrenmesinin çok zaman almayacağını tahmin ediyordu.
İkiye üç metrelik hücresindeydi.
Sanki yeni bir mektepteydi.
Ya bu sınavı geçemezse, ya onurunu yitirirse?
Korkuyordu, insanca bir duyguyla. Aslında bu, o değildi. Korkuyu kendisine yakıştıramıyordu.
İçeride sanki başka birisi daha vardı, kendisini yüreklendiren.
“Korkman normaldir. Bu utanılacak bir şey değil, insanca bir hal; ancak başaracaksın,” dedi öbürü, yürekli eylemci tavrıyla.
Sonra şangırtıyla demir kapı açıldı. Hücresinden aldılar, götürdüler onu.
Gözlerini siyah bir bantla kapatmışlardı işkence odasına alırlarken.
Sürükleyerek göremediği yerlerden geçirdiler.
Sırtına inen yumrukların, bacaklarına yediği tekmelerin haddi hesabı yoktu.
Gözündeki bandın arasından sızan ışıktan içeride bir lambanın yandığını anladığı bir odaya aldılar.
Kafasına sert bir yumruk yedi.
Etrafını göremiyordu. Yeni bir yumruk daha yiyeceğini zannederek kendisini savunmak için geriye çekti. Bu defa ters taraftan bir başkası karnına bir yumruk attı.
Bir daha öbür taraftan, bir daha bu taraftan… Sayısını bilemediği kadar yumruk ve tokat yedi.
Hırıltılı sesi olan biri:
“İndir ulan pantolonunu,” diye bağırdı.
İndirdi.
“Donunu da indir lan, o. çocuğu!”
Uymaktan başka çaresi yoktu. Direnebilir, bayılıncaya kadar dayak yiyebilirdi. Ama direnmenin yersiz olduğunu düşünüp yapmadı.
Tanımadığı bu heriflerin karşısında anadan üryan kalmıştı. Ne kadar utanç verici bir durumdu.
Bir banka sırtüstü yatırıp, kollarını, bacaklarını sıkıca bağladılar.
Gözündeki bandın aralığından hırıltılı bir sesle, genzinden konuşan adamı gördü. Apartmandan çıkmadan önce kendisine bağıran herifti.
Tuhaf bir ayrıntı: Adamın gömleğinin üst düğmeleri açıktı. Kıllı göğsünün önünde boynundaki altın zincir kolye sallanıyordu.
İşkence ve sorgulama faslı başladı. Çok eskiye dayalı ilişkiler ve önceden tanıdığı bazı arkadaşlarının bilgisi dışında süren beraberlikleri, eylemleri üzerine bir sorgulama yürütülüyordu.
İşkencecilerine aradan çok zaman geçtiğini, pek çok şeyi hatırlamadığını söyledi.
İşkence hız kesmeden sürüyordu.
Bir elektrik kablosunu bağladılar cinsel organına.
“Ulan bununla mı düzdün karını? Allah bilir o çocuk senden değildir.”
Etrafındakiler için bu bir eğlence idi adeta.
Gülüşüyorlardı.
“Puştun aleti nasıl da büzüştü. Kes at oğlum sen bunu. Zaten bir işine yaramıyordur.”
Heriflerin söylediklerini duyuyordu, iğrençtiler; ama cevap verecek gücü yoktu.
Zaman geçmiyordu. Sorular, sorular… İsnatlar… İddialar…
Bitap düşmüştü. Ancak her şeye rağmen onurunu yitirmemeliydi.En değerli varlığı oydu.
Üç saat sonra ara verdiler. Getirip, yeniden attılar onu hücresine.
İyice hırpalamışlardı, ama korkmuyordu artık.
Gelirken yanında onurunu da getirmişti. Giderkenki korkan halini üzerindeki atmıştı. Hücredeki eylemci hali ile yeniden karşılaştılar. Sarıldılar birbirlerine, yeniden eski o oldu.
Daha sonraki günlerde de aynı şekilde devam etti işkence faslı.
Günlerce süren işkence ve sorgulama faslı bir süre sonra hızını kaybetti.
İşkenceciler de, çok gayretkeş bile olsalar sonuçta devlet memuruydular. Ellerindeki işi bir an önce bitirip, dosyayı kapatıp evlerine gitmek istiyorlardı.
Verdiği ifadeyi çalakalem yazıp, zorla imzalattıktan sonra rahatladılar.
Bu fasıl burada bitmişti, ancak maceranın devamı vardı. Gözleri yine kapalı, savcılığa götürülmek üzere polis minibüsünün yanında bekletilirken aynı herif yanına yanaşarak “Sen şimdi buradan kurtuluyorum diye seviniyorsun belki, ama hapishanede burasını arayacaksın,” demişti.
Neyse ki adamın dediği gibi olmamıştı. Kısa bir tutukluluk sonrasında tahliye oldu.

***
Bütün bu olanlar sonrasında dışarı çıkmış, okulunu bitirmişti.
Kara bulutlar, nispeten dağılmıştı.
İhtisasını yaptı. Alanında aranır bir uzman, hastalarının aylarca önce randevu aldığı bir operatör doktor, hocaların hocası profesör oldu…
Seneler, seneler sonra o herifle hiç ummadığı bir zamanda ve mekanda karşılaşacağı hiç aklına gelmezdi.
Hastaneye olağan muayene günlerinden birinde gelmişti. Daha odasının kapısından içeri girince tanımıştı.
Acaba o da tanımış mıydı?
O da tanımıştı belki. Ama o kötü günlerde gözlerinin bağlı olmasına güvenip, onu görememiş olduğunu düşündüğünden rahatlık içinde olabilirdi.
Hem o kadar zaman geçmiş, ikisi de yaşlanmışlardı. Haliyle değişmişlerdi. Birbirlerini tanıyamamaları normaldi.
Tanıdıysa belki de muayene sonrasında korkup gidecek ve bir daha hiç gelmeyecekti.
İlginç; ta o zaman gördüğü altın zincir kolye hala boynundaydı.
Çok endişeliydi. Yüzünde renk kalmamıştı.
Bazı analizlerin, kontrolların yapılması için sevk etti.
Adam ikinci kez geldiğinde uzattığı kan tahlilini, diğer analizleri ve ultrason sonuçlarını aldı. Gözlüklerini takıp uzun uzun inceledi.
“Rahatsızlığınız ilerlemiş beyefendi. Keşke daha önce gelmiş olsaydınız.”
“Eşeklik işte, ihmal ettim doktor bey. Kabahat benim.”
“Zaman geçirmeden ameliyat etmemiz gerekiyor.”
Konuşurken gözü ultrason sonuçlarını anlamaya çalıştığı bilgisayar ekranındaydı.
“Tıp ilerledi artık, bu tür ameliyatlardan iyi sonuçlar alıyoruz. Endişe etmenize gerek yok. Karar verdiğiniz zaman ameliyat programını yapalım.”
“Tamam, doktor bey sizin uygun bulduğunuz bir zamana ben uyarım.”
Adam, ameliyata razı olmuştu. Çekinmiyordu. Demek tanıdığını anlamamıştı.

***
Operasyon günü gelmiş, sabah erkenden ekibi hastayı ameliyata hazır hale getirmişlerdi.
Ameliyathaneye girdiğinde hastası ameliyat masasında sırtüstü yatıyordu. Narkoz sonrası kendinden geçmişti.
Cinsel organı açıktaydı.
İster istemez o eski kötü günleri, işkence odasında gözleri bantlı, cinsel organıyla anadan üryan bu adamın önünde olduğu zamanı hatırladı.
Kaderin garip cilvelerinden biri… Şimdi o, bu durumdaydı.
Konsantre olması, bütün mesleki becerisini kullanması gerekiyordu. Ameliyat zordu. Riskliydi. Adam ameliyat masasından kalkamayabilirdi de.
Uzun, ancak başarılı bir ameliyat oldu. Bitmişti, çıkmadan önce dönüp bir kez daha hastasına baktı. Narkozun etkisinin geçmesine daha çok vardı, herif kan revan içinde baygın yatıyordu.
“Hadi ulan, şanslısın, her şey yolunda gitti,” diye mırıldandı.
Ekibindeki yardımcılarına dikkatli pansuman yapmalarını tembih ederek çıktı. Enfeksiyon riskini minimuma indirmeleri gerekiyordu.
Yorucu operasyon sonrası ter içinde kalmıştı. Ameliyathaneden çıkıp, yüzünü gözünü yıkamak için tuvalete gitti. Musluğun üzerindeki buğulu aynada karışık duygular içindeki bir adamın yüzünü, kendi aksini gördü.
Önlüğünü çıkarıp, yorucu iş gününe devam etmek üzere odasına geçti. Koridor deva bekleyen diğer hastalarla doluydu.

***
Adam, ameliyat ertesinde, hastanede bir iki gün kontrol altında tutulduktan sonra taburcu edilmişti. Biyopsi sonuçları iyi çıkmıştı. Hücre kanserli değildi. Aradan neredeyse bir buçuk ay geçmiş, nekahat dönemini atlatmış, normal yaşamına dönmüştü.
Artık bu, bir teşekkür ziyareti olmalıydı.
Koridorda göz göze gelmemeye çalışarak odasına girdi. Arkasından o da kapıyı tıklatarak, elinde çiçek buketi ve koltuğunun altında kutu ile girdi.
“Hoş geldiniz, nasıl hissediyorsunuz kendinizi?”
“İyi. Arada biraz ağrılarım oluyor, ama zor bir ameliyat sonrası normal herhalde.”
“Olması normal. Bunun için size ağrı kesici vermiştim. Alıyorsunuz değil mi? Bir süre sonra zaten ağrılarınız tamamen kesilecektir.”
“Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Ameliyat öncesi çok endişeliydim, ama sonra sayenizde başarılı bir operasyon geçirince korkularımın yersiz olduğunu anladım.”
Arada bir sessizlik oldu.
“Beni hatırladınız mı doktor bey?”
Birden o günlere gitti. Durgunlaştı.
“Evet, hatırladım ve unutmam mümkün değil,” diye cevap verdi.
“Ben görevimi yapmıştım,” dedi özür niyetine.
“Görevinizi mi yapmıştınız?” dedi alınması gereken ilaçların olduğu reçeteyi yazarken.
“…”
“Ben de görevimi yaptım.”
“Peki, hiç kin duyup, intikam duygusuna kapılmadınız mı? Narkoz sonrası savunmasız olarak elinizdeydim.”
“Hayır. Sizinle sokakta karşılaşmadık ki. Sokakta karşılaşsak yüzünüze bile bakmazdım veya yüzünüze tükürürdüm. Ama siz, bu hastanenin kapısından girdiğinizden itibaren benim bir hastamdınız.”
Bu arada bir hastabakıcı odaya girip, doktorun masasındaki bir dosyayı alıp, çıktı.
“Hipokrat Yeminini biliyorsunuzdur. Sağlık çalışanlarının mesleklerini onurla uygulayacaklarına dair tarih boyunca ettikleri yemin… Biz doktorlar için hastanın kimliğinin hiçbir önemi yoktur. Bizim görevimiz hastaları iyileştirmektir. O kadar.”
Reçeteyi uzattı. Devam etti konuşmaya:
“Ne diyoruz biz, yemin ederken bir yerinde? ‘Din, milliyet, cinsiyet, ırk ve parti farklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime, mesleğimi dürüstlük ve onurla yapacağıma, namusum ve şerefim üzerine yemin ederim’ diyoruz.”
Bunları söyledikten sonra elindeki kalemi masaya fırlattı.
“İyiymiş,” dedi adam fısıltıyla.
“Geçmiş olsun. Endişelendiğiniz gibi olmadı değil mi? Şansınıza her şey iyi gitti. Umarım bana veya başka bir doktora bu nedenle bir daha işiniz düşmez.”
Adam, yavaşça oturduğu yerden kalktı. Saygıyla doktoru selamlayarak kapıdan çıktı.
Arkasından baktı.
İyileşmişti, ama ameliyat sonrası halsizliğinin ötesinde bir yorgunluk vardı üzerinde.


23 Mayıs 2020, Moskova

No comments: