09 November 2019

Obruk (Öykü) / M. Hakkı Yazıcı



Obruk
M. Hakkı Yazıcı


Zeytinlibahçe yolu üzerinde, bir üzüm bağında kocaman bir obruk oluşmuştu.
Neredeyse otuz metre çapında, yüz metre derinliğindeki obruk, yolun hemen kenarındaydı.
Günlerce, durmadan, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmış; zemin yumuşamıştı. Olacağı buydu.
Kasabada haberi hemen yayılmış, duyanlar görmek için meraktan koşup gelmişti.
Yolun devamındaki mezarlığın yakınındaki bir mezar taşı atölyesine mermer taşıyan kamyoncu Sadri, “Tam o sırada oradan geçtim. Biraz daha sağdan gitsem beni de kamyonumla beraber yutardı bu çukur, maazallah,” diye söyleniyordu.
“Ben geçtim, bu olay oldu. Sarsıntıdan kamyonun kasasından bir iki levha mermer düşüp, çukura yuvarlandı. Arkamdan bir motorlu geliyordu. Selesinde de bir kadın mı vardı ne? Kamyonu durdurup, indim bakmak için. Sonra o motorluyu göremedim. Obur obruk çekip aldı belki.”
Kalabalığın içinden bir delikanlı:
“Abi, o motorlu bendim. Senin sağından geçtim fark etmedin. Bir şey olmadı şükürler olsun.”
Jandarma, olay yerine gelmiş, tedbir almış. Obruğun etrafını kalabalık fazla yanaşmasın diye şeritle çevirmişti.
Obruğa düşen birisi olmuş muydu acaba?
Herkes telefonlarını çıkarıp, eşini dostunu aramaya başladı. İyi haber alanlar rahatlıyordu.
Ancak hemen bir tevatür yürümüştü: “Marika, ölmüş. Bedeni toprağı yarıp burada içine girmiş.”
“Zavallı kadıncağız! Meğer ne kara talihi varmış.”
“Ah obruk! Ah, obur kara toprak, canımızı veren de, canlarımızı alan da sensin.”
Olayın olduğu üzüm bağı eskiden Marika’nın dedesi, kasabanın zenginlerinden Aleko Efendi’nin idi. Mermer atölyesinin olduğu yerde de bir tuğla fabrikası vardı, ona ait. Senelerdir tütmeyen uzun bacası zamana meydan okurcasına ayakta idi.
Kasabada püfür püfür sigara içenlere kızanlar, “Ne ülen, sen hala civarayı bırakmadın mı? Aleko Efendi’nin pavlikesi gibi tütüyon,” derlerdi.
Obruğa hemen bir isim takıldı: “Marika’nın Çukuru”.
İnananı çoktu, ama aklı başında olanlar, “Yahu bu zamana Marika mı kalır, saçmalamayın,” diyordu.
Öyle ya bu zamana Marika mı kalırdı? Neredeyse bir asır öncesinin hikayesi…
***
Marika, güzeller güzeli, karakaşlı, kara gözlü bir Rum kızıydı. Mübadeleye isyan etmiş, ailesiyle beraber göçmemişti. Sebebi sadece memleket sevgisi değildi. Severdi doğup, büyüdüğü memleketini, ama daha ötesi kasabanın yakışıklı delikanlılarından marangoz Hüseyin’e sevdalıydı.
“Bir Harb-i Umumi daha çıksa, kimse beni Hüseyin’imden ayıramaz,” diyordu.
Marika, bir yolunu bulmuş gitmemişti. Kasabalılar da kollayıp, onu saklamışlardı.
Hüseyin’in bir motosikleti vardı. Selesine onu alıp dağ bayır dolaşırlardı. Marika’nın siyah, dalgalı saçları uçuşurdu motor hızla giderken.
Kötü kader; Marika’cık “bizi kimse ayıramaz” diyordu, ama lanet bir kaza onları ayırmıştı.  
Yağmurlu bir günde, Yunt dağı yolunda Hüseyin yalnız başına giderken çamurda motorunun tekerlekleri kaymış, virajı alamayıp, aşağıya uçmuştu. Köylüler, parçalanmış, cansız bedenini günler sonra çalılıkların arasında bulmuşlardı.
O olaydan sonra Marika bir daha kendine gelemedi. Nerdeyse aklını yitirmişti.
Konu komşu, onu korudu. Giden Rum’ların yerine gelen muhacirler, daha çok sahip çıktılar. Zira onların da hemen hepsinin arkalarında bıraktıkları memleketlerinde bir komşu kızı Marika’ları vardı.
Ama olmadı, marangoz Hüseyin’in acısını içinden atamadı Marika.
Halbuki ne güzel bir kadındı.
Kadınların bazıları onu kıskanırdı. Kocalarının ona sevdalanacağından korkarlardı. Kızdıkları, dedikodusunu yaptıkları kadınlara “Bak sen Marika’ya,” derlerdi.
Zaten kasabada uzun zaman yaşamadı. Birden ortadan kayboldu.
Kimse ne olduğunu, nereye gittiğini bilmiyordu.
Rivayet yayıldı, Marika’nın Yunt Dağlarında kurda, kuşa karıştığı söylenmeye başlandı.
Bir evde bir alet, ya da yiyecek bir şey kaybolsa, “Marika, gelip almıştır,”  deniyordu.
“İhtiyacı vardır zavallının, yoksa almaz.”
Bazıları da Marika’nın Hüseyin’in ölümünden sonra Yunanistan’a ailesinin yanına gittiğini söylüyordu. Ama günün birinde büyük ablası Yunanistan’dan kız kardeşini aramaya gelince, oraya gitmediği anlaşılmıştı.
Kasabada olay, unutulacağına, efsane haline dönüştü. Her geçen gün daha gizemli bir hale gelerek nesilden nesile anlatılmaya başlandı.
Ara sıra Marika’yı gece karanlığında Hüseyin’in mezarının başında gördüklerini söyleyenler; bazen kasabanın meydanından veya ormanda ağaçların arasından motorla geçtiğini ve hatta selesinde marangoz Hüseyin’in olduğunu söyleyenler çıkardı.
Dinleyenlerin hepsi bunlara pek inanmazlardı, ama bir başkasına haber olarak aktarmaktan da alıkoyamazlardı kendilerini.
Marangoz Hüseyin’in motoru, kardeşinin oğlu Hasan’ın ambarında kaderine terkedilmişti. O lanet kazadan sonra hiç kullanılmamıştı. Sadece bir akşam Hasan Dayı, keyfi yerindeyken karısını da alıp, kasabanın içinde bir iki tur atmıştı, o kadar.
Bir keresinde motoru ambarın koyduğu köşesinden bir başka yerde bulduğunu söylemişti karısına.
Takılmıştı kafasına.
Acaba?
Ama çok emin değildi. Öyle ya, ondan habersiz çocuklar da binmiş olabilirlerdi.
***
Marika’nın ölüp de, obruğun içine kendisini gömdüğüne inanan çoktu.
Kasabalılar, merakla toplaşmış, sabit gözlerle çukurun içine bakıyorlardı.
Bu arada kalabalığı yarıp, nefes nefese çukurun başına gelen Hasan Dayı’nın karısı Zeliha, “Ah herifim, yoksa!?..” diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Kocası öğle yemeğinde biber dolmasına kusur buldu diye ağzına geleni söylemişti.
Sinirlenen Hasan Dayı, kapıyı çarpıp evden çıkarken arkasından Zeliha kadın, “Yettin gari, git; Marika yengen sana daha iyisini yapsın!” diye bağırmıştı.
Sonra pişman olmuş, akşam olur, kızgınlığı geçer, eve döner diye düşünmüştü; ama kocası gelmemişti.
Çok meraklanmıştı.
Kocasıyla evde imalı bir konuşma olunca lafı “Senin Marika yengen”e getirir, onu kızdırırdı. Huyu kurusun, yine öyle yapmıştı.
Yoksa kocacığı, bu çukura mı düşmüştü; ya da Marika yengesi ölürken onu da yanında mı götürmüştü?
Zeliha, bağrış, çağrış, “Ben çukura girip, kocamı çıkaracağım,” deyip, güvenlik şeridini geçmeye çalışınca jandarmalar zor bela yakalayıp, geri çektiler.
Kadını zorla teskin edip, uzaklaştırdılar.
***
Çok geçmedi obruğun başındakilere başka bir haber ulaştı. Hasan Dayı, ağaçta kalmıştı. Bir komşu çocuğu onu görmüş, koşa koşa haber vermeye gelmişti.
Adamcağız karısına kızıp, kendisini sokağa atınca, çoktandır ihmal ettiği zeytinliğine gitmeye karar vermişti.
Keyfi yoktu. Sadece karısına değildi öfkesi. Hem “yok yılı” idi, yetmiyormuş gibi her şeyin fiyatı almış başını yürümüştü.
“İlaca mı, gübreye mi, mazota mı para yetiştirem; şaşıdım kaldım, akideş,” diye şikayetleniyordu.
Zeytinliğine küsmüştü, ama yine de merak edip, bir bakmaya niyetlenmişti. 
Halbuki Hasan Dayı delicelere Gemlik aşısı yaptığı zeytinliğindeki üç yüz ağacıyla çok övünürdü. “Ben tabur komutanıyım,” derdi hep. Kahveye girdiğinde köylüler onunla eğlenmek için masalarından kalkıp “Binbaşım” diye asker selamına dururlardı.
Dalgın dalgın yürürken komşu bağın azgın köpeği zincirinden kurtulmuş üzerine saldırmıştı. Hasan Dayı, kaçmış, köpek kovalamıştı. Adamcağız önüne ilk çıkan koca bir incir ağacına tırmanmakta bulmuştu çareyi. Köpek, uzun süre ağacın dibinde hırlayıp, havlayarak beklemiş, sonra uzaklaşmıştı, ama Hasan Dayı, ağaçtan inememişti. Bağırıp, yardım istese de duyan olmamıştı.
Saatlerce beklemiş, yorulmuş, acıkınca birkaç incir yemişti.
Haber üzerine koşup giden iki delikanlı ağaca tırmanıp Hasan Dayı’yı kollarından tutup, aşağıya indirdiler, “Marika’nın çukuru”nun başında dövünen karısının yanına getirdiler.
Bekleşenler, zeytinliğindeki ağaçların tabur komutanını “Geçmiş olsun binbaşım” diye karşıladılar.
Çok pırpırlı jandarma astsubayı, Hasan Dayı da sağ olduğuna göre, obruğun yutma şüphesi olan tek şahsın Marika olduğunu zapta geçti.

No comments: