Obruk
M. Hakkı Yazıcı
Zeytinlibahçe yolu üzerinde, bir
üzüm bağında kocaman bir obruk oluşmuştu.
Neredeyse otuz metre çapında,
yüz metre derinliğindeki obruk, yolun hemen kenarındaydı.
Günlerce, durmadan, bardaktan
boşanırcasına yağmur yağmış; zemin yumuşamıştı. Olacağı buydu.
Kasabada haberi hemen
yayılmış, duyanlar görmek için meraktan koşup gelmişti.
Yolun devamındaki mezarlığın
yakınındaki bir mezar taşı atölyesine mermer taşıyan kamyoncu Sadri, “Tam o
sırada oradan geçtim. Biraz daha sağdan gitsem beni de kamyonumla beraber
yutardı bu çukur, maazallah,” diye söyleniyordu.
“Ben geçtim, bu olay oldu. Sarsıntıdan
kamyonun kasasından bir iki levha mermer düşüp, çukura yuvarlandı. Arkamdan bir
motorlu geliyordu. Selesinde de bir kadın mı vardı ne? Kamyonu durdurup, indim
bakmak için. Sonra o motorluyu göremedim. Obur obruk çekip aldı belki.”
Kalabalığın içinden bir
delikanlı:
“Abi, o motorlu bendim. Senin
sağından geçtim fark etmedin. Bir şey olmadı şükürler olsun.”
Jandarma, olay yerine gelmiş,
tedbir almış. Obruğun etrafını kalabalık fazla yanaşmasın diye şeritle
çevirmişti.
Obruğa düşen birisi olmuş
muydu acaba?
Herkes telefonlarını çıkarıp, eşini
dostunu aramaya başladı. İyi haber alanlar rahatlıyordu.
Ancak hemen bir tevatür
yürümüştü: “Marika, ölmüş. Bedeni toprağı yarıp burada içine girmiş.”
“Zavallı kadıncağız! Meğer ne
kara talihi varmış.”
“Ah obruk! Ah, obur kara
toprak, canımızı veren de, canlarımızı alan da sensin.”
Olayın olduğu üzüm bağı
eskiden Marika’nın dedesi, kasabanın zenginlerinden Aleko Efendi’nin idi.
Mermer atölyesinin olduğu yerde de bir tuğla fabrikası vardı, ona ait.
Senelerdir tütmeyen uzun bacası zamana meydan okurcasına ayakta idi.
Kasabada püfür püfür sigara
içenlere kızanlar, “Ne ülen, sen hala civarayı bırakmadın mı? Aleko Efendi’nin
pavlikesi gibi tütüyon,” derlerdi.
Obruğa hemen bir isim takıldı:
“Marika’nın Çukuru”.
İnananı çoktu, ama aklı
başında olanlar, “Yahu bu zamana Marika mı kalır, saçmalamayın,” diyordu.
Öyle ya bu zamana Marika mı
kalırdı? Neredeyse bir asır öncesinin hikayesi…
***
Marika, güzeller güzeli, karakaşlı,
kara gözlü bir Rum kızıydı. Mübadeleye isyan etmiş, ailesiyle beraber
göçmemişti. Sebebi sadece memleket sevgisi değildi. Severdi doğup, büyüdüğü memleketini,
ama daha ötesi kasabanın yakışıklı delikanlılarından marangoz Hüseyin’e
sevdalıydı.
“Bir Harb-i Umumi daha çıksa, kimse
beni Hüseyin’imden ayıramaz,” diyordu.
Marika, bir yolunu bulmuş
gitmemişti. Kasabalılar da kollayıp, onu saklamışlardı.
Hüseyin’in bir motosikleti
vardı. Selesine onu alıp dağ bayır dolaşırlardı. Marika’nın siyah, dalgalı
saçları uçuşurdu motor hızla giderken.
Kötü kader; Marika’cık “bizi
kimse ayıramaz” diyordu, ama lanet bir kaza onları ayırmıştı.
Yağmurlu bir günde, Yunt dağı
yolunda Hüseyin yalnız başına giderken çamurda motorunun tekerlekleri kaymış,
virajı alamayıp, aşağıya uçmuştu. Köylüler, parçalanmış, cansız bedenini günler
sonra çalılıkların arasında bulmuşlardı.
O olaydan sonra Marika bir
daha kendine gelemedi. Nerdeyse aklını yitirmişti.
Konu komşu, onu korudu. Giden
Rum’ların yerine gelen muhacirler, daha çok sahip çıktılar. Zira onların da hemen
hepsinin arkalarında bıraktıkları memleketlerinde bir komşu kızı Marika’ları
vardı.
Ama olmadı, marangoz
Hüseyin’in acısını içinden atamadı Marika.
Halbuki ne güzel bir kadındı.
Kadınların bazıları onu
kıskanırdı. Kocalarının ona sevdalanacağından korkarlardı. Kızdıkları,
dedikodusunu yaptıkları kadınlara “Bak sen Marika’ya,” derlerdi.
Zaten kasabada uzun zaman
yaşamadı. Birden ortadan kayboldu.
Kimse ne olduğunu, nereye
gittiğini bilmiyordu.
Rivayet yayıldı, Marika’nın
Yunt Dağlarında kurda, kuşa karıştığı söylenmeye başlandı.
Bir evde bir alet, ya da
yiyecek bir şey kaybolsa, “Marika, gelip almıştır,” deniyordu.
“İhtiyacı vardır zavallının,
yoksa almaz.”
Bazıları da Marika’nın
Hüseyin’in ölümünden sonra Yunanistan’a ailesinin yanına gittiğini söylüyordu.
Ama günün birinde büyük ablası Yunanistan’dan kız kardeşini aramaya gelince,
oraya gitmediği anlaşılmıştı.
Kasabada olay, unutulacağına,
efsane haline dönüştü. Her geçen gün daha gizemli bir hale gelerek nesilden
nesile anlatılmaya başlandı.
Ara sıra Marika’yı gece karanlığında
Hüseyin’in mezarının başında gördüklerini söyleyenler; bazen kasabanın
meydanından veya ormanda ağaçların arasından motorla geçtiğini ve hatta
selesinde marangoz Hüseyin’in olduğunu söyleyenler çıkardı.
Dinleyenlerin hepsi bunlara
pek inanmazlardı, ama bir başkasına haber olarak aktarmaktan da alıkoyamazlardı
kendilerini.
Marangoz Hüseyin’in motoru, kardeşinin
oğlu Hasan’ın ambarında kaderine terkedilmişti. O lanet kazadan sonra hiç
kullanılmamıştı. Sadece bir akşam Hasan Dayı, keyfi yerindeyken karısını da
alıp, kasabanın içinde bir iki tur atmıştı, o kadar.
Bir keresinde motoru ambarın
koyduğu köşesinden bir başka yerde bulduğunu söylemişti karısına.
Takılmıştı kafasına.
Acaba?
Ama çok emin değildi. Öyle ya,
ondan habersiz çocuklar da binmiş olabilirlerdi.
***
Marika’nın ölüp de, obruğun
içine kendisini gömdüğüne inanan çoktu.
Kasabalılar, merakla
toplaşmış, sabit gözlerle çukurun içine bakıyorlardı.
Bu arada kalabalığı yarıp,
nefes nefese çukurun başına gelen Hasan Dayı’nın karısı Zeliha, “Ah herifim,
yoksa!?..” diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Kocası öğle yemeğinde biber
dolmasına kusur buldu diye ağzına geleni söylemişti.
Sinirlenen Hasan Dayı, kapıyı
çarpıp evden çıkarken arkasından Zeliha kadın, “Yettin gari, git; Marika yengen
sana daha iyisini yapsın!” diye bağırmıştı.
Sonra pişman olmuş, akşam
olur, kızgınlığı geçer, eve döner diye düşünmüştü; ama kocası gelmemişti.
Çok meraklanmıştı.
Kocasıyla evde imalı bir konuşma
olunca lafı “Senin Marika yengen”e getirir, onu kızdırırdı. Huyu kurusun, yine
öyle yapmıştı.
Yoksa kocacığı, bu çukura mı düşmüştü;
ya da Marika yengesi ölürken onu da yanında mı götürmüştü?
Zeliha, bağrış, çağrış, “Ben çukura
girip, kocamı çıkaracağım,” deyip, güvenlik şeridini geçmeye çalışınca jandarmalar
zor bela yakalayıp, geri çektiler.
Kadını zorla teskin edip,
uzaklaştırdılar.
***
Çok geçmedi obruğun
başındakilere başka bir haber ulaştı. Hasan Dayı, ağaçta kalmıştı. Bir komşu
çocuğu onu görmüş, koşa koşa haber vermeye gelmişti.
Adamcağız karısına kızıp,
kendisini sokağa atınca, çoktandır ihmal ettiği zeytinliğine gitmeye karar
vermişti.
Keyfi yoktu. Sadece karısına
değildi öfkesi. Hem “yok yılı” idi, yetmiyormuş gibi her şeyin fiyatı almış
başını yürümüştü.
“İlaca mı, gübreye mi, mazota
mı para yetiştirem; şaşıdım kaldım, akideş,” diye şikayetleniyordu.
Zeytinliğine küsmüştü, ama
yine de merak edip, bir bakmaya niyetlenmişti.
Halbuki Hasan Dayı delicelere
Gemlik aşısı yaptığı zeytinliğindeki üç yüz ağacıyla çok övünürdü. “Ben tabur
komutanıyım,” derdi hep. Kahveye girdiğinde köylüler onunla eğlenmek için
masalarından kalkıp “Binbaşım” diye asker selamına dururlardı.
Dalgın dalgın yürürken komşu
bağın azgın köpeği zincirinden kurtulmuş üzerine saldırmıştı. Hasan Dayı,
kaçmış, köpek kovalamıştı. Adamcağız önüne ilk çıkan koca bir incir ağacına
tırmanmakta bulmuştu çareyi. Köpek, uzun süre ağacın dibinde hırlayıp,
havlayarak beklemiş, sonra uzaklaşmıştı, ama Hasan Dayı, ağaçtan inememişti. Bağırıp,
yardım istese de duyan olmamıştı.
Saatlerce beklemiş, yorulmuş,
acıkınca birkaç incir yemişti.
Haber üzerine koşup giden iki
delikanlı ağaca tırmanıp Hasan Dayı’yı kollarından tutup, aşağıya indirdiler,
“Marika’nın çukuru”nun başında dövünen karısının yanına getirdiler.
Bekleşenler, zeytinliğindeki
ağaçların tabur komutanını “Geçmiş olsun binbaşım” diye karşıladılar.
Çok pırpırlı jandarma
astsubayı, Hasan Dayı da sağ olduğuna göre, obruğun yutma şüphesi olan tek
şahsın Marika olduğunu zapta geçti.
No comments:
Post a Comment