Kuş mevsimi
Kış,
geride kalmış; ağaçlar yapraklarını, çiçeklerini açmıştı.
Ağaç
dalları, baharın sevincini yaşayan her cinsten kuşla dolmuştu. Adeta kış
mevsiminin ardından “kuş mevsimi” yaşanıyordu.
Dedesi
Bıcırık’ın kaçtığını anlamamıştı. Babasının İzmir’den satınalıp getirdiği sarı
kanaryayı Bıcırık zannediyordu. Ama içinde yine de bir sıkıntı vardı; Bıcırık
günün birinde geri dönerse “Bu benim Bıcırık’ım ise, şu kafesteki kuş neyin
nesi?” der diye korkuyordu.
İşte
o zaman yaptıkları ortaya çıkacaktı.
Ne
cevap verecekti?
Dolaşırken
gözü yine hep gökyüzünde idi.
Leylekler,
eski fabrikanın yıkık bacasının kalan kısmının tepesine yuva yapmıştı. Dişi
leyleğin yumurtalarından bir süre sonra yavruları çıktı.
Leyleklerin
yavrularını ihtimamla beslemeleri seyredilecek şeydi. Uzaktan güzel
gözüküyordu, ama onların dikkatli olmaları gereken tehlikeler de vardı.
Dedesiyle
dolaştığı günlerden birinde gökyüzünde yükseklerde uçan bir kartal gördüler.
Kartal
yuvadaki yavruları farketmiş, leyleklerin dikkatsiz anlarını yakalamak umuduyla
havada dönüp duruyordu.
Eyvah ki,
eyvah!
Ancak kartal
galiba havasını alacaktı, çünkü leylekler durumu sezmiş, yuvanın etrafından hiç
uzaklaşmıyorlardı.
Dedesi, kendisi
şahit olmayıp babasından dinlediği eski bir olayı anlattı.
Bir
zamanlar 1930’lu yıllarda kartallar ve leylekler korkunç bir savaşa
girişmişlerdi. Her iki taraftan
da çok sayıda kuş ölmüştü. Sonunda köylülerin leyleklere destek olması,
gelen askeri bir birliğin kartallara ateş açması sonunda leylekler savaştan
zaferle çıkmışlardı.
Dedesi,
bunu ballandıra ballandıra anlatıyordu.
Sonunda
kartal dolaşıp durmaktan sıkılıp, yoruldu; başka bir av bulmak ümidiyle gitti.
Leylekler de rahat bir nefes aldılar.
Muhtemelen
Bıcırık da yırtıcı bir kuş tarafından avlanmıştı. O ana kadar dönmediğine göre durum böyleydi.
Dedesi,
bir gün civar bahçelerden birinde komşu kedilerinden birisini çatıdan düşmüş karga yavrusunu avlama hazırlığında iken görmüş, yerden aldığı taşı fırlatıp,
kovalamıştı.
Kaçıp
giden kedinin hevesi kursağında kalmıştı.
Yaralı
yavru kargayı dedesi eve getirdi. Yaralarını merhemle iyileştirdi. Elleriyle
besledi.
Bahçedeki
kümesteki horozu ve tavukları, çatı aralığına yuva yapanları da sayarsak evdeki
kuşların sayısı artmıştı.
Karga bir
süre sonra iyileşti, büyüdü, irileşti. Aynı Bıcırık gibi dedesine alıştı. Bir
evcil hayvan gibi onu takip ediyordu. Dedesi de omuzunda onunla dolaşıyordu.
Bazen
karşısına alıp, aynı karga gibi “Gak” diye bağırıyordu.
Karga da
ona adeta aynı dilden cevap veriyordu:
“Gak!”
Adını da
“Gak” koydu.
“Bak,
benimle nasıl konuşuyor,” kargaya dönüp “Gak!” diye bağırıyordu.
Karganın
cevabı gecikmiyordu:
“Gak,
gaakkk.”
Dedesi,
bu karganın da diğer kuşların gelip ona anlattığı masalları, uzak diyarlarda
olan olayları bildiğini, yaramazlık yapmazsa gece yatmadan önce ona
anlatacağını söylüyordu.
“Bu
kargalar dünyanın en akıllı yaratıklarından,” diyordu.
Oysa yine onun anlattığı La Fontain’in “Karga ile tilki” masalını dinledikten sonra
kargalar gözünden düşmüştü; akıllı olduklarına dair inancı kalmamıştı.
“Yok
dede, kargalar senin dediğin kadar akıllı değil,” dedi.
Annesinden
öğrendiği tekerlemeyle dedesini kızdırıyordu.
“Karga,
karga, gak dedi, çık şu dala bak dedi, çıktım baktım o dala, şu karga ne
budala.”
No comments:
Post a Comment