15 November 2019

Dolaptaki cin (Kısa öykü) / M. Hakkı Yazıcı



Dolaptaki cin

Annesi, “Hadi gene çocuk şanslısın, deden bizde kalacak. Aynı odada yatacaksınız, sana bol bol masal anlatır artık,” dediğinde çok sevinmişti.
Sevinçten “Of be, yaşasın!” diye bir nara atmıştı. Ama ne bilsin başına gelecekleri.
Dedesini çok severdi, ancak köyde yaşadığı için çok göremez, hep özlerdi. Daha küçükken anlattığı Keloğlan masallarının güzelliğini hala unutmamıştı.
Annesiyle, babası, “fısır, fısır” konuşurlarken bir şeyler duymuş, ancak çok anlayamamıştı. Dedesinin tek başına yaşadığı köyden ziyaretlerine gelen köylüler, “Bize karışmak düşmez, ama babanızı yanınıza alsanız iyi olur. Zavallı artık kendi kendini idare edemiyor,” demişlerdi.
Ninesi öldükten sonra dedesi iyice çökmüştü. Annesinin ısrarlarına rağmen yanlarına gelmeyi reddetmiş, “Yahu, siz gelin benim yanıma, burası daha güzel,” diye diretmişti.
Annesi, “Ah be babacım, inat etme! Hiç mi özlemiyorsun bizi. Tek başına burada yaşayıp da ne yapıyorsun? Gel de torunun dedesine doysun,” demiş, yine ağlamaya başlamıştı.
Dedesi, bu kız yine niye ağlıyor, diye yüzüne bakıp lahavle çekmişti.
Böyle olunca çaresiz geri dönmüşlerdi, ama daha altı ay geçmeden köyden yine haberler gelmeye başlamıştı. Köylüler kendi aralarında “Efe torunu koskoca Ahmet Efendi ne hallere düştü. Yarım akıllı bir ihtiyarcık oldu,” diye konuşuyorlardı.
Kapının aralığında bir adamın babasına “Zavallı adam, koltuğunun altına bir lastik top alıp sokağa çıkıyor. Çocukların arasına karışıp oynuyor, sonra yorulunca karşısına çıkan ilk eve girip, evin hanımına ‘anne ben çok açıktım, yemek hazır mı?” diye soruyor, diye anlattığını duymuştu.
Babası:
“E, iyi de bunda ne kötülük va ki akideş?” diye sormuştu babası.
“Fenalık yok da geçen gün de bi komşunun evine gidip, ‘hanım tarlada çok yoruldum, yemek hazırsa hemen sofraya oturalım demiş.”
Babası bir şey diyememiş, köylü devam etmişti:
“Hepimizin, evi barkı, karısı vaa di mi? Böyle giderse gerisini sen düşün gari…”
Annesiyle, babası, bir kez daha şanslarını denemek için köye gitmişler, “Torunun akşamları, ben dedemi özledim diye ağlıyor, uyuyamıyor,” diye bir yalan uydurmuşlardı.
Adamcağız:
“Vah tosunum, vah garibim, kıyamam ben ona!” deyip, sonunda, “Tamam oğlanın hatırı için bir haftalığına gelirim,” diye razı olmuştu.
Koşa koşa bahçeden içeri girdi. Dedesi odasında divanın üzerinde bağdaş kurmuş, çayını yudumluyordu.
Teyzesinin odasının karşısındaki odada birlikte kalacaklardı. İyi vakit geçireceklerinden kuşkusu yoktu.
***
Başlangıçta öyle de oldu.
Dedesinin gelmesine sevinmişti, ama sonraları anlattığı masallar onu ürkütmeye başlamıştı. Geceleri uyumadan önce anlattıkları eskiden olduğu gibi eğlenceli Keloğlan masalları, Nasrettin Hoca fıkraları değildi. Kafdağının arkasındaki tek gözlü devler,  Şahmeran, ejderhalar, canavarlar, alkarısı, karakoncolos, cinler, periler…
Masalların ortasında “Dede yaaa, korkuyorum,” diye sarılıp, ağlamaya başlıyordu.
Her şeyden korkmaya başlamıştı.
Bir keresinde akşam karanlığında birlikte mezarlığın yanından geçerlerken havada uçan beyaz bir şey gördüler.
“Dede bak, hayalet!”
Dedesi, o tarafa doğru baktı, arkasına bakmadan tek başına kaçmaya başladı.
“Dede, beni bırakma, korkuyorum,” diye bağırsa da adam önden koşmaya devam etti.
Nefes nefese, durmadan eve kadar koştular.
“Dede yeter artık, koşma hayalet peşimizden gelmiyor,” diye bağırdığında ancak durabildi adamcağız.
Uçuşan beyaz şeyin aslında mezarlığa yakın bir evde oturan Sabahat Hanım’ın yıkayıp, kuruması için ağaçların arasına astığı, rüzgarda mandallardan kurtulup havalanan eski gelinliğinden başka bir şey olmadığını anlayamamışlardı.
Babası evde fazla kalmazdı. Kamyoncuydu. Kasabanın sebzesini, meyvesini uzak şehirlere taşırdı. Oralardan bir yük bulursa onları da alır getirirdi. Gündüz sıcağına, yolun kalabalığına yakalanmamak için gecenin karanlığında kalkar yola çıkardı.
Motor sesini duyar duymaz pencereye koşardı. Bahçe kapısından çıkan babasının kamyonu zifiri karanlıkta virajları döne, dolaşa dağlara tırmanıp, uzaklaşırdı. Kırmızı stop lambaları kaybolana kadar peşinden bakardı.
Karanlığın içinde kim bilir neler vardı? Devler, ejderhalar, cinler, periler… Bunların iyileri de vardı, kötüleri de. İyilerinin babasını koruması için tanrıya yalvarırdı. Yollarda babasının başına kötü bir şeyler gelir mi diye endişelenir, ta ki babası bir sabah eve dönene kadar huzur bulmazdı.
Karanlıktan iyiden iyiye korkmaya başlamıştı.
Yatağına dönüp, yorganını başına çekip yatardı. Ta ki bahçedeki horozun yırtınırcasına ötmesine kadar. Onların da kendisi haber verdiği için güneşin doğduğunu zanneden bir horozları vardı. Sabahın köründe avaz avaz, çırpınarak öterdi: Üüü ürüüü üüüü.
***
Çamlıkta pikniğe gittikleri bir günün akşamüstünde dedesi, daha bahçe kapısından girerken “Hadi saklambaç oynayalım, ben ebeyim,” demişti.
Eve doğru koştu, merdivenlerden basamakları ikişer ikişer atlayarak çıktı.
Öyle bir yere saklanmalıydı ki, dedesi ne kadar ararsa arasın bulamasın. Mutfaktaki masanın ya da annesiyle babasının yataklarının altına mı, yoksa balkona mı?
Çok düşünecek zamanı yoktu. Teyzesinin odasındaki elbise dolabına saklanmaya karar verdi. Daha önce de buraya saklanmıştı, dedesi bulamamıştı. Belki de teyzesi artık yetişkin bir genç kız olduğu için kimse odasına girmek istemiyordu.
Teyzesinin dolabının kapağını açtı. Daha içine giremeden, dehşet içinde gerisin geriye kaçmaya başladı.
Annesinin eteklerine yapışıp, “Anaaa, teyzemin dolabında cin var!” diye bağıra bağıra ağlamaya başladı.
Üzerinde geceliği, saçı başı dağılmış bir halde koşa koşa gelen teyzesi kolundan yakalayıp, çimdiği basıp, ensesine de bir tokat attı:
“Sende utanma yok mu çocuk, nasıl destursuz girersin benim odama?!”
Annesi, onu yatıştırmaya çalışırken, dedesine çıkıştı:
“Baba, n’apıyosun sen? Görmüyo musun bak, oğlanı deliye çevirdin. Yok mu başka anlatacak masallar? Yok cinmiş, periymiş, canavarmış… Başka bi şey konuştuğu yok.”
***
Dedesine ona bir daha cinli, perili masallar anlatmaması için binbir ricada bulundular.
O da sözünü tuttu, bu olaydan sonra yeniden Keloğlan masalları, Nasrettin Hoca fıkraları anlatmaya başladı.
Bir hafta geçmiş ya da geçmemişti annesinin peşinden pazara gittiklerinde aniden sebze, meyve tezgahlarının arkasında dolaptaki cini yeniden karşısında gördü.
Hemen tanımıştı.
Görünüşte diğer pazarcılardan farklı bir hali yoktu. Beline bağlı bir pazarcı önlüğü vardı. Bir müşterisi için kesekağıdına domates dolduruyordu.
Korkudan beti benzi atmıştı, “Anaaa bak, teyzemin dolabındaki cin burada!”
Kadın daha başını çeviremeden pazarcı,  sebze, meyve sandıklarının arkasına kaçıp, kayboldu.
Annesi:
“Yeter gari çocuk, sen daha dedenin uydurduğu masallardan kurtulamadın mı?” diye azarladı onu.

No comments: