Dolaptaki cin
Annesi, “Hadi gene çocuk şanslısın,
deden bizde kalacak. Aynı odada yatacaksınız, sana bol bol masal anlatır artık,”
dediğinde çok sevinmişti.
Sevinçten “Of be, yaşasın!”
diye bir nara atmıştı. Ama ne bilsin başına gelecekleri.
Dedesini çok severdi, ancak
köyde yaşadığı için çok göremez, hep özlerdi. Daha küçükken anlattığı Keloğlan
masallarının güzelliğini hala unutmamıştı.
Annesiyle, babası, “fısır,
fısır” konuşurlarken bir şeyler duymuş, ancak çok anlayamamıştı. Dedesinin tek
başına yaşadığı köyden ziyaretlerine gelen köylüler, “Bize karışmak düşmez, ama
babanızı yanınıza alsanız iyi olur. Zavallı artık kendi kendini idare
edemiyor,” demişlerdi.
Ninesi öldükten sonra dedesi
iyice çökmüştü. Annesinin ısrarlarına rağmen yanlarına gelmeyi reddetmiş,
“Yahu, siz gelin benim yanıma, burası daha güzel,” diye diretmişti.
Annesi, “Ah be babacım, inat
etme! Hiç mi özlemiyorsun bizi. Tek başına burada yaşayıp da ne yapıyorsun? Gel
de torunun dedesine doysun,” demiş, yine ağlamaya başlamıştı.
Dedesi, bu kız yine niye
ağlıyor, diye yüzüne bakıp lahavle çekmişti.
Böyle olunca çaresiz geri
dönmüşlerdi, ama daha altı ay geçmeden köyden yine haberler gelmeye başlamıştı.
Köylüler kendi aralarında “Efe torunu koskoca Ahmet Efendi ne hallere düştü.
Yarım akıllı bir ihtiyarcık oldu,” diye konuşuyorlardı.
Kapının aralığında bir adamın
babasına “Zavallı adam, koltuğunun altına bir lastik top alıp sokağa çıkıyor.
Çocukların arasına karışıp oynuyor, sonra yorulunca karşısına çıkan ilk eve
girip, evin hanımına ‘anne ben çok açıktım, yemek hazır mı?” diye soruyor, diye
anlattığını duymuştu.
Babası:
“E, iyi de bunda ne kötülük va
ki akideş?” diye sormuştu babası.
“Fenalık yok da geçen gün de
bi komşunun evine gidip, ‘hanım tarlada çok yoruldum, yemek hazırsa hemen
sofraya oturalım demiş.”
Babası bir şey diyememiş, köylü
devam etmişti:
“Hepimizin, evi barkı, karısı
vaa di mi? Böyle giderse gerisini sen düşün gari…”
Annesiyle, babası, bir kez
daha şanslarını denemek için köye gitmişler, “Torunun akşamları, ben dedemi
özledim diye ağlıyor, uyuyamıyor,” diye bir yalan uydurmuşlardı.
Adamcağız:
“Vah tosunum, vah garibim,
kıyamam ben ona!” deyip, sonunda, “Tamam oğlanın hatırı için bir haftalığına
gelirim,” diye razı olmuştu.
Koşa koşa bahçeden içeri
girdi. Dedesi odasında divanın üzerinde bağdaş kurmuş, çayını yudumluyordu.
Teyzesinin odasının
karşısındaki odada birlikte kalacaklardı. İyi vakit geçireceklerinden kuşkusu
yoktu.
***
Başlangıçta öyle de oldu.
Dedesinin gelmesine
sevinmişti, ama sonraları anlattığı masallar onu ürkütmeye başlamıştı. Geceleri
uyumadan önce anlattıkları eskiden olduğu gibi eğlenceli Keloğlan masalları,
Nasrettin Hoca fıkraları değildi. Kafdağının arkasındaki tek gözlü devler, Şahmeran,
ejderhalar, canavarlar, alkarısı, karakoncolos, cinler, periler…
Masalların ortasında “Dede
yaaa, korkuyorum,” diye sarılıp, ağlamaya başlıyordu.
Her şeyden korkmaya
başlamıştı.
Bir keresinde akşam karanlığında
birlikte mezarlığın yanından geçerlerken havada uçan beyaz bir şey gördüler.
“Dede bak, hayalet!”
Dedesi, o tarafa doğru baktı,
arkasına bakmadan tek başına kaçmaya başladı.
“Dede, beni bırakma,
korkuyorum,” diye bağırsa da adam önden koşmaya devam etti.
Nefes nefese, durmadan eve
kadar koştular.
“Dede yeter artık, koşma
hayalet peşimizden gelmiyor,” diye bağırdığında ancak durabildi adamcağız.
Uçuşan beyaz şeyin aslında mezarlığa
yakın bir evde oturan Sabahat Hanım’ın yıkayıp, kuruması için ağaçların arasına
astığı, rüzgarda mandallardan kurtulup havalanan eski gelinliğinden başka bir
şey olmadığını anlayamamışlardı.
Babası evde fazla kalmazdı.
Kamyoncuydu. Kasabanın sebzesini, meyvesini uzak şehirlere taşırdı. Oralardan
bir yük bulursa onları da alır getirirdi. Gündüz sıcağına, yolun kalabalığına
yakalanmamak için gecenin karanlığında kalkar yola çıkardı.
Motor sesini duyar duymaz
pencereye koşardı. Bahçe kapısından çıkan babasının kamyonu zifiri karanlıkta
virajları döne, dolaşa dağlara tırmanıp, uzaklaşırdı. Kırmızı stop lambaları
kaybolana kadar peşinden bakardı.
Karanlığın içinde kim bilir
neler vardı? Devler, ejderhalar, cinler, periler… Bunların iyileri de vardı,
kötüleri de. İyilerinin babasını koruması için tanrıya yalvarırdı. Yollarda
babasının başına kötü bir şeyler gelir mi diye endişelenir, ta ki babası bir
sabah eve dönene kadar huzur bulmazdı.
Karanlıktan iyiden iyiye
korkmaya başlamıştı.
Yatağına dönüp, yorganını
başına çekip yatardı. Ta ki bahçedeki horozun yırtınırcasına ötmesine kadar.
Onların da kendisi haber verdiği için güneşin doğduğunu zanneden bir horozları
vardı. Sabahın köründe avaz avaz, çırpınarak öterdi: Üüü ürüüü üüüü.
***
Çamlıkta pikniğe gittikleri bir
günün akşamüstünde dedesi, daha bahçe kapısından girerken “Hadi saklambaç
oynayalım, ben ebeyim,” demişti.
Eve doğru koştu,
merdivenlerden basamakları ikişer ikişer atlayarak çıktı.
Öyle bir yere saklanmalıydı
ki, dedesi ne kadar ararsa arasın bulamasın. Mutfaktaki masanın ya da annesiyle
babasının yataklarının altına mı, yoksa balkona mı?
Çok düşünecek zamanı yoktu.
Teyzesinin odasındaki elbise dolabına saklanmaya karar verdi. Daha önce de
buraya saklanmıştı, dedesi bulamamıştı. Belki de teyzesi artık yetişkin bir
genç kız olduğu için kimse odasına girmek istemiyordu.
Teyzesinin dolabının kapağını
açtı. Daha içine giremeden, dehşet içinde gerisin geriye kaçmaya başladı.
Annesinin eteklerine yapışıp,
“Anaaa, teyzemin dolabında cin var!” diye bağıra bağıra ağlamaya başladı.
Üzerinde geceliği, saçı başı
dağılmış bir halde koşa koşa gelen teyzesi kolundan yakalayıp, çimdiği basıp,
ensesine de bir tokat attı:
“Sende utanma yok mu çocuk,
nasıl destursuz girersin benim odama?!”
Annesi, onu yatıştırmaya
çalışırken, dedesine çıkıştı:
“Baba, n’apıyosun sen? Görmüyo
musun bak, oğlanı deliye çevirdin. Yok mu başka anlatacak masallar? Yok cinmiş,
periymiş, canavarmış… Başka bi şey konuştuğu yok.”
***
Dedesine ona bir daha cinli,
perili masallar anlatmaması için binbir ricada bulundular.
O da sözünü tuttu, bu olaydan
sonra yeniden Keloğlan masalları, Nasrettin Hoca fıkraları anlatmaya başladı.
Bir hafta geçmiş ya da
geçmemişti annesinin peşinden pazara gittiklerinde aniden sebze, meyve
tezgahlarının arkasında dolaptaki cini yeniden karşısında gördü.
Hemen tanımıştı.
Görünüşte diğer pazarcılardan
farklı bir hali yoktu. Beline bağlı bir pazarcı önlüğü vardı. Bir müşterisi
için kesekağıdına domates dolduruyordu.
Korkudan beti benzi atmıştı, “Anaaa
bak, teyzemin dolabındaki cin burada!”
Kadın daha başını çeviremeden
pazarcı, sebze, meyve sandıklarının
arkasına kaçıp, kayboldu.
Annesi:
“Yeter gari çocuk, sen daha
dedenin uydurduğu masallardan kurtulamadın mı?” diye azarladı onu.
No comments:
Post a Comment