Bankacının Kasabası
M. Hakkı Yazıcı
Ferruh
Bey, kasabadan değildi. Yöreden
birilerinin eşi, dostu, akrabası falan da değildi. Ve hatta daha önce
buralardan bir tanıdığı da olmamıştı. Daha önceleri gelmişliği, kasabanın
yakınından geçmişliği bile yoktu desek doğru olur. Ama o, burayı seçmişti.
Niyeti
hayatının daha sonraki diliminde yaşayacağı uygun bir yer bulup yerleşmekti.
Burası
ilk baktığı yer değildi. Karar vermesi zaman almış; uzunca bir süre düşünmüştü.
Aylarca arabasıyla dağ bayır gezmiş, dolaşmıştı.
Doğrusunu
söylemek gerekirse yerinde bir seçimdi. Denize biraz uzaktı, ama doğası çok
güzeldi buraların. En sıkı şairler bile bu güzelliği hakkıyla anlatmakta aciz
kalırdı.
Bir
ilkbahar günü geldiğinde hani ilk görüşte aşk denir ya, aniden böyle bir
duyguya kapılmış; dağlarla çevrili yemyeşil koca bir ovanın ortasında sevimli
bir adacık olan, eski Rum evlerinin süslediği bu kasabayı sevmiş, bir süre burada
kalmıştı.
Gerçi arabasıyla dağın
arkasından tatlı virajları dönerek, yokuş aşağı inerken karşılaştığı manzara
muhteşemdi; güzel, güneşli pırıl pırıl bir gündü, sabahın erken saatlerinde
yağan kısa bir yağmur sonrasında bulutlar aralanmış, gökkuşağı kendini
göstermişti, bahar çiçekleriyle süslü tepeler bir renk cümbüşü içindeydi; bu
görüntüden etkilenmemek mümkün değildi, ancak onun kararını vermesine neden
olan daha güçlü gerekçeleri vardı.
Ferruh Bey, yöreyi
sevmişti; ama o, asıl insanlarını çok sevmişti.
Önceleri yabancılara
karşı kuşkulu bir mesafe içinde olan bu insanların yüreklerinin
derinliklerindeki iyilikleri hemen sezmişti.
Burada bazı küçük
yerlerin en güzel tarafı olan şeyi, gitgide kalabalıklaşan şehirlerdeki
yalnızlaşan insanların aksine, birbirine saygılı, birbirini seven ve olumsuza
direnen güzel kasabaların güzel insanlarının var olduğunu farketmişti.
Bu insanlar, yeter ki
birisini sevmesin akan suyu bile durdururlardı. Biraz abartılı oldu belki, ama kesinlikle
gerçeklik payı var.
Bir süre sonra karısını
da getirmiş. Uzun yıllar çalışırken kenarda biriktirdiği dünyalıkları ile de
bir kaç dönümlük bağ almıştı.
Arazinin
içinde zaten bir bağ evi vardı. Gerçi ona yeterdi, ama yetinmedi; evin,
çevrenin biraz elini, yüzünü düzeltince yaşanacak güzel bir mekana dönüştürdü.
Kasabalılar, önceleri, bu
adam da hani o artık çok duyduğumuz, hep söylenen “Bıktım artık bu şehrin
keşmekeşinden, karmaşasından , kalabalığından, insanlarının hoyratlığından; biz
karar verdik Ege’de güzel bir kasabaya yerleşiyoruz. Havası güzel, denizi çok
hoş, sonra yediğin, içtiğin taze, sağlıklı,” diyen çok sayıdaki büyük şehir
insanlarından biri işte diye çok umursamamışlardı.
Gerçi o da büyük “plaza”larda
toprağa ve bitkiye el sürmeden uzun saatler çalışan iş insanlarından biriydi. Uzunca
yıllar çalışıp, kağıt yığını içinde artık boğulacak hale gelmiş, iyice
bunalmıştı. Sonunda direncini kaybetmiş, aniden doğayla iç içe olmak isteği doğmuştu.
Daha da ötesi içinde
bulunduğu tekdüze yaşamın ona daha fazla para dışında bir mutluluk sağlamayacağını
anlamıştı.
Çocuklar da büyüyüp, artık
kendi başlarının çaresine bakacak hale geldiklerine göre...
Karısının da hiç
itirazı olmamıştı ve hatta sevinmişti.
Oysa iyi bir kazancı,
işinde itibarı vardı. Bankanın müfettiş yardımcılığından başlayarak tepelere
kadar yükselmişti.
Aldığı ani karar
duyulunca iş çevresinde şaşkınlıkla karşılanmıştı. Önceleri olur böyle bazen,
zavallı, yoğun iş temposundan, ağır sorumluluklardan bunalmıştı, geçer diye
düşünmüşlerdi.
Ancak onların düşündüğü
gibi olmadı, istifasını bastı. İstanbul’daki evini kapatıp, karısıyla birlikte kasabanın
yolunu tuttu.
Eşyalarını arabasının
bagajına yerleştirirken apartmanlarının Sivas’lı kapıcısı Fehmi Efendi, “Abi,
biz kendimizi gurtarmak için köyden şeere geldik, sen şincik şeerden köye mi
gidiyon?” diye anlamazlığını ifade etmişti.
İlkin bir emekli sakalı
bıraktı, sonra saçını uzatıp arkadan bağlayıp at kuyruğu yaptı.
Karısı bu haline
gülüyordu, “Madem böyle bir hevesin vardı, bari öğrenciliğinde yapsaydın,”
diyordu.
Halbuki o
öğrenciliğinde de tertemiz, ütülü gömleği, pantolunu olmadan sokağa adımını
atmazdı. Onu traşsız gören hiç olmamıştı.
Demek ki zavallı bütün
bu arzularını içine gömmüştü onca zaman.
Sonrasında malum bankacılık
yılları...Giydiği lacivert takım elbisesi, beyaz kolalı gömleği ve özenle
seçilmiş desenli ipek kravatıyla ciddi bankacı görüntüsünü destekleyen Ferruh
Bey, hızla kariyer hedefinde ilerlemişti.
Uzun yıllar boyunca
içinde kalıp da yapamadığı her şeyi, ama her şeyi tek tek uygulamaya başlamıştı.
Çocukluğundan
beri hayali olan bir motosiklet aldı.
Hadi sakalı neyse,
“Hacı amca,” deyip geçerlerdi, ama ya o, böyle şeylere pek alışık olmayan
köylüleri ilk görüşte hoplatacak atkuyruklu saçı!..
Aslında bu yaptıkları
köylülerin ondan uzak durmasını pekiştirecek şeylerdi. Hayatında yeni bir sayfa
açmak isteyen, buralara yeni bir serüven için yolu düşen bir şehir züppesi
görüntüsüne sahip olmak için her şey vardı üstünde.
***
Ne kasabalılar, ne de o,
birbirlerini çok seveceklerini başlangıçta hiç bu kadar ummamışlardı.
Kasabalılar, ilk yıl
boyunca ona karşı bütün yabancılara yaptıkları gibi saygılı, ancak mesafeli
oldular.
Onun
da herkes gibi bir adı vardı: Ferruh. Bankacı Ferruh Bey… Ama köylüler
mesleğini öğrendikten sonra arkasından adıyla değil, sadece “bankacı” diye konuşmaya
başladılar. Bankacı aşağı, bankacı yukarı… Bunda kuşkusuz biraz dalga geçme
payı da vardı.
Önceleri
çok güldüler, “Bankacıdan da bağcı mı olur?” diye.
Yetmezmiş
gibi aldığı bağ da yörenin en sorunlu arazilerinden biriydi.
Bunu anladığında bile
keyfi kaçmadı, “Tamam, belki ucuza aldın da,...” diye kazıklandığını ima
edenlere cevabı hep o bildik sözdü: “Bakarsan bağ olur...”
“Alemin adamı çölleri
yeşertiyorsa, ben niye yapamayayım ki,” diye işe girişti.
Ziraat fakültelerinin bütün
ders kitaplarını toplayıp getirdi. Yurtdışından
İngilizce kitaplar getirtti. Sabahlara kadar okudu.
Köylülerin
hepsi çok eğlendiler. Öyle ya, bağcılık kitaptan mı öğrenilirdi?
Aldırmadı.
Sonra
köylülerden ve kitaplardan öğrendiklerini kendi bağında uyguladı.
Gelen
geçen köylüler aralarında konuşuyorlardı.
“Bankacı
meğer doğayı ne de çok sevemiş!”
Kamyonet
kasaları dolusu organik madde taşıyıp, öğütüp, kompost yaparak, törf ekleyerek,
hayvan gübresi katarak toprağın su tutma kapasitesini arttırdı.
Gününün
büyük bir kısmını bağında geçiriyordu.
Arasıra
umutsuzluğun onun yakınından da hafif bir esinti gibi gelip geçtiği olmuyor
değildi. Yorgun anlarında bir ağacın gölgesinde otururken düşüncelere
dalıyordu.
Dünya
çapındaki çevre felaketi, türlerin yıkımı kendi bahçesine de yansımıştı. Sadece
onun bahçesine değil, tüm ovalara ve dağlara da yansıyordu.
Güneşin
altında serinleten rüzgar, bir dost nasihatı vermek istercesine sanki kulağına
fısıldıyordu:
“İklim
değişikliği karşısında çaresizsin bankacı. Vaktini boşa harcama, vazgeç bu deli
sevdadan.”
Aldırmayacak,
yılmayacaktı.
Bağı
ise sanki şöyle söylüyordu:
“Siz
insanlar altıncı büyük yıkımın sebebisiniz. Sizin yüzünüzden her yıl binlerce
tür yok oluyor, ama onlarla birlikte siz de geleceğinizi öldürüyorsunuz.”
Bir
yandan çalışıp, bunları düşünürken gülüyordu.
Doğru
lafa ne denir? Ama yine de bir şeyler yapmak gerekiyordu.
Artık
genç değildi, ama “Valla, ben doğal ömrümü tamamlarım. İstersem keyfime de
bakarım,” diyemezdi.
***
Çalışmaya
devam etti.
Emekleri
yavaş yavaş karşılığını vermeye başladı, bağı yeşillendi.
Şehirden
aldığı zirai malları kasabaya taşıtırken tanıştığı, ahbap olduğu bir de yakın
arkadaş edinmişti kendisine: Kamyonetçi Mustafa, namı diğer Sarı Mustafa.
Sarılığı
saçlarının rengindendi. Kamyonetinin arkasında “Tanıdın mı Sarıyı?” yazdırmıştı.
Yollarda sollayıp geçtiği arabaların şoförlerine nispet olsun diye...
Yöredeki
hemen herkes tanırdı Mustafa’yı, tanımayanlar da kamyonetiyle yanlarından tozu
dumana katarak geçtikten sonra tanıyordu.
Kasabanın
bitirimlerindendi. Gülüp, konuşmasını; yemesini, içmesini severdi. Muzipti.
Bankacı
Ferruh Bey ile Sarı Mustafa’nın ilk karşılaşmaları bir sabah erken saatlerde
karayolunda olmuştu. Ferruh Bey, motosikletiyle kasabadan İzmir’e giderken
kamyonetiyle yanından hızla, tozu toprağı kaldırarak geçmişti. Kamyonetin
arkasındaki yazıyı görünce hoşuna gitmişti. “Görürsün sen şimdi,” deyip,
motorunu topuklamış, onu geçmiş, sonra da arkasına dönüp, “Sen de Bankacıyı
gördün mü?” dercesine gülmüştü.
Haliyle
Sarı Mustafa’yı ifrit etmişti.
Ferruh
Bey, sonra, işi didişmeye vardırmamak için onun geçmesine izin vermişti. Bir
kaç kilometre ileride bir istasyonda benzin almaya girdiğindeyse, o da durmuş,
yanına gitmiş, şakalaşmış; böylece “Sarıyı tanıyanlar” arasına katılmıştı.
Ferruh
Bey’in İzmir’den alacağı malzemeleri taşıtmak için birilerine ihtiyacı vardı.
Mustafa’yla işle ilgili başlayan tanışıklıkları çok geçmeden sıkı bir dostluğa
dönüştü.
En
önemli destekçilerinden biri oldu. Bankacı’nın gayretine hayrandı. Onun uzun
denemelerden sonra ürettiği şarabı ilk tadan da o oldu.
Bir
gün köylüler Sarı Mustafa’yı sabaha karşı bir elektrik direğinin dibinde şarap
şişesine sarılmış, sızmış, uyuyorken buldular.
Bankacı
ile eğlenip, gülen köylülerin hedefine böylece Mustafa da girmiş oldu.
Ancak
bu uzun sürmedi.
Yaptıklarına
gülen köylüler, Bankacı’nın imal ettiği şarap Fransa’daki hatırı sayılır bir
yarışmada ödül kazanınca onu ciddiye almaya başladılar.
Bankacı,
kendi öğrendiği yetmezmiş gibi, babadan, dededen bağcı olan köylülere de
öğretmeye başladı bildiklerini. Gününün bir yarısını kendi bağında, diğer
yarısını da komşularının bağında onlara destek olmak için geçiriyordu.
Arada
kendisiyle eskiden dalga geçen köylülere laf sokuşturmadan da geri kalmıyordu:
“Bakarsan
bağ olur, bakmazsan dağ olur.”
Ferruh
Bey’le vaktiyle dalga geçen köylülerin derdi artık Bankacı’dan sonra
hangilerinin daha kaliteli şarabı üretecekleri iddiasıydı.
Derin
bir dostluk oluştu aralarında.
***
Keşke
her şey böyle gidebilseydi.
Nazar
mı değdi demek lazım?
Bankacı’nın
aniden sağlığı bozuldu. Önceleri önemsemeyip, aldırmadı. Ama sonra karısının
ısrarıyla kasabanın sağlık merkezine gitti.
Doktor,
bilgili ve iyi bir insandı; ama çaresizce ellerini iki yana açıp, “Maalesef bizim
cihazlarımız yeterli değil, burada teşhis koyabilmemiz mümkün değil,” deyince
İstanbul yolu gözükmüştü.
Bankacı,
tedavi ve teşhis için karısını da yanına alıp bir süreliğine İstanbul’a gitti.
Döndüğünde
o uzatıp, arkadan atkuyruğu yapıp bağladığı saçlarından eser yoktu.
Onu
o halde gören Sarı Mustafa yıkıldı.
İş
ciddi idi, ama Bankacı ümitsiz değildi; bu hastalığı yeneceğine inanıyordu.
Mustafa,
önce çok üzülmüştü, ancak onun direncini görünce dostunun bir badireyi
atlatacağına inandı; ona destek için o da saçlarını kazıttı.
Eskisini
bilmeyen onun sarışın olduğunu bile anlayamazdı.
***
O
haliyle kahveye girdiğinde köylüler, “Ne o ülen Mıstaa, kel mi oldun yoksa sen!”
diye bağrıştılar.
Tarlasından
daha yeni dönmüş Urgancıların Salih, arkasından gizlice yanaşıp, kirli
elleriyle kafasını okşayarak "Sihirli cam küre, bi deyive bene, havala nassı gidcek, mahsul bu
sene iyi mi olcek gari?"
İşin aslını öğrenince
kahvedekileri de bir keder aldı. Şakalarının ne kadar tatsız olduğunu
anladılar.
Kimse konuşmuyor,
gülmüyordu.
Ertesi günü sanki
herkes sözleşmiş gibi kahveye saçlarını kazıtıp geldi.
Kasabanın
iki berberi de akşamın geç saatlerine kadar dolup taşmıştı.
Birbirini
gören herkes gülme krizine kapılıyordu, kendilerini zor tutuyorlardı.
En
çok şaşırıp, gülen de köylülerin karıları olmuştu:
“Aboov,
bizim herif kel oluvemiş!” deyip kahkahalarını salıveriyorlardı.
Bu durum komşu
kasabalardan, köylerden de duyulmuştu; “Ne o yahu, sizin kasabada saçkıran
salgını felan mı va?” diye soruyorlardı.
Orada
saçkıran falan yoktu, birisini sevmek ve destek vardı.
Haberi
Bankacı’ya kadar gitti. Çok duygulandı, mutlu oldu. Ne de olsa sevildiğini
bilmekten iyi bir duygu yoktu.
Burada
gerçek dostlarının olduğunu bir kere daha anladı, ama bunun hastalığına faydası
olur muydu?
Belki
olurdu. O, buna inandı. Yenecekti bu lanet hastalığı.
***
Aradan
aylar geçmişti, bir gün Bankacı, arabasını kahvenin önünde durdurdu.
İçeri
girip, içerdekilere “Akideşler, merhabayın!” diye seslendi.
Onlar gibi “Akideş”
demişti.
Kahvedeki herkes o
gelince ayağa kalktı. Dışarıdan bakınca kahvehane Ferruh Bey dahil, saçları
kazınmış adamlarla doluydu. Komik, garip bir durum vardı bilmeyenler için. Ona
da komik gelmişti, kahkahalarla gülmeye başladı. Onun kahkahalarına diğerleri
de eşlik etti.
“Dostlar, bu sağlık
işini buradan idare etmek zor; ben bir müddet İstanbul’da olacağım. Merak
etmeyin, turp gibi döneceğim,” deyip ve vedalaştı.
Köylüler, özellikle de
Sarı Mustafa, aylarca bir gün “Turp gibi”, iyileşmiş olarak dönecek diye onu beklediler.
Saçlarını kazımaya
devam ettiler.
Civar köylerden durumu
anlamayanların alay konusuydu bu.
Her kimse komşu
köylerden bir yumurcak karayolundaki köy sapağındaki tabeladaki kasabanın isminin
üstünü çizip, “Keloğlan’ın köyü” diye yazmıştı.
Mustafa, bu haberi
alınca bir boya kutusuyla, bir fırçayı kaptığı gibi gidip, o yazıyı sildi, üstüne
“Bankacının kasabası” yazdı.
***
Bankacı’nın yokluğunda köylüler,
onun bağına da bakıp, üzümünü toplayıp, onun o artık ünlenmiş şarabından
yaptılar.
Dönüşü
uzayınca meraklandılar. Ama bankacı, ne bir adres, ne de irtibat kurulabilecek
bir telefon bırakmıştı.
Hiç
haber yoktu.
Aylar
geçmişti, ama kasabalılar, onun yokluğunda da saçlarını kazıtmaktan
vazgeçmemişlerdi.
En
fazla kederlenen kuşkusuz Sarı Mustafa idi.
Bir
sabah onu yine bir elektrik direğinin dibinde şarap şişesine sarılmış, sızmış
uyurken buldular.
Sonrasında
Mustafa da üç ay ortadan kayboldu. Bazıları onun Bankacı’yı bulmak, haber almak
için İstanbul’a gittiğini söylediler.
Bir
gün Sarı Mustafa, kasabanın kahvesine aniden giriverdi.
Önceki
akşam dönmüştü. Sarı saçları yine eskisi gibi lüle lüleydi.
En
dipteki masalardan birine oturdu.
Herkes,
oturduğu yerden kalkıp, çevresini sardı. Mustafa’nın dışındaki herkesin saçı
kazınmış haldeydi. Meraklı gözlerle konuşmasını bekliyorlardı.
Mustafa’da
tık yoktu.
Arka
masadan Himmet Emmi, dayanamadı:
“Ülen
oğlum Mıstaaa, adamı deli etme de konuş gari! Bankacıdan habeğ va mı?”
Mustafa,
kahvecinin getirdiği çayını yudumlarken bir şeyler söylemeye çalıştı, ama sözcükler
boğazında düğümlendi.
Eliyle
“Anlasınız artık gari,” der gibilerinden yeniden uzatmaya başladığı sarı saçlarını
gösterdi.
Ardından
kahvede bulunan herkes derin bir iç çekti.
Himmet
Emmi, Sarı Mustafa’nın konuşmasını beklemeden, “Öfff, ben dayanamicem,” deyip,
gözleri dolu, ayağa fırlayıp, kapıya yöneldi.
Mustafa,
çayından bir yudum daha alıp, konuşmaya tam başlayacaktı ki kahvenin
girişindeki patırtı üzerine başlarını o yöne çeviren köylüler kapının önünde
çarpışıp biri bir tarafa, diğeri öbür tarafa yere yıkılan Himmet Emmi ile
Bankacı’yı gördüler.
Bankacı’nın
sırtında taşıdığı çuval da bir başka tarafa savrulmuş, içindekiler yere dökülmüştü.
Bankacı,
yerdeki paketleri gösterip, “Tohumlar,” dedi, çuvalı düşürdüğü için mahcup, ama
mutlu, sırıtıyordu. Onun da saçları uzamaya başlamıştı. “Organik tohumlar, bir
yerlerden bulup getirdim. Hepimize yeter.”
No comments:
Post a Comment