09 November 2019

Bankacının kasabası (Öykü) / M. Hakkı Yazıcı



Bankacının Kasabası

M. Hakkı Yazıcı


Ferruh Bey, kasabadan değildi. Yöreden birilerinin eşi, dostu, akrabası falan da değildi. Ve hatta daha önce buralardan bir tanıdığı da olmamıştı. Daha önceleri gelmişliği, kasabanın yakınından geçmişliği bile yoktu desek doğru olur. Ama o, burayı seçmişti.
Niyeti hayatının daha sonraki diliminde yaşayacağı uygun bir yer bulup yerleşmekti.
Burası ilk baktığı yer değildi. Karar vermesi zaman almış; uzunca bir süre düşünmüştü. Aylarca arabasıyla dağ bayır gezmiş, dolaşmıştı.
Doğrusunu söylemek gerekirse yerinde bir seçimdi. Denize biraz uzaktı, ama doğası çok güzeldi buraların. En sıkı şairler bile bu güzelliği hakkıyla anlatmakta aciz kalırdı.
Bir ilkbahar günü geldiğinde hani ilk görüşte aşk denir ya, aniden böyle bir duyguya kapılmış; dağlarla çevrili yemyeşil koca bir ovanın ortasında sevimli bir adacık olan, eski Rum evlerinin süslediği bu kasabayı sevmiş, bir süre burada kalmıştı.
Gerçi arabasıyla dağın arkasından tatlı virajları dönerek, yokuş aşağı inerken karşılaştığı manzara muhteşemdi; güzel, güneşli pırıl pırıl bir gündü, sabahın erken saatlerinde yağan kısa bir yağmur sonrasında bulutlar aralanmış, gökkuşağı kendini göstermişti, bahar çiçekleriyle süslü tepeler bir renk cümbüşü içindeydi; bu görüntüden etkilenmemek mümkün değildi, ancak onun kararını vermesine neden olan daha güçlü gerekçeleri vardı.
Ferruh Bey, yöreyi sevmişti; ama o, asıl insanlarını çok sevmişti.
Önceleri yabancılara karşı kuşkulu bir mesafe içinde olan bu insanların yüreklerinin derinliklerindeki iyilikleri hemen sezmişti.
Burada bazı küçük yerlerin en güzel tarafı olan şeyi, gitgide kalabalıklaşan şehirlerdeki yalnızlaşan insanların aksine, birbirine saygılı, birbirini seven ve olumsuza direnen güzel kasabaların güzel insanlarının var olduğunu farketmişti.
Bu insanlar, yeter ki birisini sevmesin akan suyu bile durdururlardı. Biraz abartılı oldu belki, ama kesinlikle gerçeklik payı var.
Bir süre sonra karısını da getirmiş. Uzun yıllar çalışırken kenarda biriktirdiği dünyalıkları ile de bir kaç dönümlük bağ almıştı.
Arazinin içinde zaten bir bağ evi vardı. Gerçi ona yeterdi, ama yetinmedi; evin, çevrenin biraz elini, yüzünü düzeltince yaşanacak güzel bir mekana dönüştürdü.
Kasabalılar, önceleri, bu adam da hani o artık çok duyduğumuz, hep söylenen “Bıktım artık bu şehrin keşmekeşinden, karmaşasından , kalabalığından, insanlarının hoyratlığından; biz karar verdik Ege’de güzel bir kasabaya yerleşiyoruz. Havası güzel, denizi çok hoş, sonra yediğin, içtiğin taze, sağlıklı,” diyen çok sayıdaki büyük şehir insanlarından biri işte diye çok umursamamışlardı.
Gerçi o da büyük “plaza”larda toprağa ve bitkiye el sürmeden uzun saatler çalışan iş insanlarından biriydi. Uzunca yıllar çalışıp, kağıt yığını içinde artık boğulacak hale gelmiş, iyice bunalmıştı. Sonunda direncini kaybetmiş, aniden doğayla iç içe olmak isteği doğmuştu.
Daha da ötesi içinde bulunduğu tekdüze yaşamın ona daha fazla para dışında bir mutluluk sağlamayacağını anlamıştı.
Çocuklar da büyüyüp, artık kendi başlarının çaresine bakacak hale geldiklerine göre...
Karısının da hiç itirazı olmamıştı ve hatta sevinmişti.
Oysa iyi bir kazancı, işinde itibarı vardı. Bankanın müfettiş yardımcılığından başlayarak tepelere kadar yükselmişti.
Aldığı ani karar duyulunca iş çevresinde şaşkınlıkla karşılanmıştı. Önceleri olur böyle bazen, zavallı, yoğun iş temposundan, ağır sorumluluklardan bunalmıştı, geçer diye düşünmüşlerdi.
Ancak onların düşündüğü gibi olmadı, istifasını bastı. İstanbul’daki evini kapatıp, karısıyla birlikte kasabanın yolunu tuttu.
Eşyalarını arabasının bagajına yerleştirirken apartmanlarının Sivas’lı kapıcısı Fehmi Efendi, “Abi, biz kendimizi gurtarmak için köyden şeere geldik, sen şincik şeerden köye mi gidiyon?” diye anlamazlığını ifade etmişti.
İlkin bir emekli sakalı bıraktı, sonra saçını uzatıp arkadan bağlayıp at kuyruğu yaptı.
Karısı bu haline gülüyordu, “Madem böyle bir hevesin vardı, bari öğrenciliğinde yapsaydın,” diyordu.
Halbuki o öğrenciliğinde de tertemiz, ütülü gömleği, pantolunu olmadan sokağa adımını atmazdı. Onu traşsız gören hiç olmamıştı.
Demek ki zavallı bütün bu arzularını içine gömmüştü onca zaman.
Sonrasında malum bankacılık yılları...Giydiği lacivert takım elbisesi, beyaz kolalı gömleği ve özenle seçilmiş desenli ipek kravatıyla ciddi bankacı görüntüsünü destekleyen Ferruh Bey, hızla kariyer hedefinde ilerlemişti.
Uzun yıllar boyunca içinde kalıp da yapamadığı her şeyi, ama her şeyi tek  tek uygulamaya başlamıştı.
Çocukluğundan beri hayali olan bir motosiklet aldı.
Hadi sakalı neyse, “Hacı amca,” deyip geçerlerdi, ama ya o, böyle şeylere pek alışık olmayan köylüleri ilk görüşte hoplatacak atkuyruklu saçı!..
Aslında bu yaptıkları köylülerin ondan uzak durmasını pekiştirecek şeylerdi. Hayatında yeni bir sayfa açmak isteyen, buralara yeni bir serüven için yolu düşen bir şehir züppesi görüntüsüne sahip olmak için her şey vardı üstünde.
***
Ne kasabalılar, ne de o, birbirlerini çok seveceklerini başlangıçta hiç bu kadar ummamışlardı.
Kasabalılar, ilk yıl boyunca ona karşı bütün yabancılara yaptıkları gibi saygılı, ancak mesafeli oldular.
Onun da herkes gibi bir adı vardı: Ferruh. Bankacı Ferruh Bey… Ama köylüler mesleğini öğrendikten sonra arkasından adıyla değil, sadece “bankacı” diye konuşmaya başladılar. Bankacı aşağı, bankacı yukarı… Bunda kuşkusuz biraz dalga geçme payı da vardı.
Önceleri çok güldüler, “Bankacıdan da bağcı mı olur?” diye.
Yetmezmiş gibi aldığı bağ da yörenin en sorunlu arazilerinden biriydi.
Bunu anladığında bile keyfi kaçmadı, “Tamam, belki ucuza aldın da,...” diye kazıklandığını ima edenlere cevabı hep o bildik sözdü: “Bakarsan bağ olur...”
“Alemin adamı çölleri yeşertiyorsa, ben niye yapamayayım ki,” diye işe girişti.
Ziraat fakültelerinin bütün ders kitaplarını toplayıp getirdi. Yurtdışından İngilizce kitaplar getirtti. Sabahlara kadar okudu.
Köylülerin hepsi çok eğlendiler. Öyle ya, bağcılık kitaptan mı öğrenilirdi?
Aldırmadı.
Sonra köylülerden ve kitaplardan öğrendiklerini kendi bağında uyguladı.
Gelen geçen köylüler aralarında konuşuyorlardı.
“Bankacı meğer doğayı ne de çok sevemiş!”
Kamyonet kasaları dolusu organik madde taşıyıp, öğütüp, kompost yaparak, törf ekleyerek, hayvan gübresi katarak toprağın su tutma kapasitesini arttırdı.
Gününün büyük bir kısmını bağında geçiriyordu.
Arasıra umutsuzluğun onun yakınından da hafif bir esinti gibi gelip geçtiği olmuyor değildi. Yorgun anlarında bir ağacın gölgesinde otururken düşüncelere dalıyordu.
Dünya çapındaki çevre felaketi, türlerin yıkımı kendi bahçesine de yansımıştı. Sadece onun bahçesine değil, tüm ovalara ve dağlara da yansıyordu.
Güneşin altında serinleten rüzgar, bir dost nasihatı vermek istercesine sanki kulağına fısıldıyordu:
“İklim değişikliği karşısında çaresizsin bankacı. Vaktini boşa harcama, vazgeç bu deli sevdadan.”
Aldırmayacak, yılmayacaktı.
Bağı ise sanki şöyle söylüyordu:
“Siz insanlar altıncı büyük yıkımın sebebisiniz. Sizin yüzünüzden her yıl binlerce tür yok oluyor, ama onlarla birlikte siz de geleceğinizi öldürüyorsunuz.”
Bir yandan çalışıp, bunları düşünürken gülüyordu.
Doğru lafa ne denir? Ama yine de bir şeyler yapmak gerekiyordu.
Artık genç değildi, ama “Valla, ben doğal ömrümü tamamlarım. İstersem keyfime de bakarım,” diyemezdi.
***
Çalışmaya devam etti.
Emekleri yavaş yavaş karşılığını vermeye başladı, bağı yeşillendi.
Şehirden aldığı zirai malları kasabaya taşıtırken tanıştığı, ahbap olduğu bir de yakın arkadaş edinmişti kendisine: Kamyonetçi Mustafa, namı diğer Sarı Mustafa.
Sarılığı saçlarının rengindendi. Kamyonetinin arkasında “Tanıdın mı Sarıyı?” yazdırmıştı. Yollarda sollayıp geçtiği arabaların şoförlerine nispet olsun diye...
Yöredeki hemen herkes tanırdı Mustafa’yı, tanımayanlar da kamyonetiyle yanlarından tozu dumana katarak geçtikten sonra tanıyordu.
Kasabanın bitirimlerindendi. Gülüp, konuşmasını; yemesini, içmesini severdi. Muzipti.
Bankacı Ferruh Bey ile Sarı Mustafa’nın ilk karşılaşmaları bir sabah erken saatlerde karayolunda olmuştu. Ferruh Bey, motosikletiyle kasabadan İzmir’e giderken kamyonetiyle yanından hızla, tozu toprağı kaldırarak geçmişti. Kamyonetin arkasındaki yazıyı görünce hoşuna gitmişti. “Görürsün sen şimdi,” deyip, motorunu topuklamış, onu geçmiş, sonra da arkasına dönüp, “Sen de Bankacıyı gördün mü?” dercesine gülmüştü.
Haliyle Sarı Mustafa’yı ifrit etmişti.
Ferruh Bey, sonra, işi didişmeye vardırmamak için onun geçmesine izin vermişti. Bir kaç kilometre ileride bir istasyonda benzin almaya girdiğindeyse, o da durmuş, yanına gitmiş, şakalaşmış; böylece “Sarıyı tanıyanlar” arasına katılmıştı.
Ferruh Bey’in İzmir’den alacağı malzemeleri taşıtmak için birilerine ihtiyacı vardı. Mustafa’yla işle ilgili başlayan tanışıklıkları çok geçmeden sıkı bir dostluğa dönüştü. 
En önemli destekçilerinden biri oldu. Bankacı’nın gayretine hayrandı. Onun uzun denemelerden sonra ürettiği şarabı ilk tadan da o oldu.
Bir gün köylüler Sarı Mustafa’yı sabaha karşı bir elektrik direğinin dibinde şarap şişesine sarılmış, sızmış, uyuyorken buldular.
Bankacı ile eğlenip, gülen köylülerin hedefine böylece Mustafa da girmiş oldu.
Ancak bu uzun sürmedi.
Yaptıklarına gülen köylüler, Bankacı’nın imal ettiği şarap Fransa’daki hatırı sayılır bir yarışmada ödül kazanınca onu ciddiye almaya başladılar.
Bankacı, kendi öğrendiği yetmezmiş gibi, babadan, dededen bağcı olan köylülere de öğretmeye başladı bildiklerini. Gününün bir yarısını kendi bağında, diğer yarısını da komşularının bağında onlara destek olmak için geçiriyordu.
Arada kendisiyle eskiden dalga geçen köylülere laf sokuşturmadan da geri kalmıyordu:
“Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur.”
Ferruh Bey’le vaktiyle dalga geçen köylülerin derdi artık Bankacı’dan sonra hangilerinin daha kaliteli şarabı üretecekleri iddiasıydı.
Derin bir dostluk oluştu aralarında.
***
Keşke her şey böyle gidebilseydi.
Nazar mı değdi demek lazım?
Bankacı’nın aniden sağlığı bozuldu. Önceleri önemsemeyip, aldırmadı. Ama sonra karısının ısrarıyla kasabanın sağlık merkezine gitti.
Doktor, bilgili ve iyi bir insandı; ama çaresizce ellerini iki yana açıp, “Maalesef bizim cihazlarımız yeterli değil, burada teşhis koyabilmemiz mümkün değil,” deyince İstanbul yolu gözükmüştü.
Bankacı, tedavi ve teşhis için karısını da yanına alıp bir süreliğine İstanbul’a gitti.
Döndüğünde o uzatıp, arkadan atkuyruğu yapıp bağladığı saçlarından eser yoktu.
Onu o halde gören Sarı Mustafa yıkıldı.
İş ciddi idi, ama Bankacı ümitsiz değildi; bu hastalığı yeneceğine inanıyordu.
Mustafa, önce çok üzülmüştü, ancak onun direncini görünce dostunun bir badireyi atlatacağına inandı; ona destek için o da saçlarını kazıttı.
Eskisini bilmeyen onun sarışın olduğunu bile anlayamazdı.
***
O haliyle kahveye girdiğinde köylüler, “Ne o ülen Mıstaa, kel mi oldun yoksa sen!” diye bağrıştılar.
Tarlasından daha yeni dönmüş Urgancıların Salih, arkasından gizlice yanaşıp, kirli elleriyle kafasını okşayarak "Sihirli cam küre,  bi deyive bene, havala nassı gidcek, mahsul bu sene iyi mi olcek gari?"
İşin aslını öğrenince kahvedekileri de bir keder aldı. Şakalarının ne kadar tatsız olduğunu anladılar.
Kimse konuşmuyor, gülmüyordu.
Ertesi günü sanki herkes sözleşmiş gibi kahveye saçlarını kazıtıp geldi.
Kasabanın iki berberi de akşamın geç saatlerine kadar dolup taşmıştı.
Birbirini gören herkes gülme krizine kapılıyordu, kendilerini zor tutuyorlardı.
En çok şaşırıp, gülen de köylülerin karıları olmuştu:
“Aboov, bizim herif kel oluvemiş!” deyip kahkahalarını salıveriyorlardı.
Bu durum komşu kasabalardan, köylerden de duyulmuştu; “Ne o yahu, sizin kasabada saçkıran salgını felan mı va?” diye soruyorlardı.
Orada saçkıran falan yoktu, birisini sevmek ve destek vardı.
Haberi Bankacı’ya kadar gitti. Çok duygulandı, mutlu oldu. Ne de olsa sevildiğini bilmekten iyi bir duygu yoktu.
Burada gerçek dostlarının olduğunu bir kere daha anladı, ama bunun hastalığına faydası olur muydu?
Belki olurdu. O, buna inandı. Yenecekti bu lanet hastalığı.
***
Aradan aylar geçmişti, bir gün Bankacı, arabasını kahvenin önünde durdurdu.
İçeri girip, içerdekilere “Akideşler, merhabayın!” diye seslendi.
Onlar gibi “Akideş” demişti.
Kahvedeki herkes o gelince ayağa kalktı. Dışarıdan bakınca kahvehane Ferruh Bey dahil, saçları kazınmış adamlarla doluydu. Komik, garip bir durum vardı bilmeyenler için. Ona da komik gelmişti, kahkahalarla gülmeye başladı. Onun kahkahalarına diğerleri de eşlik etti.
“Dostlar, bu sağlık işini buradan idare etmek zor; ben bir müddet İstanbul’da olacağım. Merak etmeyin, turp gibi döneceğim,” deyip ve vedalaştı.
Köylüler, özellikle de Sarı Mustafa, aylarca bir gün “Turp gibi”, iyileşmiş olarak dönecek diye onu beklediler.
Saçlarını kazımaya devam ettiler.
Civar köylerden durumu anlamayanların alay konusuydu bu.
Her kimse komşu köylerden bir yumurcak karayolundaki köy sapağındaki tabeladaki kasabanın isminin üstünü çizip, “Keloğlan’ın köyü” diye yazmıştı.
Mustafa, bu haberi alınca bir boya kutusuyla, bir fırçayı kaptığı gibi gidip, o yazıyı sildi, üstüne “Bankacının kasabası” yazdı.
***
Bankacı’nın yokluğunda köylüler, onun bağına da bakıp, üzümünü toplayıp, onun o artık ünlenmiş şarabından yaptılar.
Dönüşü uzayınca meraklandılar. Ama bankacı, ne bir adres, ne de irtibat kurulabilecek bir telefon bırakmıştı.
Hiç haber yoktu.
Aylar geçmişti, ama kasabalılar, onun yokluğunda da saçlarını kazıtmaktan vazgeçmemişlerdi.
En fazla kederlenen kuşkusuz Sarı Mustafa idi.
Bir sabah onu yine bir elektrik direğinin dibinde şarap şişesine sarılmış, sızmış uyurken buldular.
Sonrasında Mustafa da üç ay ortadan kayboldu. Bazıları onun Bankacı’yı bulmak, haber almak için İstanbul’a gittiğini söylediler.
Bir gün Sarı Mustafa, kasabanın kahvesine aniden giriverdi.
Önceki akşam dönmüştü. Sarı saçları yine eskisi gibi lüle lüleydi.
En dipteki masalardan birine oturdu.
Herkes, oturduğu yerden kalkıp, çevresini sardı. Mustafa’nın dışındaki herkesin saçı kazınmış haldeydi. Meraklı gözlerle konuşmasını bekliyorlardı.
Mustafa’da tık yoktu.
Arka masadan Himmet Emmi, dayanamadı:
“Ülen oğlum Mıstaaa, adamı deli etme de konuş gari! Bankacıdan habeğ va mı?”
Mustafa, kahvecinin getirdiği çayını yudumlarken bir şeyler söylemeye çalıştı, ama sözcükler boğazında düğümlendi.
Eliyle “Anlasınız artık gari,” der gibilerinden yeniden uzatmaya başladığı sarı saçlarını gösterdi.
Ardından kahvede bulunan herkes derin bir iç çekti.
Himmet Emmi, Sarı Mustafa’nın konuşmasını beklemeden, “Öfff, ben dayanamicem,” deyip, gözleri dolu, ayağa fırlayıp, kapıya yöneldi.
Mustafa, çayından bir yudum daha alıp, konuşmaya tam başlayacaktı ki kahvenin girişindeki patırtı üzerine başlarını o yöne çeviren köylüler kapının önünde çarpışıp biri bir tarafa, diğeri öbür tarafa yere yıkılan Himmet Emmi ile Bankacı’yı gördüler.
Bankacı’nın sırtında taşıdığı çuval da bir başka tarafa savrulmuş,  içindekiler yere dökülmüştü.

Bankacı, yerdeki paketleri gösterip, “Tohumlar,” dedi, çuvalı düşürdüğü için mahcup, ama mutlu, sırıtıyordu. Onun da saçları uzamaya başlamıştı. “Organik tohumlar, bir yerlerden bulup getirdim. Hepimize yeter.”


No comments: