12 August 2010

Kalemin Öyküsü

Ne olacak, alt tarafı kalem işte, deyip geçiştirmeyin! Kalbim kırılır. Bir kalemin kullananın elinde ne önemli işlevlere sahip olduğunu herkes bilir.

Ben, artık eskimiş de olsam yeni olduğum zamanlarda fiyakalı, yeni model bir 0,5 uçlu bir versatil kalemdim. Markamı boşverin; reklama girer.

Çok engin bir hayat tecrübem oldu. Kimler gelip, kimler geçmedi ki hayatımdan. Bir süre bir mahalle bakkalının veresiye defterinin arasında yaşadım. Ondan apartman sakinlerinin alışveriş siparişlerini not alan bir apartman kapıcısının eline geçtim. Daha sonra kapıcının bir lokantada garsonluk yapan amcaoğlunun kalemi oldum.

Bir ara gerçek bir kalem efendisi olan bir devlet memuruna hizmet ettim. Masasının üzerindeki kalemlikte, çakısıyla özenle yontup, ucunu sivrilttiği çeşitli renklerdeki eski tip kurşun kalemlerin arasına koyardı beni. Benim ve kurşunkalemlerin yanımız sıra kalemlikte bir pompalı dolma kalem, bir de divit vardı. Eski tip kurşun kalemlerden çok şey öğrendim. Yanlışlarını düzelten silgileri severlerdi, ama kalemtraşların dostları mı, yoksa düşmanları mı oldukları konusunda fikirleri yoktu. Öyle ya kalemtraşlar onların uçlarını açıp, sivriltip yazılabilir hale getirseler de ömürlerinden de alıyorlardı. Her sabah ütülü takım elbisesi, kolalı gömleği, elbisesine uygun renkteki kravatıyla, sinek kaydı tıraşlı olarak işinin başına gelen memurun sakalı ve tıraş bıçağı arasındaki ilişki gibi değildi ki bu. Sakal kesilse de daha gür olarak uzardı; ama kurşunkalemler açıldıkça ömürleri azalırdı.

Bu bakımdan yeni nesil bir kalem olarak ben onlardan daha şanslıydım. Hele yumuşak HB bir uç takıldığında kağıdın üzerinde kayar gibi hareket eder, güzel bir iz bırakırdım. Bilmem bu kötü bir huy mu; ama ben de insan seçerim; el yazısı güzel olanları daha çok severim. En çok da yazı yazarken, düşünme aralarında kaleminin sapını kemirenlere kızarım.

Bu kurşun kalemlerin çok iyiliklerini, dostluklarını gördüm. Hele bir tanesi vardı, yontula yontula neredeyse yok olmuştu. Bana deneyimlerini aktarır, bolca öğütte bulunurdu. Memur onun gövdesini özel bir sapa takıp boyunu uzatıp, hala kullanılabilir bir duruma getirmişti. Bu haline rağmen göreve devam ediyordu.

Sıfırcı bir öğretmenin öğrencilerinin notlarını yazdığı not defterinin arasında yaşamak hayatımın bunalımlı dönemlerinden biriydi.

Kalemlerin yazgısıdır. Elden ele dolaşırlar. Başından sonuna kadar tek bir sahibi olan kalemlere ender rastlanır. Ya sahipleri tarafından bir yerde unutulurlar, bir başkası bulur alır. Ya kullanılmak için birisinden ödünç alınır sonra geri vermeye unutulur. Ya da kaybolurlar.

Aslında mecazi anlamda değil, gerçek anlamda da korkum hep kırılmak oldu.

Atlattığım en büyük badireyse bir sıkıyönetim yargıcının kalemi olduğum dönemde oldu.

Aynı kalemin başka insanların ölümüne imza atmaması dileğiyle idam kararlarının verilmesi ve kararın imzalanmasından sonra sembolik olarak kalemin kırılması geleneğini biliyorsunuz sanırım. Benim korkum da yargıcın kalemi olduğum dönemde böyle bir şeyin başıma gelmesiydi.
Adamın yumuşacık bir kalbi olduğumu biliyordum. Günlük dertlerinden kurtulduğu, karısı ve iki çocuğuyla yaşadığı mutlu bir yuvası vardı. Ceketinin sol iç cebine beni yerleştirdiğinde kalbiyle daha yakın bir temasım oluyordu. Kalbinin ritminden neler hissettiğini anlayabiliyordum.

Ama askeri yargıçtı işte… Zaman çok kötüydü. Bu dönemde onurlu bir askerin, dürüst bir hukukçunun görev yapması çok zordu. Görev yaptığı mahkemede savcı iddianamesini okumuştu. Genç siyasi bir tutuklu için idam cezası isteniyordu. Şişirmece bir iddianame olduğunu herkes biliyordu. Egemenlerin gerekli bulduklarında raftan indirip başvurdukları Türk Ceza Kanunu’nun ünlü 146/1. maddesinden, “Anayasanın değiştirilmesi, bozulması ve kaldırılmasına "zor”la teşebbüs edenlere verilen idam cezasıyla yargılanıyordu.

“Gereği düşünüldü,” diye söze başlayıp herkes ayağa kalktığında, yargıcın sağ elinin avucunda, baş parmağı ve işaret parmağı arasında büyük bir baskı hissettim. Beni sıkı sıkıya kavramıştı. Diğer üç parmağıyla da gövdeme bastırıyordu. Belli ki çok gergindi. “Eyvah!..Tamam”, diye düşündüm; genç delikanlının sonu geldi, bu arada benim de sonum geldi. İdam cezası verildi ve yargıç birazdan çat diye beni ortamdan kıracak.

Kararın okunduğu dakikalar, uzun yaşanan bir hapislik gibi geldi bana. Yargıç, kararı hiçbir zaman anlayamadığım hukuk diliyle ağır ağır, tane tane okudu. Sonra herkes yerine oturdu. Yargıç, beni kürsüdeki dosyanın üzerine bıraktı. Şaşkındım, ne olduğunu tam anlayamamıştım. Ancak beni dosyanın üzerine bırakırken yargıcın kaslarının gevşediğini, elindeki gerginliğin yerini bir rahatlığın aldığını fark etmiştim. Ne olduğunu yargılanan genç de anlayamamış olacak ki şaşkın bir yüzle avukatına baktı. Avukat, gülümseyerek, beraat ettin gibisinden bir işaret yaptı. Ortalığa bir sessizlik hakim oldu. Sessizliği genç delikanlının izleyiciler bölümündeki anasının heyecan ve sevinçle hıçkırarak ağlamaya başlaması bozdu.

Korktuğum başıma gelmemişti, ancak bu gerginlik neredeyse ömrümün yarısını almıştı. Zaten bu olaydan çok kısa bir süre sonra yargıç emekliliğini isteyip serbest avukatlık yapmaya başladı.

Oysa yaşamımın başlangıcı biraz sorunlu da olsa ne kadar mutlu olmuştu.

Okula yeni başlayan bir çocuktu ilk sahibim. Babası, ilk çocuğunun okula başlamasının mutluluğuyla, beni kırtasiyeciden çizgili defterler, silgi, boya kalemleri, kalem kutusu ve bir de okul çantasıyla birlikte almıştı. Akşam çocuk babasını heyecanla karşılamış; beni, diğer kalemleri ve silgiyi kalem kutusuna koyup, defter ve kitaplarla birlikte çantasına özenle yerleştirmişti.

Çocuğun babası zaten okulda öğretecekler diye oğluna hiçbir şey öğretmemişti. Ancak okulun bulunduğu mahallenin sakinleri çoğunlukla memur aileleriydi ve çocuklarına daha okula başlamadan okuma yazmayı öğretmişlerdi.

İlk başta her şey güzeldi. Öğretmenin kara tahtaya tebeşiri cızırdatarak yaptığı şekillerin aynısını çizgili defterlerine yapıyorlardı: Düz çizgiler, yatık çizgiler, oval çizgiler… Aradan günler geçtikçe alfabenin harfleri, heceler...Fişlerin ve alfabenin okunması…Sayıların öğrenilmesi başladı…Öğrenilmesi diyorum, yanlış bir ifade oluyor; çünkü sahibimin dışındaki neredeyse bütün çocuklar bunları önceden biliyorlardı. İşte sıkıntılı günler bu zamanda başlamıştı. Arkadaşları alfabeyi sular seller gibi okurken o, hiçbir şey anlamıyor, okuyamıyordu. Okuma sırası kendine geldiğinde, buğulu gözleri alfabenin sayfalarında, onun için hiçbir anlam ifade etmeyen yazılarda, kımıldamadan oturuyordu. Nerede “Ali topu at”, nerede “Ayşe ip atla”?!

Başı uğulduyordu. Utanıyordu. Defterine yazarken sıkıntıdan kalemine o kadar bastırıyordu ki kırılacağım diye ödüm kopuyordu.

Öğretmenin çabaları da bir işe yaramıyordu. Sınıftaki diğer öğrenciler onun bu durumuna gülüp, alay ediyorlardı. Öğretmen, her gün arkadaşlarıyla eve haber gönderiyordu: Annesi babası biraz çalıştırsınlar,…Ona kadar sayı saymasını öğretsinler, diye.

Babası, kollarını sıvadı. Önce bit pazarında küçük bir kara tahta bulup, satınaldı, sahaflardan resimli masal kitapları aldı. Annesi ilkokul mezunu bir ev kadınıydı, ama oğluna ilk eğitimini verecek kadar bilgiliydi. Heceleye heceleye kitapları okudular, babaannesine, halasına, teyzesine, amcasına mektuplar yazdılar. Annesi küçük karatahtaya tebeşirle yazdı; o mektup kağıtlarına… Durmadan, usanmadan çalıştılar. Birlikte yazılar yazıp, ev ödevleri hazırlamaya, aritmetik problemleri çözmeye, resimler yapmaya başladık.

Çok zaman geçmedi arkadaşlarının seviyesine geldi. Ve hatta onları geçti. Akıllı, gayretli bir çocuktu. Kendine güveni gelince, eline ne geçerse okudu, aklına ne gelirse yazdı, resimler yaptı. Okuldaki mutsuz günlerin yerini mutlu günler aldı. Keyfimize diyecek yoktu. Onunla birlikte ben de çok şey öğrendim.

Ta ki bir kış günü, okul dönüşünde çocuğun ayağı karda kayıp düşene kadar. Yolun kenarındaki bayırdan aşağıya, ağaçların arasından yuvarlana yuvarlana düştü. O kadar kötü düştü ki kendisi bir tarafa, çantası diğer tarafa savruldu. Allahtan çocuğa bir şey olmadı, ama çantanın kapağı açılıp, içindekiler, defterler, kitaplar, kalemler ortalığa saçıldı. Yardımına koşanlar onu yerden kaldırdılar, kitaplarını, defterlerini, kalemlerini topladılar, çantasına yerleştirdiler. Şansıma bakın ki beni bulamayacakları bir yere, çalılıkların arasına savrulmuştum.

Burada belki bir aya yakın kaldım. Karlar eridi, çamurlara bulandım. Kirlenmiş, leş gibi olmuştum. Neredeyse toprağa karışıp tümüyle kaybolacaktım. Bir sabah köpeğini gezdiren yaşlı bir kadın beni buldu. Köpek yakınımdaki bir ağaca bir ayağını dayayıp ihtiyacını gördü. Sıçrayan damlalar bana da bulaşacak diye korktum. Bir bu eksikti zaten.

Kadın beni fark edince gelip yerden aldı, mendiliyle özenle temizledi; çantasına koydu, evine götürdü. Apartman yöneticisi kocasına verdi.

Yeniden normal hayata dönmüştüm. Elden ele dolaşma serüvenimin de başlangıcı oldu…Ondan öbürüne, öbüründen diğerine...

Yaşamımın diğer evrelerinde de mutsuz olduğum söylenemez. Geriye baktığımda mutlu günlerimin daha çok olduğunu düşünüyorum. Yaşadıklarımın hiçbiri öyle bir kalemde silinecek şeyler değil.

Hele hele şu günlerde keyfime diyecek yok. Ünsüz, genç bir şairin kalemiyim. Ünsüz olduğuna bakmayın bir gün herkes fark edecek onun yazdıklarını; elden ele, dilden dile dolaşacak şiirleri. Aşkla ilgili olanları delikanlıların, genç kızların sevdalarını süsleyecek.

Üniversitede öğrenci olan bu delikanlının inanılmaz bir ifade yeteneği var; duygularını kaleme dökme ustası, gerçek bir şiirbaz.

Darmadağınık çantasının içine koyuyor beni. Çantanın içinde ben ve kitaplarıyla birlikte mutlaka bir defteri olur. İlham geldiğinde hemen çantanın içine elini daldırır, önce beni, sonra defterini bulur, not alır.

Son zamanlarda iyice üretken oldu. Hele hele aynı fakülteden lüle lüle sarı saçları olan pembe yanaklı bir kıza aşık olduktan sonra…Okuluna giderken genellikle vapura biner. Dikkat ettim en çok vapur iskeleden ayrılıp Galata Köprüsü, Sarayburnu, Topkapı, Ayasofya manzarasını yakaladığında ilham gelip, kaleme kağıda sarılıyor. Eeee, çocuk haklı tabii; bu güzellik kimlere ilham vermedi ki…

Ben de tam efkarlanıp eski günlerimi andığım şu anda yine vapurla karşıya geçiyorduk. İçime tatlı bir hüzün çöktü. Yanlış anlamayın keyfim yerinde, beni sımsıkı kavrayıp, çalakalem yazan delikanlının parmakları arasında mutluyum.

Yakından motoruyla geçen bir balıkçının radyosundan yankılanan, onun çatlak sesiyle eşlik ettiği, Aşık Turabi’nin türküsünün ürperten dizeleri bile keyfimi kaçırmıyor:
“…
Neyin var da bugün neye yazmıyon

Kalem seni parça parça kırarım
Hiç mi benim hallerimi sezmiyon
Kalem seni parça parça kırarım…”

Ah balıkçı, bir bilsen biz şimdi parmaklarının arasında hazdan kendimden geçtiğim delikanlıyla ne işler beceriyoruz?

Ha gayret şair!.. Sarıl kalemine, sun yüreğinin güzelliklerini herkese.

12 Ağustos 2010, Moskova