19 July 2005

Nalbandın Fayton Sefası ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı




Nalbandın Fayton Sefası



Bu kaçıncı bardak çaydı içtiği? Dört mü, beş mi?

Sabah ezanından beri mutfak penceresinin önünde oturuyordu. Önce, sadece damlardaki martıların çığlıkları, sokaktan geçen tek tük arabaların sesleri vardı. Hava yavaş yavaş aydınlandı; apartman sahanlığı sesleri başladı; işe giden komşular, servise yetişmek için koşuşturan çocuklar paldır küldür indiler merdivenlerden. Karşı apartmanlardan birinin pencerelerinden sabahlıklı bir kadın, evin önüne yanaşmış korna çalan öğrenci servisinin şoförüne “geliyor, geliyor !! ” diye seslendi; apartman kapısından çıkan küçük bir kız çocuğu çantasını sürükleye sürükleye koşturdu. Üst katta oturanların tekir kedisi yine kapı aralığından miyavlayarak kaçtı; kedinin sahibi şişman kadın şıpıdık terlikleriyle koşturarak peşine düştü.

Damadı mutfakta bir göründü, bir kayboldu; arkasından kızı banyodan çıkmış ıslak saçlarıyla mutfağa girdi, torununa kahvaltılık bir şeyler hazırladı.

Saçlarını kurularken “Baba bu gün evde temizlik var, birazdan kadın gelecek. Sen de biraz dolaşsan... Kahveye falan gitsen... Yeni insanlarla tanışırsın. Hava da güzel... Bir dolaş istersen. Dört gündür evden hiç dışarı çıkmadın,” dedi kızı.

Doğru... Dört gündür evden hiç dışarı çıkmamıştı. Zorla alıp getirmişlerdi onu... “Baba, bir başına buralarda kalma, yaşlandın artık, kendine bakamazsın,” demişlerdi. Gelmezdi gelmesine, ama o gözü kör olası ihtiyarlık yok mu; dermanı kesilip, yatak döşeklik olunca direnememişti. Komşuların haber edip çağırdığı kızının, damadının ısrarlarına dayanamayıp, yetmişbeş yıllık evini, memleketini bırakıp, İstanbul’a kızının yanına gelmişti.

Eski dingillerle, paslı demir çemberlerle dolu dükkanını, örsünü, çekicini bırakıp gelmişti. Hoş artık dükkanın kapısı çalan da pek yoktu ya. Devir çoktan traktörlerin, Anadol kamyonetlerin, Reno steyşınların devri olmuştu. Dövülen örsün çın çın öten sesini, su verildikçe sertleşen nalın çıkardığı ıslığı, toynakların seslerini özler olmuştu.

Aysel: kızı,... apar topar hazırlanıp, “İşe geç kaldım, akşama görüşürüz”, deyip torunu Arzu’yu da alıp çıktı. Damat çoktan gitmişti.

Kalktı, giyindi. Başına kasketini geçirdi, tesbihinin ceket cebinde yerinde olup olmadığını yokladı.
Dört günde özlemişti kasabasını...”Cevriye’m beni bırakıp gitmeseydi ne işim vardı benim buralarda,”diye düşündü. Kaç yıl olmuştu karısı öleli? Ya Halil!? Kapı komşusu, saraç; atlara, eşeklere koşum takımları ve eyer takımları, işlemeli semerler yapan; yörenin meşin üzerine en güzel sırma, iplik işleyen ustası...Önce dükkandaki işi bırakmıştı; traktörlere, Anadol Kamyonetlere, Reno steyşınlara yenik düşmüştü; sonra da, o amansız hastalığa... Yalnız nalbantlar, saraçlar mı? Bakırcılar, kalaycılar, nalıncılar, sepetçiler...Hepsi bırakmışlardı mesleği. En son, direnip işini terketmeyen bir tek o kalmıştı çarşıda. Komşu kasabalardan bile nalbant olmadığı için ona gelirlerdi. Truva Atını yapma fikrini Odysseus'a veren Prylis'le meslektaş olduğunu bilmez ve farkında değildi; ama mağrurdu. Nalları dikmeye hiç niyetim yok benim, diyordu. Tek tük müşteri gelse de, iri pazulu, güçlü kollarından eser kalmasa da dükkanını her sabah açardı.-Ta ki elden ayaktan düşürüp, yatak döşek yatıran hastalığa kadar.

Temizlikçi kadın gelmiş, işe girişmişti bile.

“Nerelisin sen kızım?”

“Sivas’lıyım.”

“Pek güzel.”

Ben biraz dolaşacağım, ayak altında dolanıp sana engel olmayayım, deyip çıktı.

Birden beton irisi apartmanların sıralandığı sokakta buldu kendisini. İstanbul’a ilk gelişi değildi. Aysel üniversiteye girdiğinde, Cevriye ile birlikte onu yerleştimek için gelmişlerdi. Trenden Haydarpaşa’da indiklerinde Garın merdivenlerinde büyülenmiş gibi kalakalmış; camilerin, sarayların, koca koca binaların, denizin, bembeyaz gelinlik giymiş gibi salınan vapurların, martıların, sabırsızca vapur yanaşmadan iskeleye atlayan insanların şehrini; sadece kartpostallarda, Türk filmlerinde gördüğü o ünlü silüeti uzun uzun süzmüştü. Herhalde korkmuştu bu koca şehrin heybetinden, karmaşasından...Aysel’in elini iyice sıkmıştı avucunda. Pek gönlü yoktu kızını bu koca şehre emanet etmeye, ama çaresi yoktu.

Kahveye gitse gidemezdi, alışkanlığı yoktu; hem kimseyi tanımıyordu. Allahtan hava güzeldi. Beton irisi apartmanların arasından sahile doğru yürüdü. Ağaçlar kesilmiş; bahçeler, taşlarla betonla kaplanmıştı. Otopark olan bahçelerde güzelim ağaçların yerini dizi dizi otomobiller almıştı. Apartmanlar, balkonlara asılmış çamaşırlar, otomobiller, elektrik ve telefon kabloları, rengârenk tabelâlar arasından geçti. Eskiden beri bir alışkanlığı vardı; gördüğü tabelaları okuya okuya yürürdü: “Diş Hekimi Sevim Nalbantoğlu”, “Avukat Hasan Hüseyin Nalbant”... Nalbantların tükendiği bu dünyada ne kadar çok nalbant isimli insan yaşıyordu?!

İskeleye yakın parkta bir banka oturdu. Denizi, balıkçıları, vapurları, simit vapurlarının peşi sıra uçuşan martıları, martıların yemeğe davet ettiği kedileri, adaları seyretti.

Parkın bir köşesinde kurulu seyyar çay ocağının garsonunun getirdiği çaydan içti. Hava güneşli ve ılıktı. Sabahın bu ilerleyen saatlerinde her şey birden sessizleşmiş, sadece martıların, kıyıya vuran yumuşak dalgaların, vapur düdüklerinin sesi duyulur olmuştu. Telaşlı insanlar, yerli yersiz korna çalan arabalar birden yok olmuştu. Kalktı sahil boyunca iskeleye kadar yürüdü.

İskeleden Adalara vapurlar kalkıyordu. Bilet alıp bindi. Arka güverte püfür püfür esiyordu. Çımacıların halatları çözmesini; vapurun suları köpürtüp, ağır ağır manevra yaparak iskeleden ayrılmasını, arkasında beyaz köpükler bırakıp, denizi yara yara yol almasını seyretti. Onu ürküten beton irisi apartmanlar iskeleden uzaklaştıkça küçüldüler. Parmaklıklara abanmış küçük bir çocuk annesinin aldığı simitten bir lokma ağzına, bir lokma da denize, martılara atıyordu. Martılar simit parçaları daha denize düşmeden havada yakalayıp, yutuyorlardı. Önündeki sırada oturmuş kadınlar hararetli hararetli komşu dedikodusu yapıyorlardı. Yolda karşılaşan vapurların kaptanları birbirlerini selamlamak için “vuuup” diye öttürüyorlardı düdüklerini.

İlk adada indi. Vapur yanaşmadan, uzaktan baktığında en büyüğü buymuş gibi görünmüştü. İskeleden ara sokaklara amaçsızca girdi.

Akasya ağaçları, erguvanlar, çiçekler arasından yürüdü. Ağaçlar yavaş yavaş sararmaya başlamıştı. Yere düşen kurumuş yaprakların üstüne bastığı zaman çıkardığı seslerden başka ses yoktu. Bir bahçe duvarına oturup sararan yaprakların dallarından yavaş yavaş, süzüle süzüle yere düşüşlerini seyretti. Yavaş yavaş, süzüle süzüle düşen yaprakların ait oldukları yerden kopmamak için yerçekimine direnişini izledi. Rüzgarda savrulan yaprakların hışırtısının aslında hıçkırışlarının sesi olduğunu düşündü. Hüzünlü, ama hoş duygular kapladı içini.

Bir sokaktan girip, öbür sokaktan çıktı. Birden ummadığı bir manzara ile karşılaştı; şaşırdı, soluğu kesildi; yaşlı yüreği küt küt atmaya başladı. Şaşırtan sadece doğanın güzelliği değildi. Cennette miyim ben acaba, diye düşündü: Karşısına çıkan meydan atlarla, faytonlarla doluydu.

Faytoncuların bekleştiği kahvenin önüne oturdu. Heyecanlı kağıt, okey, tavla oyunlarını izledi.

Dayanamayıp en yakın gördüğü, esmer, genç bir faytoncuya sordu:

“Bu adada nalbant var mı?”

“Olmaz mı bey amca, bu kadar at olur da nalbant olmaz mı?”

“Beni gezdirir misin?”

“Tabii ki bey amca, işimiz bu.”

“Peki, beni nalbanta da götürür müsün?”

“Tabii ki...”

“Hadi öyleyse!”

Bardaklarındaki yarım kalmış çaylarını bir dikişte içip kalktılar.

Nalbant, kendisi kadar olmasa da yaşlı bir adamdı. Meslekdaş olduklarını söyleyince sarılıp öptü; birlikte gezmeyi teklif etti.

Tentesi körüklü, koltukları düğmeli, dikiz aynasının kenarında, atların boynunda renkli boncuklar, orlon ponponlar, ziller sallanan boyası dökülmüş eski zaman faytonuna kuruldular.

Faytoncu kırbacını şaklatıp atları tırısa kaldırdı. Kırbacını şaklattıkça atlar meşin gözlüklerinin arasından faytoncuya yan yan bakıyorlardı. Sağdaki at hışımla kuyruğunu sallayınca üstündeki bütün sinekleri savurdu.

“Şu atı görüyor musun bey amca sütçü beygiri falan değil,” dedi faytoncu, “Gazi Koşusunda dereceye girmiş bir yarış atı bu. Şimdi de yaşlanınca ben garibin sermayesi oldu.”

Sonra da sözleşmişler gibi hiç konuşmadılar; yol boyunca sadece sıralanan ağaçlarda ötüşen kuşların ve atların asfalt yolda takırdayan nallarının seslerini dinlediler. Faytoncu arabayı çeken iki atı tırısa kaldırıp, rüzgar yüzlerine vurmaya başlayınca keyifleri yerine geldi.

Yanyana oturan iki yaşlı nalbantın yüzünde dinledikleri bu musikinin verdiği huzur ve mutluluk vardı.

Faytoncu arabanın çanına bastıkça yollar açıldı. Akasyaların, mimozaların, zakkumların arasından geçtiler.

Atlar kanatlandı, fayton bir rakkase gibi indi adanın yokuşlarından. Terleyen atların altın rengi parladı güneşte. Esen rüzgar, buluttan bir kol sardı ihtiyarları; görünmez birer yıldız oldular. Faytonun çanı nalbandın parmaklarının arasındaki kehribar tespih gibi eski zamanı hatırlatıyordu. Atların nal tıkırtılarıyla zaman sahile vurdu. İhtiyar nalbandın anıları canlandı, hayalleri parladı, dönen tekerleklerin gıcırtısında.

Bütün yoklar; şamtatlıcı Recep Usta, macun şekerci Şevket Amca, aktar Halil Efendi, leblebici teyze, poşete girmemiş genç kızlar, hepsi gördüler önlerinden geçen faytonu ve içindeki nalbantları

***
Beklemediği kadar mutlu olmuştu. Dönüşte bindiği beyaz vapurda yine arka güverteye oturdu. Başka bir çocuk yine martılara simit atıyordu. Ada sefasından mutlu dönen sevgililer, güleryüzlü kadınlar, erkekler vardı. İhtiyarların bile yüzü gülüyordu. Kaptan köşkünün altında nazar değmesin diye, üstünde nazar boncuğu olan bir nalın asılı olduğunu gördü. Vapur iskeleden ayrılıp suları yara yara yol alırken ada yavaş yavaş küçüldü. Onu Adaya, bu sürpriz cennete götüren vapurun beyaz boyalı dökümden güvertesini okşadı, teşekkür etti.


19 Temmuz 2005, Kozyatağı

(*) Bu öykü ilk kez Eylül 2005 tarihinde Adalı Dergisi'nde yayımlandı.

No comments: