13 December 2012

Bir resimde üç kişi ( Öykü) / M.Hakkı Yazıcı






Sabah erken kalkmıştı. Bahar pencereleri zorluyordu. Dışarıyı içeri getiren pencerelerini açtı.

Gökyüzündeki kenarda köşede yağmur olma inadındaki bulutları saymazsak güneşli, neşeli bir mayıs sabahıydı. Bulutlar güneşe kafa tutabilecek kıvamda değillerdi. Güneş belli ki bugün kararlıydı; sabah henüz erken olmasına rağmen ışığını, sıcağını yollamaya başlamıştı bile.

Ya kuşlar, o kuşlar yok mu?! Pencereler, perdeler kapalı bile olsa içeri sızan cıvıltıları güzel bir günün müjdecisiydi.

İyiydi, kendisini çok iyi hissediyordu.

Bahar gelmiş, yaza az kalmıştı. Kışlıkları, yünlüleri naftalinleyip yüklüğe kaldırmanın, baharlıkları, yazlıkları çıkarmanın zamanıydı.

Çabucak çayını demleyip kahvaltısını yapıp işe girişti. Güzel günün etkisiyle geceden kalan ağırlığı üzerinden atmıştı.

Ah o, televizyonun karşısında uyuklama ve hatta uyuya kalma huyu olmasa.

Rüyalar, gerçeğe karışıyordu. Hangisi rüya, hangisi gerçek? O kadar olsa iyi, geç saatte zor bela kalkıp yatağa kendisini zor atıyor, sabaha kadar aynı rüyalarla, karabasanlarla boğuşmaya devam ediyordu.

Çoğunlukla sabahları bütün gece bir araba sopa yemiş gibi kalkıyordu.

Neredeyse her gece aynı…

Evvelki gece yine televizyonda uyur, uyanık izlediği “derin” konuların tartışıldığı bir program vardı. Birileri mi zorluyor ki beni, niye bu programları izliyorum, diye söylendi kendi kendine. Bir ara gözlerini araladığında badem bıyıklı bir adam konuşuyordu, ona cevap veren genç bir adam, “Türkiye’nin demokrasi serüveni Kızma Vatandaş Oyunu gibi,” demişti. Programı yöneten “nasıl yani?” diye sorunca, “yani iki ileri adım atılıyor, oh ne güzel diyemeden üç adım geri gidiliyor,” demişti. Aferin. Genç, ama akıllı bir çocuk, diye mırıldandı.

Dışarıda ne güzel bir hava vardı. Türkiye baharının müjdecisi olmalı bu hava, İşi erken bitirip deniz kenarında biraz yürümeli, diye düşündü.

Pek hamarattı bugün. Dolabın içini temizlemiş, giysileri yerleştirmişti. Sonra fotoğrafları muhafaza ettiği o eski ayakkabı kutusu gözüne ilişmişti. Şeytan dürtmüştü sanki, yatağın kenarına oturup ayakkabı kutusunun içindeki eski resimlere bakmaya başladı. Çoğu siyah beyaz, sararmış çocukluk resimleri, aile, okul fotoğrafları.. Ve işte o resim çıkıvermişti aralarından… Birden onu alıp eskilere, özlenmişliklere; başka bir dünyaya götüren o eski resim…

Sararmış, solmaya yüz tutmuş eski bir resim. Üniversite kantininde geleceğe umutla bakan üç genç insanın resmi: Hasan, ortada o, öbür yanında Emre.

Kim çekmişti bu resmi? İsmini hatırlamıyordu, fotoğraf meraklısı bir sınıf arkadaşlarıydı. Büyütüp armağan etmişti ona.

Ne güzel günlerdi… Kıskanılacak bir arkadaşlıkları vardı. Sınav öncelerinde yurtta birlikte sabahlara kadar ders çalışırlardı. Okulda derslerden artakalan zamanlarda kantinde kaynatırlardı. Çaylar karbonatlıymış, poğaçalar bayatmış, hiç umurlarında değildi.

Bir muhabbet ki, ne muhabbet…

Gökyüzünü, toprağı, Denizi, emeği, hayallerini konuşurlardı.

Sonra Hasan, dayanamaz sazını alırdı eline, en güzel türküleri söylerdi. Buram buram Anadolu kokardı türküler.

“Odam kireç tutmuyor
Kumunu katmayınca
Sevdan baştan gitmiyor
Sarılıp yatmayınca”

Emre, John Lennon'un “Imagine” şarkısını söylerdi. Ona eşlik ederlerdi. Hasan’ın dili dönmez, kızar, “Sizi gidi kolej bebeleri,” diye çıkışırdı.

Hasan, onlardan biraz daha farklıydı. Yani kararlıydı. Direncini yaşamından almıştı.

Hava güzel ve güneşliyse şehre iner, Papazın Bağının sessizliğinde huzuru ararlardı. Sonra sinemalar. Dersleri ekip, gittikleri sinemalar. Ne komik, ikisi de Alain Delon’dan kıskanırlardı onu.

Ve neredeyse her gün eylem… Sel gibi inerlerdi okul otobüsleriyle şehire.

“Zamanı istediğimiz kadar çok paylaşamadık seninle Hasan. Erken aldılar seni,” diye mırıldandı.

Gözlerimdeki bandı açtıklarında Hasan’ı gördüm, demişti Emre. Çok hırpaladıkları belliydi, bir sandalyeye oturtmuşlardı, elleri kolları bağlıydı, yüzünde morluklar vardı, diye isyanını belli etmişti, gözleri dolu dolu. Onu korumak için, Emre yoktu, beraber değildik dediğini söylediğinde gözyaşları çoktan yanaklarından süzülmeye başlamış, hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.

Bir daha görmemişlerdi Hasan’ı. Tarihin bilinmeyenleri içinde kaybolmuştu…

“Evet, bir daha görmemiştik. Elimden ne geldi? Sadece iki damla gözyaşı, hepsi bu işte.”

Sonrası yoktu. Hatırlamıyordu.

“Sen de bana sevdalıydın değil mi, Hasan? Benim sana sevdalı olduğum gibi…Ama söyleyemedik birbirimize. Söylenmezdi. Kim koymuştu bu kuralı? Belki de zamanımız olmadı söylemeye…”

İkisi de ona sevdalıydılar; ancak o, Hasan’a sevdalıydı. Emre anlamıştı. Hasan farkında mıydı? Belki farkındaydı, ancak başka işler varken konuşulmazdı ki bunlar.

Emre’yle çok fotoğrafları olmuştu daha sonra, aralarında Hasan’ın olmadığı…

Okul bittiğinde Emre’yle evlenmişlerdi. Kızları olmuştu. Onca seneyi birlikte tüketmişlerdi. Sonra… Ayrılmışlardı.

Emre yalnızlığa kaçmıştı, o ise kalabalığa. Herkesin içinde, ama kimseye görünmeden yaşamayı öğrenmişti.

Mutlu olmuş muydu? Bilemiyordu.

O günleri insan unutur mu? Ne mümkün!

“Hasan, sen yaşlı olmanın ne olduğunu bilmezsin. Bak ben, bir yaşlı kadınım artık. Oysa öyle güzeldim ki seninle.”

Bu resmi duvara asmak lazımdı. Belki duvardaki resimle avunurdu gönlü. Ayağa kalktı duvarda başka bir resim vardı. İsviçre Alplerinden bir manzara… Ne ilgisi varsa? Ne zaman ve niye asmıştı bu resmi? Resmin çerçevesi güzel ve fotoğrafa uygundu. En iyisi manzara resmini çıkarıp, kendi fotoğraflarını koymaktı.

Özenle manzara resmini çıkarıp, çerçeveye fotoğrafı yerleştirdi. Sonra duvara astı.

Güzel olmuştu. Hizayı kontrol etti. Bir de uzaktan bakmak için iki adım uzaklaştı duvardan.

Geriye dönüp duvardaki fotoğrafa baktı. Fakat o da ne. Duvardaki resimde yaşlılık dönemine merdiven dayamış biri kadın, diğeri erkek iki kişi, bir de genç bir delikanlı vardı.

Yaşını başını almış, saçları kırlaşmış, yorgun gözlerle bakan iki kişi, kendisiyle, eski kocası Emre’ydi. Aynı bugünkü hallerinde… Genç delikanlı ise yitirdikleri arkadaşları Hasan… Eskiden olduğu gibi pırıl pırıl gözleri, inci dişleri, dudağının üzerinde kendisine çok yakışan kalın bıyıklarıyla gülümsüyordu. O hep anılarında kaldığı gibi genç, sıcak, geleceğe umutla bakan gözleriyle…

Bir tuhaflık hissetti üzerinde. İyi miydi? İyiydi… Peki, neydi bu üzerindeki hal? Aşağıdaki eczaneye inip tansiyonuna baktırsa… İyi de merdivenleri inip, çıkabilecek miydi?

Yavaş yavaş indi merdivenlerden.

“Alo, anne merhaba!”

“…”

Telefondaki kızıydı.

“Anne nasılsın?”

“İyiyim kızım. Aşağıda eczanedeyim.”

“N’oldu, bir şey mi var?”

“Yok kızım, meraktan bir tansiyonuma baktırdım. Normalmiş. Şimdi eczacı hanımla çay içip, sohbet ediyoruz.”

“Aman anne, beni üzmeyin n’olur. Bankadan çıktım, kızın okuluna gidiyorum. Akşam öksürüyordu, hastalanmaz inşallah…Ha unutmadan, babam banyoda düşmüş bileğini incitmiş, bir telefon edip geçmiş olsun deyiver istersen eski kocana.”

“Tamam canım.”


“Ay vallahi, koşturmaktan bir hal oldum. Yetişemiyorum hepinize. Annecim n’olur biraz iyi bakın kendinize.

“…”

“Hadi, ben trafikteyim, görüşürüz yine.”

Yoktu bir şeyi. Biraz heyecandı belki. Ağır ağır merdivenleri çıkıp, eve döndü.

Mutfaktan henüz demi kaçmamış bir bardak çay alıp, resmi astığı duvarın karşısındaki koltuğa oturdu.

Esen ılık bahar yeli açık balkon kapısından, uçuşan tül perdelerin arasından taze bir havayla doldurmuştu içerisini. Balkon demirine konmuş bir kuş insanın içini ısıtan bir bahar şarkısı söylüyordu.

13 Aralık 2012, Moskova

No comments: