Ve
Kapanır Parantez
Kitaplarda Ölmek
Adı, soyadı
Açılır parantez
Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti
Kapanır, parantez.
O şimdi kitaplarda bir isim, bir
soyadı
Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları.
Ya sayfa altında, ya da az ilerde
Eserleri, ne zaman basıldıkları
Kısa, uzun bir liste.
Kitap adları
Can çekişen kuşlar gibi elinizde.
Parantezin içindeki çizgi
Ne varsa orda
Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci
Ne varsa orda.
O şimdi kitaplarda
Bir çizgilik yerde hapis,
Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki,
Öldürebilirsiniz.
Behçet Necatigil
Yoktum;
daha yeni ölmüştüm, üzerimde müthiş bir hafiflik vardı.
Daha
önce hiç bu kadar ölmemiştim.
Bedenimi
hastane odasında bırakıp, dışarı çıktım… Merdivenleri iner çıkarken hiç
zorlanmıyordum. Akşam olmuştu; güzel bir sonbahar akşamıydı. Nereye gittiğimi
bilmeden uzunca süre yürüdüm…
Şaşkındım…
Öleceğimi bildiğim halde yine de olayın şokunu üzerimden atamamıştım. İnsan
ölmeden nasıl bir şeyle karşılaşacağını bilemiyor… Boğazın Anadolu yakasını bir
uçtan bir uca yürüyerek katettim. Hiç yorgunluk duymuyordum; tuhaf bir
duyguydu.
Uzun
süredir pençesinde kıvrandığım ölümcül hastalığın neden olduğu ağrılarımdan
kurtulmuştum. Öldüğüme göre sorumluluklarım; her ayın ev kirasının, telefon,
elektrik, su faturalarının, çocukların okul taksitlerinin ödenmesi gibi yükümlülüklerim
de yoktu.
Artık
ürün veremediğimi, yazarlık serüvenimin sona erdiğini söyleyen edebiyat
eleştirmenlerinden, ikide bir sözleşmemizi burnuma dayayan yayıncımdan
kurtulmuştum.
Çok
uzun süredir hayal edip de yapamadığım her şeyi yapabilirdim. Avare avare
sahilde dilediğimce dolaşabilir; çimenlere boylu boyunca uzanıp gökyüzünü;
güneşi, ayı, yıldızları, bulutların seyrini, kuşları izleyebilirdim.
Bütün
bunları yapmak için bolca zamanım olacaktı; ancak önce kendi cenazeme mi
gitseydim? Tereddüt içindeydim… Aslında merak etmiyor da değildim.
O an
aklıma geliveren, Aziz Nesin’in “İçimde bir merak / öyle bir merak ki / ölümümden
bir ay sonra / bir güncük yaşamak / ve / dostu düşmanı / suçüstü yakalamak “
dizelerini mırıldanarak yürüdüm.
Sabah
olmuş, güneş yüzünü göstermişti. Esnaf dükkanlarının kepenklerini açmaya
başlamıştı. Yeni gelmiş gazete balyalarını açan bir bayiin yere serdiği gazete
kümelerine göz gezdirdim. Birinci sayfalara ekonomi ve savaş haberleri hakimdi;
hep sıkıntılı haberler… Bunlardan da kurtuldum diye düşündüm. Gazetelerin bir
ikisinde sağ alt köşelerde benimle ilgili haberler vardı: “Edebiyatımız önemli
bir ismini kaybetti,” gibi başlıklar atmışlardı. Bu “önem” sözcüğüne
şaşırdım.
Güldüm.
Daha
önce hiç bu kadar gülmemiştim.
Her
yere rahat girip çıkabiliyordum ve hiç kimse beni görmüyor, fark etmiyordu.
Nereye
gömüleceğimi biliyordum. Karacaahmet’teki aile kabristanında bana da yer vardı.
Önce gasilhaneye gittim. Zavallı bedenim bir cenaze arabasında tabutun içinde
getirildi. Sağlığımda yıldızımızın hiç barışmadığı bacanağım cenaze arabasında
şoförün yanında oturuyordu. Bir başka arabayla arkadaşlarımdan, komşulardan
birkaç kişi geldi. Özensiz bacanağım yüzünden tabut arabadan indirilirken yere
devrildi; tabut kapağı açıldı, kefene sarılı cesedim yere serildi. Sanki hiçbir
şey olmamış gibi çekiştire çekiştire yeniden tabuta yerleştirdiler…
Asabım
bozulmuştu… Merak edip gelmesem daha iyi olurdu; bütün bu olanları görmek dayanılacak
gibi değildi. İmam kanıksamış bir yüz ifadesiyle, oramı buramı çekiştire
çekiştire, kaba hareketlerle cansız bedenimi yıkarken iyice sinirlendim.
Çok
kızdım.
Daha
önce hiç bu kadar kızmamıştım.
Ardından
cenaze namazı için camiye gittim. Çok kalabalık değildi. Bizimkiler de her
nedense ilan verip, bir gün daha beklemek yerine hemen gömmek için acele
etmişlerdi.
Bedenim
musalla taşında tabut içinde yatarken eş dost camiye gelmişlerdi.
Oğlumun
ve kızımın ağlamaktan kızarmış gözlerini görünce yüreğim parçalandı. Yayıncım
eşimi bir kenara çekmiş usulen yaptığı başsağlığı konuşmasından sonra baskısı
çoktan tükenmiş kitaplarımı hemen basmanın doğru bir şey olacağını söylüyordu.
Bir de adımı yaşatmak için ödüllü bir edebiyat yarışması düzenlemeyi
öneriyordu.
Caminin
cemaati olmasa cenaze namazını kılacak kimse olmayacaktı; benim çevremden
namaza katılan ancak bir iki kişi olmuştu. Namazdan sonra da mezarlıkta alelacele
gömüp dağıldılar.
Sonuç
olarak her şey çok asap bozucuydu. Neyse ki merakımı gidermiştim.
Bitmişti…
Artık dilediğimce avarelik edebilirdim. İstanbul kazan, ben kepçe dolaşmaya
başladım. Doğma büyüme İstanbullu olmama rağmen ne kadar çok bilmediğim,
görmediğim yer vardı.
Bir
gün Beyoğlu’nda gezerken kitapçıların vitrinlerinde sıra sıra yeni baskısı
yapılmış kitaplarımı gördüm. Bir kültür merkezinde de edebiyatçılığımla ilgili
bir söyleşi vardı. Öldükten sonra birden önemsenmiştim. Başımı sallayıp, güldüm…
Ellerim cebimde yürürken içime hüzün çöktü; öldükten sonra ünlenen yazarları
andım.
Hüzünlendim.
Daha
önce hiç bu kadar hüzünlenmemiştim.
No comments:
Post a Comment