M. Hakkı Yazıcı / Baraka Dergisi söyleşisi-Ağustos 2015
Seni
hem bir edebiyatçı, hem edebiyatsever olarak tanıyoruz. Okur ve yazar olarak
serüvenini bize özetler misin?
Sorunun
edebiyatsever olmak kısmına itirazım yok, tamam; zaten bu serüvenin önemli bir
kısmını birlikte yaşadık. Oluşturduğumuz ODTÜ Edebiyat Kulübü’nde çok keyif
aldığım bir süreci yaşadık, benim gurbetçiliğim nedeniyle zorunlu olarak biraz
uzak kalsam da bu keyfi yaşamaya devam ediyoruz. Bu oluşum on yılını tamamladı.
Ne iyi yaptık, değil mi? Hem eski dostlarla bir araya geldik, hem yeni dostlar
kazandık; en önemli edebiyat eserlerini birlikte okuduk, tartıştık; çok değerli
konukları ağırladık. Benim okuma serüvenimde bunun çok değerli bir yeri var.
Ancak sorunun
edebiyatçı olmak kısmına gelince bu, biraz fazla büyük iddia taşıyor. Onu
zamana yaymak istiyorum.
Peki, o zaman biraz yazma serüveninin nasıl
başladığından bahsetsen?
Ben çok küçük yaşlarda, mesela 6 yaşımda yazmaya başladım
diye anlatmaya girsem…
Gerçekten mi?
Şaka…
Bu biraz televizyonda söyleşi yapılan şarkıcıların cevapları gibi oldu. Şaka
bir yana yazmak bir birikim olayı tabii ki… Okuma-Yazma diyoruz; öne “okuma”yı
koyuyoruz. Okumaya başlamadan yazmayı beceremiyoruz. İyi yazmak için de çok
okumak lazım. Herkesinki gibi benim yazma serüvenim de okuma serüvenimle
başladı diyebilirim. Başlangıçta bunlar edebi şeyler değildi, tabii ki. Her
küçük çocuğun yaptığı gibi resimli romanlar, hikayeler; bolca Tom Miks, Teksas,
Red Kit, Karaoğlan okudum.
Altı yaşımda, biz, Ankara’da Emek Mahallesine taşındığımızda
orası etrafta tek tük evlerin olduğu, daha ismi bile konulmayan bir yerdi. Kendisini
birdenbire tek tük evlerin, göz alabildiğince boş arsaların olduğu, arkadaşlık
edebileceği çok fazla çocuğun olmadığı bir mahallede bulan küçük bir çocuk ne
yapar? Eline ne geçerse okur; okuma yazma öğrenmeden önce sadece resimlerine
bakar, kendi düş evreninde onlara yeni hikayeler uydurur. Ben de öyle yaptım:
Bulduğum ne varsa saatlerce baktım; hayaller kurdum; resimlerini, yazılarını
taklit edip boş kağıtlara döktüm.
Arkadaşlarımın
çoğu memur ailelerinin çocuklarıydı. Okuma yazmayı mahalledeki pek çok çocuk
okula başlamadan önce öğrenmişti. Benimki öyle olmadı. Babam, okulda öğrenmenin
daha doğru olacağını düşünmüştü. Bu yüzden de sınıftaki arkadaşlarımın çoğundan
sonra yarışa katıldım. Bunun başlangıçta çok zorluğunu çektim. Neyse, zamanla
arayı kapattım. Okuma yazmayı söktükten sonra babamın aldığı resimli hikaye
kitaplarının hepsini okudum. Bunlar
bittikten sonra çocuk romanları, öyküler, masallar okumaya başladım. Ortaokula
başladığımda artık Yaşar Kemal, Orhan Kemal okuyordum. Böyle devam etti; liseye
giderken klasiklerin, Nobel ödülü kazanmış yabancı yazarların eserlerinin pek
çoğunu okumuştum. Sonrası malum, böyle devam etti işte… Kitaplara daldım, kitaplarda başka dünyalara girdim, önce aklımı
kaybettim; ancak sonra oralarda yeni bir akıl buldum.
Senin uzun zamandır yazmayla haşır neşir olduğunu biliyoruz.
Yayımlanan bazı öykülerinle çok önceden müşerref olduk. Yazdıkların okuyucuyla
neden bu denli geç buluştu?
Bu tam
doğru değil. Öykülerimin, şiirlerimin ve yazılarımın bir kısmı dergilerde,
sanal ortamdaki sanat ve kültür sitelerinde daha önce yayımlanmıştı. Biliyorsunuz
önemli bazı siyasal-kültürel dergilerin kurucuları ve yayın kurulu üyeleri
arasında yer aldım. Baraka Dergisi’nin yazı kurulunda da uzun süre çalıştım. 2.Gila
Kohen Öykü Yarışmasında Teşvik Ödülü ile ödüllendirilen “Fanus” ve “Tiyatrocu” isimli iki öyküm “Renkler, Öyküler...” isimli seçki kitabında,
2002 yılında, “Dedem Dimitri” isimli öyküsüyse Mübadele Öyküleri seçki kitabında
2010 yılında yayımlandı.
Öykülerimin
geç kitaplaştırılması dediğin gibi doğru. Yazdıklarımın okurla buluşması ise ne
yazık ki henüz bitmemiş, acıklı bir başka öykü konusu. Mutlu sona ulaşmak için
daha çok mücadele vermek gerekiyor.
Günümüzde
kitapların dağıtım kanallarına girmesi, kitapçı raflarında yer alabilmesi her
geçen gün daha da zorlaşıyor. Ancak az sayıda yazarın ve büyük yayınevlerinin
kitaplarını kitapçılarda bulabiliyoruz. Kapitalizmin kötü adaleti bu konuda da
geçerli…
Kendim
için söylüyorsam namerdim, ancak edebiyat meraklısı biri olarak bilinenden çok
değerli bir edebiyatımızın olduğunu iddia ediyorum. Genç ve değerli
yazarlarımız var; ancak bu iyi edebiyat okurla buluşmak olanağını çok zor
bulabiliyor.
Malum,
öykü yazınının ülkemizde ticari bir cazibesi yok. Bir öykümdeki kahramanın
ağzından söyleyeyim: “Öykü dünyasının insanları iyi insanlardır. Okurları,
yazarları, yayıncıları… Çıkar ilişkisi yoktur aralarında… Zira öykü, çok
okunmaz, satılmaz; ticari bir yanı yoktur. Öykünün ekonomisi yoktur”. Durum
aynen böyle…
Bir
yazar için kuşkusuz en kötü şey, okuruna ulaşamamaktır. Bu, bir futbol
takımının seyircisiz oynaması gibi bir şeydir. Sevilmek, takdir ve teşvik
edilmek, bütün yazarların besinidir. Yazarın okuruna kavuşması ve sevilmesi
daha önce yazdıklarından daha iyilerini yazabilmesinin ön koşuludur.
Evet, maalesef öyle. Biraz dertli gibisin. Peki
durum böyle olmasına rağmen niye yazmayı sürdürüyorsun?
Buna
birçok yazar farklı cevaplar vermiştir. Örneğin “yazmasaydım çıldırırdım,”
falan gibi. Ben kendime en çok Marquez’in gerekçesini yakın buluyorum. “Dostlarım beni daha çok sevsin” diye cevap
veriyor, Marquez. Gerçekten de bana göre yazmak insani bir ilişki için gerekli
olan bir şey. Paylaşmak isteğimi hayata geçirdiğim bir alan.
Yazdıklarımın
okura ulaşmasından ziyade, benim dostlarımla aramdaki hayat bağlarımı
oluşturması tarafını daha çok önemsiyorum. Benim gibi gurbette, dostlarından
uzakta, yılın sekiz ayında soğuk ve uzun kış gecelerinin yaşandığı Moskova’da
olan birisi için bunun önemini anlarsınız herhalde.
Güzel bir gerekçe.
Bu
gecikme olayıyla ilgili bir iki şey daha ekleyebilir miyim?
Tabii ki.
Biraz
da kaçmaktan kovalamaya vakit bulamamak; edebiyatı ve yazmayı çok sevsem de
arzuladığım kadar zaman ayıramamak ve zorunlu bir ihmalkarlık durumu hasıl oldu,
haliyle.
Malum
ben de ekmeğimi çalışarak kazanıyorum. Bundan şikayetçi falan değilim aslında.
Keşke şu, kendimi zinde, verimli ve deneyimli bulduğum geçkin yaşımda da daha
uzun süre çalışabilme olanağım olsa. Yaklaşık otuz yıllık bir çalışma yaşamım
oldu. Öncesinden; on beş, on altı yaşlarımdan başlayarak süren onur duyduğum bir
siyasi duruşum var. Çalışma yaşamım ve kültürel faaliyetlerimle ilgili çeşitli
öz yaşam öykülerim oldu; ama ben, en çok hem bir 68’li, hem de bir 78’li olma
halimi sevdim.
Anlıyorum.
Basılmış kitaplarının isimlerini tarih sırasıyla anımsatır ve bunları bize
kısaca tanıtır mısın?
2013
yılında “Koca Bir Sevdaydı Yaşadığımız” isimli siyasi-anı kitabım Dipnot
Yayınevi tarafından basıldı. Kitapta önemli kısmını genç bir ODTÜ öğrencisi
olarak yaşadığım siyasi maceramı anlattım. O dönemin ODTÜ tarihini merak
edenler için derli toplu bir referans kitabı oldu aslında. Bu kitap çok ilgi
gördü; yayımlandığı yıl yayınevinin en fazla satan kitabı oldu. Kitabın baskı
adedinin neredeyse yarısı kadar eşten, dosttan olumlu mesajlar aldım. Bu beni
çok mutlu etti.
2014
yılında “Yitik Zamanlar Dükkanı”, 2015 yılındaysa “Akvaryumdaki (Ba)balık”
isimli öykü kitaplarım Kanguru yayınevi tarafından yayımlandı.
Sonbaharda
politik öykülerimden veya kısacık öykülerimden oluşan üçüncü kitabımın
basılmasını planlıyorum. Sonra sırada dördüncü öykü kitabım var. Daha sonrası
allah kerim….
Yayıncımın
gazıyla bir çocuk kitabını, “Masal,
mesel, mesela” isimli bir öykü-masal kitabı yazdım; sırasını bekliyor. Gezi
olaylarının yaşandığı sıralarda başlayarak üç ay içinde daha çok “kronolojik
anımsatıcı” diye adlandırabileceğimiz “Onlar taştan, biz ağaçtan” isimli,
yayıncısını arayan bir roman yazdım. Falan…
Rusya’da
TurkRus.com isimli bir internet gazetesinin düzenli yazarları arasındayım. Bu
web gazetesinin editörü Suat Taşpınar, yazdıklarım için tanıtımında “Öykü
tadındaki makaleler... Rusya’da, hayata dair çelişkileri, ince bir bakışla fark
edilebilecek detayları bazen mizahın, bazen hüznün sosuna batırarak sunuyor
okurlarına,” demiş sağ olsun. Bu yazılar birikiyor. Belki bunlar Rusya’da kitap
olarak basılır diye umuyorum. Yazıları meraklısı toplu olarak benim Rusya ile
ilgili blogumda bulabilir. Zamanla Rusya ve Moskova konusunda her bakımdan ciddi
bir referans olarak kullanılabilecek düzeye geldi. (http://www.moskovanotlari.blogspot.ru/) Daha
da meraklı olanlar edebiyatla ilgili öykü, şiir ve yazılarımı bir başka blogum
olan http://www.dusdukkani.blogspot.ru/ ‘da
bulabilirler.
Bugün
bulunduğun yaş ve yaşadığın deneyimler açısından baktığında, Hakkı Yazıcı,
Ankara’da 15-16 yaşında lise öğrencisi olduğu günlerden başlayarak tüm hayatını
gözden geçirse, yeniden dünyaya gelsem aynı şartlar altında aynı şeyleri
yapardım der mi?
Evet,..
zor, ama cevaplanması gereken bir soru.
Bu
sene de 3 Haziran’da biz Rusya’daki Türkler Nazım’ı Moskova’daki mezarı başında
andık.
Ha, bu
arada unutmadan ben, Moskova’da Nazım’ın yaşadığı mahallede oturuyorum; yani
komşusuyum. Bazen onun avlusunda, onu tanıyan yaşlı bir babuşka, ya da deduşka
bulurum, bana anılarını anlatır umuduyla oturuyorum. Bizim mahallede Nazım
Hikmet’in adıyla sevimli bir çocuk kütüphanesi de var.
Neyse,
devam edelim. Anmanın ertesi günü o duygu yüküyle, onun “Saman Sarısı” isimli
uzun şiirinden mülhem “Nazım’ın Yamacında” isimli bir şiir yazdım. Bu şiirdeki
şu bölüm belki bu sorununun cevabına yardımcı olur:
“Metroyla geçip Sportivnaya’ya, Nazım’ın
yanına gittim
Bana yine mutad soruyu sordu
Buralarda on dokuz yaşına rastladın mı?
Biliyordum, rastlaşmıştı o da on dokuz
yaşıyla.
Rastladım dedim Lenin Kütüphanesi’nde
Fotoğraflarımız yoktu, ama birbirimizi
birden tanıdık
El sıkışmak istedik, ama ellerimiz
birbirine dokunmadı
Aramızda kırk yıllık zaman duruyordu.
Elinde Lenin’in “Ne Yapmalı?”sının
İngilizcesi vardı,
Ben elimdeki Rusçasını, “Şto delat?”ı
gösterdim hava olsun diye.
Ciddi, sert bakışları; Stalinvari kalın
bıyıkları vardı.
Yaz günü ve hava sıcak olmasına rağmen
ayağında
Hala eskiden benim de giydiğim gibi
bitpazarından alınmış Amerikan asker postalları
Üzerinde muhtemelen yine bitpazarından
alınmış haki renkli bir asker gömleği ve siyah keten pantolon vardı,
Kış olsa yeşil renkli bir asker parkası
giyeceği kesin.
Sanki Latin Amerika dağlarında savaşan bir
gerilla timine mensup,
Che’nin yoldaşı bir militan gibi…
Eskiler canlandı yine belleğimde,
Yitirdiğimiz yoldaşları andım,
Dağda, sokakta, zindanda, işkencede,
Durdum, sustum, hüzünlendim.
Biliyor musun ustam, dedim, gerçekten
doğru söylemişsin
On sekiz, on dokuzunda en değersiz eşyamız
canımızdı.
Senin gibi meğer ne çok şeyi severmişim de
Ancak ben de Altmışında farkına vardım
bunun.”
Evet, yaşam
maceranın son durağı şimdilik Moskova. 7-8 yıl önce iş sebebiyle Moskova’ya
yerleştiğini biliyoruz. Bu tercihin sebepleri nedir? Türkiye’ye dönmeyi
düşünüyor musun?
Rusya’ya
gelmek hiç önceden hesapladığım bir şey değildi. Sevgili arkadaşımız Yusuf
Köse’nin iş teklifi ile 2008 yılının Ekim ayında Moskova’ya geldim. Geliş, o
geliş…
“Bu mudur, yoksa vatan hasreti dedikleri!?
/ Her sabahım gurbet gurbet / Yalnızlık sevişiyor baktığım karlı, boş
sokaklarda / Bir şarkı duyuyorum sanki uzaklardan / Hüzzam ayrılıklar
makamında,” diye başlamışım bir şiirime. Durum bu şiirdeki kadar acıklı değil tabii ki; ancak Türkiye
benim sevgili vatanım, İstanbul ise en büyük aşkım; eninde sonunda birbirimize
yeniden kavuşacağız.
Geçen
sene oğlum da Moskova’ya yerleşip, çalışmaya başladı. Dört buçuk yaşında benden
daha iyi Rusça konuşan bir kız torunum var. Hemen dönsem falan derken işler
karıştı, bilmiyorum devamı nasıl olacak?
İlk
geldiğimde büyük heyecan duydum kuşkusuz. Her ne kadar edebiyatını, kültürünü, siyasi
tarihini önceden iyi bilsem de geçkin yaşımda yeni bir ülkeye gelip, farklı bir
kültürle karşılaşmak, tutunmaya çalışmak, dünyanın zor dillerinden biri olan
Rusçayı öğrenmek, mücadele etmek büyük bir heyecan verdi. Özgüvenimi kazandım.
Mücadele halen hızını kaybetmeden sürüyor.
Ancak
kriz, diğer faktörler falan derken profesyonel iş yaşamım sonlanmış gibi
gözüküyor. Bu işler böyle zaten. Biliyorsun ben, futbolu, futboldan örnekler
vermeyi severim.
Profesyonel iş yaşamı yine profesyonel futbolculuğa benziyor:
Küçükken mahalle aralarında oynarsın, kulüplerin alt yapısında yetişirsin,
yetenekliysen A takıma seçilirsin, çok yetenekliysen ve şanslıysan büyük
kulüplere transfer olursun, sonra yaşlanır düşüşe geçersin, küçük takımlarda
oynamaya ve en sonunda da halı sahada yaşıtlarınla maç yapmaya razı olursun. İş
hayatı da böyle işte…
Şimdilerde
kendim bir şeyler yapmaya çalışıyorum, olanaklar araştırıyorum. Bu arada
okumaya ve yazmaya ayırabilecek daha fazla vaktim oluyor bu sayede.
Hem
Rusya’da, hem de Türkiye’de yaşayabileceğim daha adil ve keyifli zaman
dilimleri yaratabilirsem daha az yakınacağım.
Kendini
Ankaralı gibi mi hissediyorsun, Moskovalı mı? Yoksa dünyalı mı?
Ben,
Mübadele sonrasında Selanik’ten zorunlu göçe tabi tutulan, Manisa Kırkağaç’a
yerleştirilen bir m’acir ailesinin çocuğuyum. Ankara doğumlu; ilk, ortaokul,
lise, üniversite eğitimini ODTÜ’de, Ankara’da tamamlamış; iş yaşamına yine
Ankara’da başlamış; daha sonra sevdalısı olduğu İstanbul’a göçüp, orada
yaşayıp, çalışmaya başlayan; bir ara İzmir, daha sonra Moskova’da çalışıp,
yaşayan; oradan oraya dolaşan, dolaşmaktan başı dönen biriyim. Yani memleket
meseleleri biraz karışık.
Nasıl
hissettiğime de geçen ay yazdığım şiirden bir bölümle cevap vereyim:
“…
Birden annemi, babamı, kardeşimi, oğlumu
ve tüm hısım akrabayı
Arkadaşlarımı, okulumu, mahallemi, misket
yuvarladığım sokakları
Memleketimi, onunla da yetinmeyip
çepeçevre bütün dünyayı,
Nehirleri, denizleri, ağaçları, çiçekleri,
böcekleri,
Türkleri, Kürtleri, Ermenileri, Arapları,
Çerkesleri, M'acirleri,
Rusları, Çinlileri, İspanyolları ve hatta
Amerikalıları,
Ve şu içimi ısıtan, ışıtan, her şeye can
veren güneşi,
Mehtaplı gecelerin kahramanı aydedeyi,
yıldızları çok sevdiğimi fark ettim.
Acunistim desem olmazdı,
Evrenistim desem yine uymazdı
Ben kosmozistim deyiverdim
Bütün kosmozun aşığıydım.”
Malumunca
ülkemizin havasının suyunun ve insanının tabiatı nedeniyle tuhaflıkta her gün
kitaplar dolduracak hadiseler cerayan ediyor. Esasen eli kalem tutan herhangi
bir adem oğlunun bu hadiseler karşısında kaleme sarılmaması, kaleme sarılan
kişininse okunur bir şeyler ortaya koymamaması neredeyse mümkün değil. Bu
durumda yazıda kalite, özen, yazma aşinalığı, farkındalık gibi unsurlar öne
çıkıyor. Eli kalem tutan, yazmak isteyen, belki ileride yazar olmak isteyen
gençlere ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersin?
Rusya’da
yayımlanan yazılarımdan birinde kullandığım bir anektodu anlatayım. Diyalog
benimle bindiğim taksinin Çukotyalı şoförü arasında geçiyor:
“Çukçaların basit, sade hayatlarının
olduğunu, avlanma dışında ekonomilerinin olmadığını, eğitim seviyelerinin de
düşük olduğunu bildiğimden söz ettim. Alındı ve şiddetle itiraz etti.
“Olur mu?!” dedi, “Bizim de şairlerimiz,
yazarlarımız var, bak mesela,” dedi ve benim tarafımdaki torpido gözüne uzanıp,
açtı; bir kitap çıkardı.
“Bu kitabı ben yazdım,” dedi.
Biraz sayfaları karıştırdım. Karanlıkta ne
yazdığını pek okuyabilecek durumda değildim.
“Bu kitabı yazdığına göre çokça okumuş
olmalısın; sana ne ilham verdi en çok, mesela Puşkin’i, Gogol’u, Tolstoy’u,
Dosto’yu okumuş olmalısın?” diye sordum.
Bir gözü yolda, küçümser bir ifadeyle bana
baktı.
“чукча не читатель, он писатель-Çukça ni
çitatel, on pisatel (Çukça okur değil, yazar )!” dedi.
Ses çıkaramadım; okumadan, ustalardan
etkilenmeden, birikime ihtiyaç duymadan yazabilenler de olabiliyormuş meğer diye
düşündüm. Ne demeli!”
Bu
işin hikayesi tabii. Yazmanın birinci koşulu uzun, yoğun bir okuma ve yaşam
yolculuğunun sonunda bir birikime ulaşmaktır.
Yazmak
arzusu duyan gençlere ve her zaman genç kalan arkadaşlarıma benim önerim hemen
işe girişmeleri. Ben yazamam diye düşünmek, eşinmek yerine teşebbüs etmeleri.
Bir şeyler biriktirmeye başlayacak, yazma yetileri gelişecektir mutlaka. Güzel
şeyler yazabildiklerini görüp, özgüvenlerini kazanacaklardır. Başarısız oldum
deyip yılmasınlar; hayatta başarısız insanlardan ziyade vazgeçenler vardır.
No comments:
Post a Comment