AKIN
EVREN
Zamanda
ileri geri yolculuklarla bize pek çok ve değişik insanlık durumunu sunan
hikayeler, hem yalnız olmadığımızı söylüyor bize hem de o kadar önemli
olmadığımızı.
Yaşanan yıl sayısı arttıkça bagajımız da büyür. Gerekli
gereksiz pek çok şeyi taşır dururuz bu bagajda. İlk çocukluk günlerinden
başlayıp tüm yaşanmışlıkların izlerini, değer verdiğimiz anların kendimizce
yontulmuş parlatılmış anılarını sık sık zihinsel börkeneğimizden çıkartır ve
yeniden çiğneriz dilimizle dişlerimiz arasında. O eski tatları, eski haliyle
yeniden duyumsamaya çalışırız.
Peki, ya bizi geçmişimizle bağlayan o tel kopuverirse ne
olur? Bir tarihte, anılarını yazan bir okul abimize “Maşallah, ne büyük
kütüphaneniz var belleğinizde” demiştim. O da “Kütüphane iyi de kütüphaneci
yerinde değil” demişti bana. Gerçekten, insan beyninde de, onun çalışma
biçimini taklit eden bilgisayarlarda da, biriktirilen bilgi ve anılarla onlara
erişmemizi sağlayan bağlantı mekanizmaları farklı farklı yerlerde. Onca
bilgiyle aradaki bağ bir kez koptu mu gitti gider oluyor. Bu süreç bazen yavaş
yavaş ve yıllara bağlı gerçekleşiyor, bazen bir gecede.
Sevgili dostum Mehmet Hakkı Yazıcı, artık iyiden iyiye
ısındığı kısa hikayeciliğinin üçüncü verimi olan “Yaşam Annemin
Hatırladıklarıysa” (*) kitabının aynı adı taşıyan ilk hikayesinde, askeri
darbenin sıkıntılarının da etkisiyle bellek yitimine uğrayan bir annenin yürek
burkan hallerini anlatıyor.
Hakkı, hem 12 Mart’ı hem 12 Eylül’ü yaşamış bir kişi. Bu
bağlamda hem 68’li hem 78’li. Bu özellik hikayelerine de yansıyor.
“…Kantinden aldıkları etimekleri sütle ıslatıp, aralarına şokella sürüp üst
üste dizdiler. En üste yine şokella sürüp süsleyerek Mamak pastası yaptılar.
Bütün Komün üyeleri içinde bulundukları ortamın elverdiği ölçüde, Mamak pastası
yiyerek Sabri’nin doğum gününü kutladılar. Bu pasta geleneği Mamak günlerinden
kalmıştı…”
“Dedem Dimitri” hikayesinde anlatılan Mehmet ve
Dimitri’nin aşklarından vazgeçmemek uğruna, kimliklerini değiştirerek
birbirinin yerine geçmeleri, mübadelenin acılarını bizlere bir kez daha
anımsatıyor.
“Komen… Komen” hikayesinde, 6-7 Eylül olaylarından sonra
ülkeyi terk etmek zorunda kalan Rumların anımsandığı bir çocuk dostluğu dile
getiriliyor. Çocukluğun önyargısız kardeşliğinin naif sıcaklığını tadıyoruz o
satırlarda.
Kısa Hikaye, benim çok sevdiğim bir edebiyat türü.
Türk edebiyatında Sabahatin Âli, Sait Faik, Haldun Taner gibi pek çok ustası
var. Bir dönem gözden düştüyse de şimdilerde pek çok hikaye yazılıyor ve
yayınlanıyor. Hakkı Yazıcı, daha önce yayınlanan “Yitik Zamanlar Dükkanı” ve
Akvaryumdaki (Ba)Balık” kitaplarındaki hikayelerinde olduğu gibi bu kez de
sevecen ve babacan bir tavırla anlatıyor. Geniş bir coğrafyayı ve zaman
parçasını kapsıyor.
Dili zorlamasız ve zaman zaman kalemine geldiği gibi. Yaşam
bilgeliğinin deneysel bütünlüğü ve kavrayışı hikaye kurgularına yansıyor.
Zengin bir spektrumu bizimle paylaşıyor ve bizi kendi zaman ve mekanına
taşımayı başarıyor.
Hikaye okumak, vakit azlığından ya da kesintisiz
okuyamamaktan yakınan ve edebiyattan uzak duranlar için bir telafi yöntemi de
olabilir. Ne var ki, zamanda ileri geri yolculuklarla bize pek çok ve değişik
insanlık durumunu sunan hikayeler hem yalnız olmadığımızı söylüyor bize hem de
o kadar önemli olmadığımızı… (AE/AS)
*
“Yaşam Annemin Hatırladıklarıysa”, Mehmet Hakkı Yazıcı, Nota Bene Yayınları,
Ekim 2015, Ankara
No comments:
Post a Comment