02 November 2025

Önce kemo, sonra afro / Kısacık öykü

 

 


Önce kemo, sonra afro

 

Müzeyyen Hanımla eski komşusu Şükran Hanım pazarda rastlaşmışlardı. 

“Ah canım, ne kadar zaman oldu görüşmeyeli. Acelen yoksa şu çay bahçesinde oturup biraz hasret giderelim,”

Çok zamanı yoktu, ama eski komşusunu kırmak istemedi.

Araya giren diğer komşuların dedikodusu da sohbetin tuzu biberi idi. Onlarsız muhabbetin tadı tuzu olmuyordu.

Laf lafı açıyordu.

Şükran Hanım:

“Hayatım saç modelini çok beğendim. Çok yakışmış sana. Önceden de böyle kıvırcık mıydı senin saçın?”

Müzeyyen Hanım, buruk bir gülümsemeyle:

“Eh, öyle oldu. Önce kemo, sonra afro,” diye cevap verdi.

Şükran Hanım, komşusunun illet bir hastalığa yakalandığını, kemoterapi tedavisi geçirdiğini bilmiyordu. “Kemo” diyerek kocası rahmetli Kemal Bey’i kastediyor, zannetmişti.

Ne huysuz adamdı. Ne çok çektirmişti kadıncağıza.

Bir ara komşulardan Kemal Bey’in sarhoşken karısını dövdüğünü, saçını başını yolduğunu duymuştu.

“Hayatım bir ara kuaförünün telefonunu ver, ben de yaptırayım bu modelden,” dedi.

Rüyamda yeni bir düşman / Kısa öykü




Rüyamda yeni bir düşman

 

                                                                                                       M. Hakkı Yazıcı

mhyazici@gmail.com

 

 

Çok çelişik bir dünyada yaşıyoruz.

İtiraz edenler olabilir, ama bana göre öyle…

Yok, hayır!

Dünya, evren, her şey kendi olağan seyrinde; aslında çelişki içinde olan benim.

Buna alışamayan ben ve benim gibileri…

Evet, küresel ısınma, çevre sorunları var, ama öte yanda insanlar, çevreyi kirletmeye; savaşın, ne kadar kötü bir şey olduğunu söyleye söyleye birbirlerini boğazlamaya devam ediyorlar.

Pek hoşlanmadığım, kurtulmak istediğim, ama kurtulamadığım bir ruh hali içindeyim.

Bazen hayat, “Evet’ ile “Hayır” arasına sıkışıyor.

Buna iyice ifrit oluyorum.

Bu ikisinden birinin galebe çalmasıyla ya tümden yok olacağımız, ya da feraha çıkacağımızın söylendiği bir ikileme hapsedilmek isteniyoruz.

Bu tercihte siyah ve beyaz var; grilere yer yok. Gökkuşağının diğer renklerine hiç mi hiç yer yok.

Birileri çıkıyor, demokrasiye ne gerek var; ben her şeyin icabına bakarım, diyor.

Dayatılan bu. Yersen diyorlar.

Alışmak bazılarını rahatlıyor genellikle. Tam tembel işi yani… Kötü bir hal, asıl olması gereken anlayıp da, teslim olmak yerine direnmek.

Bunları zihnimde dolandırmak bazen uykumun kaçmasına, bazen de düşünmekten yorgun düşüp uyuyup kalmama neden oluyor.

Dert çok.

Dünyanın bir ucunda insanlar can derdindeyken, öbür ucunda diğerleri sefalar içinde yaşıyor.

İnsanların çoğunluğu bir ağaç gölgesi, yağmurdan kardan buzdan korunacak bir dam altı ararken; bazıları havuzlu, saunalı, bilmem kaç odalı, denize nazır villalarında caka satıyorlar.

Milyonlarca insanın basit bir özlemi var: Tepesine bomba yağmayan bir vatan.

Bildiğimiz ademoğlunun yani Homo Sapiens’in Homo Deus’a dönüşeceğinin; insanın ve makinenin birleşerek bir tür sayborgun ortaya çıkacağının ileri sürüldüğü bu teknoloji çağında hala Ortaçağı yaşatmak niye?

***

Düşünmekten bitap düşüp, yine uyumuşum.

Ne kadar uyumuştum bilemiyorum, tadilat yapılan yukarıdaki komşunun dairesinden gelen matkap darbesi gürültüsüyle uyandım.

Yine kötü rüyalar görmüştüm.

Meğer uykumda bağırıp çağırmışım.

Hala en son gördüğüm rüyanın etkisi altındaydım. Bu rüya çok fena hırpalamıştı beni.

***

Hatırlamaya çalışıyorum.

Nedeni bir kere, kesin olarak hatırladığım kadarıyla yukarıdaki matkap seslerinin yaratıcısı inşaat ustaları değildi. Onlar rüyama girmemişlerdi.

Kimdi ya da neydi bu rüyama giren yeni düşmanım?

Rüyalarıma sık sık giren bana sınavlarda ne kadar yırtınırsam yırtınayım kırık not veren, bunu da keyifle yapan “sıfırcı hoca”m mı diye düşünüyorum, değildi.

Maaşıma zam yaptırmayıp, sürekli beni işten attırmakla tehdit eden eski müdürüm değildi.

Kaşla göz arasında eksik tartarak hep beni kazıklayan köşedeki manav da...

Her gün televizyonlarda burnumuza dayatılan siyasilerden biri de...

Arkalara yürümediğim için dikiz aynasından bana kötü kötü bakan halk otobüsü şoförü, ya da bozuk param olmadığı için kızan taksi şoförü de…

İlginç, kabusumun kahramanı bir insan değildi.

Kuşkusuz belki yine bir insan ürünüydü, ama etten kemikten bir insan değildi.

İnsan değildi de neydi?

Kaçırdığım, arkasından yetişmek için kan ter içinde koştuğum belediye otobüsü değil rüyama giren.

Geç kaldığım zamanlar kestirmeden gitmek için bahçesine daldığım komşumun paçama yapışan azgın köpeği de...

Veya reklamlarda tanıtılan nefret ettiğim bir ürün de...

Rüyama giren ruhumu didikleyen, beni hırpalayan yeni bir düşmandı.

***

Yavaş yavaş hatırladım. Rüyama giren şey bir bilgisayar programıydı.

İnternette gezinirken görüp, merak edip indirdiğim, sonra silemediğim, kurtulamadığım bir bilgisayar programı.

Bilgisayarıma musallat olan davetsiz, hain bir virüs gibi…

Bu, yazma meraklıları için uydurulmuş bir programdı. Bu bilgisayar programına sahip olan bir heveslinin Tolstoy’un, Dostoyevski’nin romanları kalınlığında ve o kalitede bir roman yazabilmesi işten bile değildi.

Tanıtımı böyleydi.

Saçmalık.

“Öykü atölyeleri”ne, “yaratıcı yazarlık kursları”na bile dudak büken benim gibi birisi için böyle bir saçmalığa itibar etmek kesinlikle olamazdı. Ben, bir yazarın okulunun kendi okuma serüveni olduğuna imanla inananlardanım.

Ama gaflete düştüm işte, merak ettim.

Efendim, güya öykü fikrini giriyorsun, kahramanları, ortamı tasvir ediyorsun program o güne kadar yazılmış bütün edebi ürünlerin içinden bir tarama yapıp, imgeler yaratarak, kurgulayarak sana kendiliğinden romanı yazıp, sunuyor.

Yazarın yeteneği, üslubu? Hiçbir şeye ihtiyaç yokmuş. Program bunu kendisi yapıyormuş. Hem de çok yetenekli bile olsan, senin yapabileceğinden daha iyisini…

Hay merak edip, indirmez olaydım.

Şöyle bir bakıp, sonra günlük işime devam edeyim dedim, ama mümkün değil.

Bilgisayarımın içindeki bu programı unutup, bir şeyler yazmak istiyorum. Program hemen devreye girip kendi kafasına göre benim yazdıklarımı düzeltip, bir şeyler yazıyor.

Yazılanı beğensem bile beni geriyor. İstemiyorum. İyi olmasa da, kimse beğenmeyecek olsa bile kendim yazmak istiyorum.

Ancak olmuyor, programı devreden çıkarmaya çalışıyorum. Olmuyor, beceremiyorum.

Denetim masasından programı iptal edip, tarihe gömmek istiyorum.

Sildim, programdan kurtuldum sanıyorum, olmuyor; yine ortaya çıkıp yazdıklarıma müdahale ediyor.

Tam becerdim zannederken yine ortaya çıkıyor.

Her şeyi bilirim, ben her şeyi yaparım iddiasındaki; her şeye müdahale eden, başkalarının yaşam hakkını elinden almaya hevesli insanlardan illallah demişken bir de bu program çıkmıştı başıma.

Deliye dönüyorum.

Gece yarısı, geç oldu demeden bu işlerden anlayan bir arkadaşımı arıyorum. Uykulu sesiyle bana anlatıyor. Denetim masasını aç, program ayarlarına gir, şunu yap, bunu yap, falan diye.

Oldu zannediyorum. Bakıyorum olmamış.

Sonunda dayanamayıp eski usule dönmeye karar veriyorum.

Boş bir defter, kurşun kalem ve silgimi alıp masaya oturuyorum.

Öyle ya Tolstoy, “Anna Karenina”yı, “Savaş ve Barış”ı bilgisayarla mı yazmıştı?

Tam böyle düşünüp, işe girişirken gaipten bir ses “Sen, Tolstoy’un aynı zamanda eski sekreteri olan karısı Sofia olmasaydı bu tuğla kalınlığındaki romanları yazabilir miydi sanıyorsun?” deyip keyfimi kaçırıyor.

Defteri, kalemi bir tarafa fırlatıp atıyorum.

***

Tam o anda yukarıdan matkap sesleri geliyor. Uyanıyorum.

Üzerimdeki yorganı çekiştirerek, gözümü açıyorum.

Şükürler olsun gözümü açmış, o kötü kabustan kurtulmuştum.

18 June 2025

Kısalık yeteneğin kız kardeşidir



Kısalık yeteneğin kız kardeşidir (Краткость- сестра таланта).

Bu söz, kısa öykünün en önemli ustalarından Anton Pavloviç Çehov'a aittir.

11 Nisan 1889'da Moskova'da kardeşi Aleksandr'a yazdığı mektupta kullanır bu ifadeyi.

(Çehov A.P. Tüm Eserleri. Cilt XIV. Moskova, 1949).

***

Anton Pavloviç Çehov çok sevilen bir yazar.

Çalışmalarına ömrünün çeyrek asırlık kısmını adamış ve bu süre zarfında yaklaşık 1000 farklı eser yazmayı başarmıştı.

Günümüzde hala geçerli olan birkaç bilinen imgeyi yaratan oydu ve daha sonra efsane haline gelen kardeşlerinden birine yazdığı bir mektupta yer alan bir cümleyi yazan oydu.

"Kısalık, yeteneğin kız kardeşidir."

Sıradan yazıda karmaşık hiçbir şey yoktur. Ancak bir eseri akılda kalıcı ve özlü hale getirmek çok, ama çok zor olabilir. Bunun için metnin temel fikrini iyi aktarmanız gerekir.

Anlamsal bileşeni kaybetmeden tüm gereksiz unsurları kaldırmanın tek yolu budur. Kısa bir metin bile, yetenekli bir kişinin katkısı varsa, okuyucuya gerekli duygusal rengi ve ana fikri gayet iyi aktarabilir.

İşi gevezeliğe vuran bir yazar, okuyucusunun zamanına değer vermez ve ona ana mesajı iletmek için çabalamaz. Sonuçta, metnin ana fikri, gereksiz sözcüklerin kalabalığı içinde kaybolur.

Bu kural konuşmalar sırasında ve özellikle monologlar sırasında da geçerlidir. Kişi düşüncesini ne kadar hızlı ve basit bir şekilde ifade ederse, dinleyici bu düşünceyi o kadar iyi anlayacaktır.

Uzun cümleler ise sizi sadece şaşırtabilir, hatta sıkabilir.

Çehov, kısalığın önemini ilk kavrayan kişi değildi. Antik Sparta zamanlarında bile, askeri liderler kısa ama çok duygusal konuşmalar yapmaya çalışırlardı. Ve Spartalıların askeri maceralarının tarihinin de gösterdiği gibi, bu boşuna değildi.

Bu nedenle, sınırlı anlam içeren uzun ve büyük cümlelerden kaçınmakta fayda var.

 

***
Kısalık, özlü olma hakkında alıntılar, aforizmalar:

Bir hatibin en büyük başarısı sadece söylenmesi gerekeni söylemek değil, aynı zamanda gerekmeyeni söylememektir. - Cicero 

Dilin en büyük erdemi açıklıktır. -Stendhal

Ve en parlak konuşma bile uzarsa sıkıcı hale gelir. - Blaise Pascal 

Kısalık zekânın ruhudur. - William Shakespeare 

Çok konuşmak ve çok şey söylemek aynı şey değildir. - Sofokles 

Gerçek belagat, söylenmesi gereken her şeyi söyleyebilme yeteneğidir, ama daha fazlasını değil. — François de La Rochefoucauld 

Gerçek bilge, çok şeyi kısa ve net bir şekilde söyleyebilen kişidir. — Aristophanes 

Ne kadar çok saçma konuşursan, diğerleri seni o kadar az dinlemek ister. — Dmitry Eyt

***

Konuyla ilgili bazı anektodlar:


Ernest Hemingway bir zamanlar, herhangi bir okuyucuyu etkileyecek sadece altı kelimeden oluşan bir hikaye yazabileceğine dair bir bahse girmişti.
Bahsi kazandı:


"Satılık: bebek ayakkabıları. Hiç giyilmedi."


***
Frederick Brown, yazılmış en kısa korku hikayesini yazdı:

"Dünyadaki son adam bir odada oturuyordu. Kapı çalındı..."


***
O. Henry, geleneksel bir hikayenin tüm bileşenlerine sahip olan en kısa hikaye için düzenlenen bir yarışmayı kazandı - bir olay örgüsü, bir doruk noktası ve bir çözüm:

"Sürücü bir sigara yaktı ve ne kadar benzin kaldığını görmek için benzin deposuna eğildi. Ölen adam yirmi üç yaşındaydı."


***
İngilizler de en kısa hikaye için bir yarışma düzenlediler. Ancak yarışmanın kurallarına göre, kraliçeden, Tanrı'dan, seksten ve gizemden bahsetmek zorundaydı.
Birincilik, şu hikayenin yazarına verildi:


"Aman Tanrım," diye haykırdı kraliçe, "Hamileyim ve kimden olduğunu bilmiyorum!"


***
En kısa otobiyografi yarışmasının kazananı,
"Eskiden pürüzsüz bir yüzüm ve kırışık bir eteğim vardı, ama şimdi tam tersi" diyen yaşlı bir Fransız kadın oldu.

09 June 2025

Belalı bir komşumuz var / Öykü

 


Belalı bir komşumuz var

 

Kaynak:https://oggito.com/icerikler/belali-bir-komsumuz-var/69249 

 

Gecenin bir yarısında, uykunun kıyılarındayken üst katta bir kavga, bir gürültü,.. Bizim tavanda, üst katın zemininde parçalanan, fırlatılan eşyalar; kırılan bardaklar, tabaklar, vazoların şangırtıları…

Gel de uyu!

Belalı bir komşumuz var.

Birkaç ay olmuştu taşınalı, ancak daha henüz yüz yüze karşılaşmamıştık.

Aman aman, çok lazım değildi tanışmak zaten. Belli ki herif serserinin önde gideni.

Bir yüzünü görebilsem, merdiven sahanlığında falan bir karşılaşsak lafın gelişi okkalı bir tokat atacağım suratına.

Yani o kadar kızgınım. Rahatım, huzurum kalmadı.

Yine aynı asap bozucu tiyatro oynanıyordu yukarıda.

Her gece, ama her gece aynı saatlerde oynanan bir oyun gibi. Zira komşu evin kralı her gece aynı saatlerde meyhaneden, mutad olarak sarhoş geliyor. Sonra gelsin, bağırtı, küfür, dayak. Kurbanlar, evin hanımı, çocuklar ve hatta kral hazretlerinin anacığı.

Finalde ağlamalar, sızlamalar, hızını almış kralın mırıltıları, anasının bedduaları…

Sonra oyunun başka aktörleri dahil oluyor; kapıya dayanan komşular, mahallenin her şeyden sorumlu kabadayısı ve en sonunda işgüzar komşulardan biri tarafından çağrılan karakol polisleri.

Ben de merakla, ama meraklı kalabalığının arasına karışmadan kapı aralığından bakıyorum. Ve ilk defa bu belalı komşumun yüzünü görüyorum.

Aman allahım, bu o herif. Yine o herif!

Mahallenin kabadayısı, üst kattaki evin kralının yakasına yapışmış, gürlüyor:

“Ulan, ben sana geçen sefer bu son olsun, bir daha böyle şey yapma demedim mi? Kırayım mı ulan kafanı, patlatayım mı şaşı gözlerini?”

“Abi, içkiliyim, anlamıyor musun? Farkında mıyım ben yaptıklarımın…”

Evin kralı, biraz ayılıp, kendine geldikten sonra, eve doluşmuş kalabalığa bakıp isyan ediyor:

“Ne işiniz var ulan evimde? Kimden izin aldınız da girdiniz içeri; ben, sizin evinizin mahrem hallerine karışıyor muyum?”

Yan komşu kadın, oturduğu sandalyenin kenarlarından taşan koca poposunu ve göbeğini hoplata hoplata konuşuyor:

“Sen, böyle yaparsan tabii ki elalem senin evinin işlerine karışır, bak bizim eve karışan var mı?”

Teyit almak istercesine bakışlarını kenarda ayakta dikilen kılkuyruk kocasına dikiyor. Adam kendisinin de olaya dahil edilmesinden utanmış, kıpkırmızı olan yüzüyle başını öne eğiyor.

Neyse olay yavaş yavaş hızını kaybediyor. Komşular teker teker evlerine dönüyor.

Bir ara belalı komşumuz şaşkın bakışlarla kapı aralığında dikilen beni fark etti. Göz göze geldik.

Tanımıştı beni.

Bu herifle üç gün içinde, üç ayrı yerde, üç farklı konuda yollarımız kesişmişti.

Çok sıkılmıştım; neydi, bu herifle kaderimi birleştiren bir şey mi vardı? Yeter artık!

O da şaşırmıştı bu duruma.

Gözlerimi kaçırdım.

***

Geçen Cuma mahkemede yine çok yoğun bir gündü.

Diğer günler torbaya girmiş gibi sorunlu işler hep haftanın son işgününde yığılır zaten.

Memleket çıldırmıştı, ben de çıldırmanın eşiğindeydim.

Davaların sonu yoktu. Biri bitiyor, biri başlıyor. Bazen dosyaları birbirine karıştırıyorum.

Mübaşirler de bir alem. Onlar da ayakta uyuyorlar. Elime aldığım dosyadaki taraflar yerine bir başkasını alıyorlar içeri.

Neyse çabucak toparlıyorum durumu. Sorun çıkmıyor.

Çarşıda küçük bir lokantası olan adamın biri ücretine zam isteyen bulaşıkçısına hakaret etmiş, dövmüş ve işten atmıştı.

Lokantacı da, bulaşıkçı da mahkeme salonunda hazırdı.

Adam mahkemede saygılıydı, ama bıçkın, serseri biri olduğu her halinden belliydi.

İfadesinde “Hakim bey, bu bulaşıkçı arkadaş müessesemizin değerli personelinden. Can kardeşimiz. Malum işler güçler sıkıntılı bu aralar. Ekonomik durumlar kötü. Keyfimiz kaçık. Oluyor bazen böyle ufak tefek tartışmalar,” diyor.

Lokantacı anladığım kadarıyla, bulaşıkçıyı koridorda ikna etmişti; maaşına zam yapmış, özür dilemişti.

Bulaşıkçı da şikayetini geri almıştı. Bu yüzden mahkeme kısa sürdü.

***

Ertesi gün, cumartesi sabahı maçım vardı.

Erkenden yatıp, uykumu almam lazımdı. Ama ne mümkün. Yukarı kattaki komşularda yine hırgür.

Neyse, bir ara dalıp uyumuşum.

Sabah erken kalkıp stada gittim.

Bilmeyenlere hemen söyleyeyim, ben, aynı zamanda Mahalli Lig’de hakemlik yapıyorum. Yani ligde görev yapan ve her maçta küfür yiyen, eleştiri oklarına maruz kalan zavallı hakemlerden biriyim.

Peki, hakimden hakem olur mu diyeceksiniz. Mevzuatta mani bir durum yok. Ben oldum işte.

Hakemler hafta içinde meslek değiştirirler benim gibi. Aslında her biri farklı bir iş yapar. Örneğin kimi gazeteci, muhasebeci, eczacı, kimi kabzımal, kimi ise doktordur. Hakemliği ise hobi olarak hafta sonları yaparlar.

Hakemlerin bazılarının bunu ek iş olarak yaptığını çok kimse bilmez. Futbolcuların profesyonel olarak mücadele ettiği yeşil sahalarda siyah formalı hakemler, amatör bir ruhla maçları yönetirler. Alınan komik paralar için bu iş yapılmaz aslında. Mesela Süper Lig’de beraber koşturduğu futbolcular milyon dolarlar kazanırken, hakemler komik rakamlara razı olurlar.

Benim durumum da aynı; parasından pulundan değil, futbolu çok sevdiğimden ek iş olarak hafta sonları bu zor işi yapmaya çalışıyorum.

Bizim arkadaşlar iyi bir hakem olduğumu söylüyorlar. Bakarsınız daha üst liglerde de maç yönetmek nasip olur.

Belki de esas mesleğimin faydası var. Hukukçu gözüyle futbol yönetmek avantajlı olmalı. Hukuk kurallarını iyi bildiğim için hakemlikte zorlanmıyorum. Sarı kart ya da kırmızı kart gösterirken adil olmaya çalışıyorsunuz, hukukun üstünlüğünü göz önüne alıyorsunuz. Böylece yapılan hataları daha iyi analiz edip sağlıklı karar veriyorsunuz.

Haftanın iş yorgunluğunu üstümden atamadan maça çıkmıştım.

Daha maç yeni başlamıştı.

Futbolcular topun peşinden, ben de onların peşinden koşturup duruyordum.

Kırmızı formalı takımın defans oyuncularından biri hemen dikkatimi çekti.

Sanki herif, top oynamaya değil, adam dövmeye gelmişti.

Top geçer, adam geçmez dedikleri türden bir müdafaa oyuncusu.

Çok geçmedi rakip takım hücum oyuncularından biri buna bacak arası atıp geçince, madara olduğuna kızıp, arkasından hırsla koşup, yetişti, kayarak çift daldı.

Zavallı rakip takımın oyuncusu yere yuvarlanmıştı. Acı içinde kıvranıyordu. Maazallah önemli bir sakatlık olabilirdi.

Hemen düdük çalıp, oyunu durdurup, elimi cebime attım.

Sarı mı, yoksa kırmızı mı göstersem diye tereddüt ederken, herif üstüne el kol işareti yapıp, bağırıp çağırmaz mı! Söylediklerinin arasında “ananı..” lafını seçebildim ancak.

Yeterliydi, kırmızı kartı çaktım.

Oyundan çıkarken yüzüme dik dik bakıp, söylendi. Bir de “Ben ne yaptım şimdi, hakem bey?” diye itiraz etmez mi!

Aaa, bu kazma, bizim mahkemede önceki gün karşıma çıkan lokantacı değil miymiş meğer!

Bulaşıkçısını döven, rakip takımın oyuncusunu da sakatlardı. Şaşılacak bir durum yok.

Herif yine yolumun üzerine çıkmıştı.

***

Üç gün içinde bu belalı komşuyla yaşadıklarımın şaşkınlığıyla merdivenlerden inip dışarı çıktım.

Bu saatten sonra uyku tutar mı?

Tutmaz.

Bir iki şişe bira alacağım açık bir bakkal ya da büfe bulabilmek ümidiyle iki sokak yukarı, minibüs yoluna kadar yürüdüm.

Topal bakkalın dükkanı açıktı. İki şişe bira, biraz fındık, fıstık alıp döndüm.

Bahçeye girer girmez, ağaçlardan birinin altına tünemiş üst kattaki evin kralını fark ediyorum. Sesleniyor:

“Gel komşu, biraz dertleşelim.”

“Yahu git kardeşim, uykumun içine ettiğin yeter. Bi de kafamı mı ütülettireceğim sana?”

Aldırmayıp, eve gidiyorum.


25 February 2025

Öylesine tuhaf bir aşk ( Öykü )


Öylesine tuhaf bir aşk

 

Aşk nedir ki?

Biliyorum tuhaf bir soru, ama lütfen cevabını da benden beklemeyin. Saçmalamaktan korkuyorum. Ancak yine de cehaletimi yüzüme vurmaz, dalga geçmezseniz bir şeyler söyleyeyim: Aşkı tarif edemezsiniz, ama gün gelir birine fena halde tutulursunuz. İşte o zaman ne olduğunu herkesten iyi anlarsınız.

Kuşkusuz bu duyguyu yaşamak, bilmekten iyidir.

Muhtemelen hepimiz aşık olmuşuzdur. Bazen okuldan, bazen mahalleden birisine…

Özetle, güzel bir duygudur. Tatmamış olanlara şiddetle tavsiye edilir. Ama biraz acılıdır, yüreğinizin derinliklerinde hep ince bir sızı duyarsınız. Gariptir, insanın hoşuna gider bu.

Kötü olan, acısı daha fazla hissedilen imkansız aşklardır.

Ciddiye alınmayacak olanları da vardır. İnsan aşık oldum zanneder, ancak durum öyle değildir. Bunlar bu duyguyu yaşamak isteyen, sadece gönlüm boş kalmasın düşüncesinde olanlardır.  Yani aşkların bazısı sahici, bazısıysa öylesine şeylerdir. Oyun gibi yani.

Sonra biter, geçer gider; hatırlayınca da keyiflendiğimizi saklamadan güleriz.

Yani, aşk, güzel bir şeydir; ama ömrü genellikle çok uzun değildir.

Şimdi gülüp, dalga geçiyorsunuz bu yazdıklarıma değil mi?

Ben de ciddiye almıyorum zaten.

Bir kıdemli pavyon şırfıntısını ikna edebilmek için yapılan konuşmanın uzayan bölümünde aşk felsefesiyle ilgili komik, komikten de öte bir çuval dolusu zırvaydı bunlar.

Yaşadıklarımız İrfan’ın onulmaz aşkına çare bulabilmek için başımıza gelmişti.

Hem çocukluk, hem de okuldan gerçekten iyi, çok eski bir arkadaşımdı. Üstelik uzaktan hısımdık. Aman boş ver, bana ne diyemiyordum.

Ancak bu bizim İrfan’ın aşkı bir başkaydı. Onunki bir tuhaf, bana kalırsa marazi bir şeydi. Aslında belki ciddiye alınmaması gerekirdi 

***

Okulda bir müzik öğretmenimiz vardı: Melahat Hanım.

Bize müzik sevgisini aşılayan unutamadığımız öğretmenlerimizden. O kadarla kalsa iyi. Bir kere çok güzeldi. Sınıftaki bütün oğlanlar aşıktık. İrfan da aşıktı. Sanırım okuldaki pek çok erkek öğretmen de ona aşıktı. Kadıncağızın ise muhtemeldir ki bunlardan hiç haberi yoktu.

Hoş bir kadındı, ama biraz saftı galiba. Tayini çıkıp ta ilk geldiğinde kasabanın girişindeki “kavun anıtı”nı görmüş, bize “Burasının sembolü kavun galiba, sizin kasabada çok kavun ağacı olmalı,” demişti. Bütün sınıf dakikalarca kahkahalarla gülmüştük.

Kasabalılar, çok uzun süre, akıllarına geldikçe, “Yahu, kadıncağız kavunu ağaçta yetişiyor sanıyor,” diye gülmüştü.

Rivayete göre coğrafyacımız Halit Bey, bir keresinde öğretmenler odasında “Aman sakın bir kavun ağacının gölgesinde dinlenip, uyumaya falan kalkmayın. Maazallah dalından kopan olgun bir kavun başınıza düşebilir,” diye kadıncağızı tiye almıştı.

Melahat Hanım’ın tek kusuru sanırım buydu; o da zaten sonradan tarla, bostan gezdikçe işin aslını öğrendi.

Derse bazen gramofonunu, plaklarını kucaklar getirirdi.

Onun derslerinde dünyamız değişirdi. O zamana kadar ne Mozart’ı, ne Beethoven’i, ne de Çaykovski’yi, Paganini’yi, Vivaldi’yi bilirdik.

Plakları çalar, bitince hala dinlediği müziğin etkisinden kurtulamamış, dalgın gözleriyle bize bakıp, merakla sorardı:

“Nasıl çocuklar, güzel mi?”

Hep bir ağızdan, “Çok güzeeel!” diye bağırırdık.

O, mutlu olur, sevinirdi; “Çok güzel!” dediğimizin onun buğulu yeşil gözleri olduğunu bilmezdi, anlamazdı.

Sonra… Birkaç yıl sonra tayin olup gitti. Uzaklara, adını bile bilmediğimiz bir başka şehre…

O gidince müziğe ilgimiz de bitti.

Kolay unutmadık tabii ki Melahat öğretmeni. Ama tayin olup gitmişti işte. Hayatımızdaki en güzel öğretmenimiz olarak anılarımızda yerini aldı.

Zaten ondan sonra da hiç iyi bir müzik öğretmenimiz olmadı. Hele güzel olanı hiç olmadı.

***

Büyüdük, okullarımızı bitirdik, iş güç sahibi olduk; bazılarımız evlenip, çoluk çocuğa karıştı.

İyi kötü para geçti elimize. Kimimiz araba, kimimiz başını sokacağı bir ev, ben de kulağıma gelen bir tüyoya inanıp, otoyol geçecek, çok değerlenecek diye dağın başında bir arsa aldım.

İrfan, kendisine çok pahalı bir müzik seti aldı. Kocaman kolonları olan, Melahat Öğretmeni bile kıskandıracak bir müzik seti.

Ben de iş icabı İstanbul’a bir gittiğimde, Tünel’e yakın bir müzik mağazasından birkaç klasik müzik plağı aldım. Anladığımdan değil, mağazadaki satıcı çocuğa sordum.

Hay, almaz olaydım. Çok sevindi aldığım plakları görünce. Çok sevindi, ama takıntı haline getirdi. Sabah akşam bu plakları dinliyordu. Hele arada konuşurken Melahat Öğretmenin adı geçince gözleri buğulanıyordu.

Bir ara İrfan, “Ben bu Melahat Öğretmeni bulacağım,” diye tutturdu.

Zor tuttuk. “Bırak oğlum, kim bilir kadın nerelerdedir? Belki evlenip barklanmıştır. Muhtemelen yaşlanmış, çirkinleşmiştir.”

Bu adama laf anlatmak deveye hendek atlatmaktan zordu. Hele biraz da içti mi sorma gitsin; başlıyordu ağlamaya. Neyse sonra kendine geliyor, plakları dinlemeyi sürdürüyordu.

Zavallı anacığı, “Evladım, biraz ara ver, daha kısık sesle çal. Komşuları başımıza toplayacaksın,” diye yalvarıyordu; ama nafile.

O ise, “Biliyor musunuz komşu Adem amca ne dedi? Müziği duyan tavukların randımanı artmış, daha çok yumurtluyorlarmış. Kümesin kralı horoz, adeta bir tenor gibi ötmeye başladı. İnekler de daha çok süt veriyorlarmış,” diye böbürleniyordu.

Bu merakından dolayı adı “kasabanın enteli”ne çıkmıştı.

İrfan, işi daha da ileri götürdü. “Ben yine aşık oldum,” demeye başladı. Ancak bu defaki Melahat öğretmen değildi.

“Kim birader?”

“Gülden Ünver.”

“O da kim?”

“Senin getirdiğin plaklarda kemanı çalan kız.”

Hoppala! Bu iyice tuhaf bir şeydi işte. Bizimki görmediği, plakta keman çalan bir kadına aşık olmuştu.

Aslında bıkmıştım bu herifin tuhaf aşklarından.

Kemancı kadının ismini plak kapağındaki tanıtımda okumuştu. Ne tanırdı, ne de bir resmini görmüştü. “Kemanı çalan kız,” diyordu. Nereden biliyordu? Belki yaşlı bir kadıncağızdı… Belki çok çirkindi…

Adama laf anlatmak mümkün değildi.

İrfan, bir dergide dünyanın en güzel on kadın keman virtiözü diye bir yazı görmüş, resimlerini kesip duvara asmıştı. Anne-Sophie Mutter, Janine Jansen, Ceren Aksan, Lindsey Stirling ve hiç bilmediğim, tanımadığım bir kaçı… Allah için hepsi güzel kadınlardı, ama bu kadarı da fazlaydı.

İrfan’a göre onların hepsi kemanı ağlatan kadınlardı. Sadece yetenekleriyle değil güzellikleriyle de hayranlarını büyülüyorlardı.

“Senin Gülden bunlardan hangisi?” diye sorduğumda.

“Onun resmi yok, ama eminim hepsinden daha güzel,” diyordu.

Müzik setinde çalan plak kadının keman çaldığı bölüme gelince, herkesi susturuyor, “Çok güzel yorumlama....Çok güzel, hatta güzel ötesi,” diye hayranlığını belirtiyordu.

***

Anacığı bir gün beni yakalayıp, “Bak, bu işi sen başımıza açtın, çaresini de sen bul,” dedi.

Boynumu büktüm. Evet, bir çaresini bulmak lazımdı, ama nasıl?

Yine sınıf arkadaşımız olan Hikmet, “Benim aklıma bir fikir geldi,” dedi, anlattı.

İstanbul’a gidip, genelevden falan bir kadın bulup, neyse parasını verip, getirecektik. “Al işte, senin Gülden’ini bulduk, getirdik,” diyecektik.

Herifin kafasına elime geçen bir odunu fırlatmak geldi içimden. Zor tuttum kendimi.

Hikmet’in bulduğu çare de ancak böyle olurdu. Ama benim aklıma da başka bir şey gelmiyordu. Sonradan uzun uzun düşündüm, belki bir denemekte fayda vardı.

Ben, İrfan’a gidip, müjdeyi verdim, “Sana Gülden Ünver’i bulacağız,” dedim. İnanmadı.

“Nerden bulacaksınız ki?” dedi.

Bir yalan uydurdum. “Benim İstanbul’da bir orkestrada davul çalan asker arkadaşım var. O herkesi tanır,” dedim.

“Davulcu mu?” diye kızıp, bağırdı.

“Küçümseme,” diye itiraz ettim.

Sakinleşti, “Baterist yani,” dedi, “Denemeye değebilir.”

***

Hikmet’in arabasıyla İstanbul’a doğru yola çıktık. Vardığımızda çoğunlukla kaldığım Sirkeci’deki otele yerleştik.

Ertesi sabah erkenden soluğu Karaköy’de aldık. Yüksek Kaldırım’a gittik.

Sokağın aşağı ucunda genelev, yukarı ucunda ise İrfan’a hediye ettiğim, başıma iş açan plakları aldığım müzik mağazası vardı.

İçimden, “Bak Yüksek Kaldırım Sokağı, başıma açılan şu dertten kurtulayım lütfen. Acı bana,” dedim.

Önce Zürafa Sokağa daldık.

Pencerelerin, kapıların önüne yığılan kalabalığı iteleyip, aralayarak, “Bakanlar çekilsin, senatörler,” geldi diyerek bütün evleri kolaçan ettik. En sonunda Hikmet’le ben bir kadında karar kıldık.

Hikmet’e sordum:

“Sence bu kadında kemancı kılığı var mı?”

“Abi, saçmalama nerde olduğumuzu unuttun mu? Hangisinde kemancı kılığı var ki?” diye cevap verdi. Sonra “Abi ben bir de yakından kontrol edip, konuşayım,” deyip, olurumu bile beklemeden kadının yanına gitti. Birlikte merdivenlerden yukarı kata çıktılar.

Ben öbür evlerden bazılarını yeniden gezerken yarım saat, kırkbeş dakika sonra uçkurunu çekiştire çekiştire, sırıtarak döndü.

“Nasıl, kemancıya benziyor mu?” diye sordum.

“Yani, pek benzemiyor, ama idare eder,” dedi. “Yalnız bir sorun var, kadın para vereceğiz dediysem de kemancı rolünü kabul etmedi,” dedi.

Bu durumda başka bir aday bulmalıydık.

“Abi, kadının bir akrabası varmış. Beyoğlu’ndaki meyhanelerde keman çalıp, şarkı söylüyormuş, o size daha çok uyar dedi,” diye devam etti.

Birden yine umutlandım. Öyle ya kadın keman da çalıyormuş. Belki Mozart’tan, Beethoven’den birkaç parça da biliyordur.

***

Akşam yine Zürafa Sokağa gittik, kadını da alıp Beyoğlu’na çıktık.

Yüksek Kaldırım’dan tık nefes tırmanırken kadın koluma girdi, “Sizinle daha önce tanışamamıştık galiba?” dedi.

Ben kızardım, bozardım. Hikmet, bana bakıp göz kırptı, “Bir ara tanışsanız iyi olur,” dedi.

Sırasıydı sanki!?

Kemancı kadını bulmak zor olmadı. Ancak meşguldü. Nevizade’deki meyhanelerin birinden çıkıp, diğerine girip; keman çalıp, şarkı söyleyerek rızkının peşindeydi. Biz de onun peşinde.

Çalıp söylediği şarkıların hiçbirinin Melahat öğretmenin bize dinlettikleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktu, ama yapacak bir şey yoktu.

Bir nefeslenme anında bir masaya oturtup kadına “büyük proje”mizi anlattık. Bu herifler kafadan kontak mı diye suratımıza uzun uzun bakıp, bizi inceledi. Nazlandı, olmaza yattı.

Kalktı, “Ekmek parası lazım, ben biraz çalışayım,” diyerek kemanıyla yine masalar arasında dolaşmaya başladı.

Daha çok geçmemişti ki masalardan birinde sarhoşlardan biri bizim kemancı kadına musallat oldu. Göğsünün arasına sıkıştırdığı elli liralıktan güç bulan herif, kadının orasını burasını mıncıklamaya başladı. Bizim kemancı iteleyip kurtulmaya çalıştı, ama herif hiç oralı değildi. Daha da ileri gidip öpmeye kalktı. Bu defa kadın elindeki kemanı herifin kafasına geçirdi. Adam sakinleşti. Ama keman da sapından ayrılmıştı.

Kadın iki gözü iki çeşme ağlayarak masaya döndü. Elinde ekmeğini kazandığı sapından ayrılmış kemanı vardı.

Hikmet, teselli etti, “”Merak etme ablacım, ben onu tamir ederim, eskisinden sağlam olur,” dedi.

Kadın inandı. Elinin tersiyle yüzündeki gözyaşlarını sildi.

Hikmet, bir koşu gidip, yakındaki dükkanlardan birinden Japon yapıştırıcısı bulup döndü. Elinden gelirdi böyle şeyler. Biraz sonra masanın üzerinde onarıldıktan sonra dikkatlice konulmuş keman duruyordu.

Hepimiz dokunmaya korkuyorduk.

Hikmet, “Oldu, ama şimdi biraz kurusun; iyice sağlam olur,” dedi.

Kadının bir saat önce hiç gülmeyen yüzünde güller açmıştı.

Biz çoktan “büyük proje”mizi unutmuş, ümidimizi kaybetmiştik, ama kadın unutmamış olacak ki, “Tamam kabul ediyorum, ben sizinle geleceğim,” dedi.

Kadının ismi Zeliha idi. Ama biz ona isminin Gülden Ünver olduğunu söylemesi gerektiğini tembihledik. Bir de bu meyhane havalarının dışında bir şeyler bilip bilmediğini sorduk.

“Herhalde yani,” diye çıkıştı. “Meyhane çalgıcısıysak da zırcahil değiliz. Ortaokuldan terkim, biraz müzik dersi görmüşlüğüm, Mozart’ı, Beethoven’i duymuşluğum vardır yani,” dedi.

Hikmet’le tam da aradığımız kadını bulduk galiba dercesine birbirimize baktık.

Ertesi sabah erken yola çıkmak üzere bizim Sirkeci’deki otele gittik. Hikmet yine yapacağını yaptı, “Abi, şimdi fazla masraf olmasın, kadın benim odamda yatsın,” dedi.

***

Bilirsiniz, yol uzun ve yorucu. Dura kalka, konaklaya gittik. Zeliha, pardon bizim Gülden Ünver, yol boyunca arabanın arka koltuğunda kaykılıp uyudu.

Arka camın önüne de onarımdan sonra sapasağlam olmuş kemanını dikkatlice yerleştirmişti.

Yolda durduğumuz konaklama tesislerinden birindeki bir mağazadan ona keman sanatçısına daha çok yaraşır giysiler aldık.

İrfan’ın kapısını çaldığımızda vakit gece yarısına dayanmıştı.

Uyuyakaldığı televizyonunun karşısındaki koltuktan kalkıp kapıyı açan İrfan, “Bu saatte ne işiniz var?” diye soran yüzüyle suratımıza bakıyordu.

Hikmet, benden atik davrandı:

“Oğlum, gözün aydın, bak sana Gülden Ünver’ini bulup getirdik,” dedi.

İnanmadı tabii; ama yine de doğru mu diye kadını göz ucuyla süzdü.

Buyur etmesini beklemeden içeri daldık.

“Aç bakalım,” dedim, “Şu senin zulandaki viskiyi.”

“Yahu bu saatte içilir mi?” diye itiraz etti. Sonra da “Viski yerine rakı olmaz mı?” dedi.

Hikmet:

“Yok, oğlum, olur mu hiç? Sen, bir klasik müzik sanatçısı hanımefendiye rakı mı içireceksin, meyhane mi burası?” dedi.

Aslında Zeliha için hiç fark etmezdi; rakı, viski, şarap hepsi makbulüydü. Ne de olsa meyhanelerin kraliçesiydi o.

Kadehler arkası arkasına bitti.

“Eh, bize müsaade; misafirin sana emanet,” deyip ayrıldık. 

***

Ertesi günü öğlene kadar kendimize gelemedik. Uyanır uyanmaz, merak içinde Hikmet’le İrfan’ın kapısına dayandık.

Hayret! Bizimki kapıyı mutlu, sırıtan bir yüzle açtı.

Bizim kemancı kadınla, anası mutfakta bir şeyler hazırlıyorlardı.

İrfan:

“Arkadaşlar, ikinize de desteğiniz için çok minnettarım. Beni gerçekten iyi anlamışsınız. Sonunda aradığım aşkı buldum. Zeliha, anamla da iyi anlaştı, sevdiler birbirlerini,” deyince ikimiz de şaşkınlıkla birbirimizin yüzüne baktık.

Bizim kemancı kadın, ne kadar tembih ettiysek de gece içince, unutup isminin Gülden Ünver yerine Zeliha olduğunu söyleyivermişti.

İrfan, bizim şakın bakışlarımız altında devam ediyordu:

“Keman çalmasında entonasyon, tonötüm sorunları varsa da iyi bir kız. Sevdik birbirimizi. Gülden Ünver kadar iyi olmasını beklemek biraz haksızlık olur zaten. Hem Gülden Ünver’i hiç görmedim ki, belki bu kusuruna rağmen Zeliha ondan daha güzeldir.”

Kendinden geçmiş bir halde, “Bu sabah kahvaltıdan sonra bana Mozart’ın 3 numaralı keman konçertosundan çaldı biraz. Ama tuhaf! Bu nedir diye sorduğumda, bilmem, öyle bir şey işte dedi bana.”

 

Moskova, 23 Mart 2017