07 April 2018

Olmayınca balık? ( Kısa öykü ) / M. Hakkı Yazıcı





Fotoğraf: Murat Uzsoy 



Olmayınca balık?



Karısı oğlunu da alıp anasına gidince Haluk’un hepten keyfi kaçmıştı.

Neymiş efendim, iyi bir koca değilmiş, evinin rızkını getirmiyormuş.

Sanki varmış da o getirmiyormuş.

Balık yok! Yok işte!...

Balık yoksa para da yok.

Olmayınca balık, neylesin Haluk?

Olsa ne olur ki, bu aralar alan da yok, satan da.

En iyisi biraz içip, kafayı dağıtmak.

***
Balığa yalnız da çıkılır, ama yanında bir can yoldaşının olması daha iyi.

Cemal’i alıyor yanına. Bir işe yaramaz, fakat sesi pek çıkmaz, kafa ütülemez; ancak bir salaklık vardır hep üzerinde.

Cemal, soruyor:

“Ağları atayım mı abi?”

“At oğlum.”

Yarım saat geçiyor, Cemal yine soruyor:

“Abi, balık gelmiyor?”

“Olsaydı gelirdi oğlum. Biraz bekle.”

“Peki, abi.”

Yarım saat daha geçiyor.

Cemal:

“Balık gelmez mi dersin?”

“Belki gelir oğlum.”

“Abi, boş oturacağımıza bir şeyler yiyip, içelim. Rakıyı açayım mı?”

“Aç oğlum.”

Kafayı bulunca Cemal, tatlı bir çocuk oluyor. Ayşe’yi ne kadar çok sevdiğini anlatıyor da anlatıyor.

Cesaretini toplayıp bir mektup yazıp göndermiş. Laflarını internetten “en güzel aşk mektupları” isimli bir siteden bulmuş. Çok güzel bir mektup yazdığından, etkili olacağından emin. Ama bir hafta geçmiş cevap gelmemiş.

“Cevap yazmaz mı abi?”

“Bekle oğlum biraz, gelir.”

Cemal, rakıları tazeliyor. Ağları bir kez daha yokladıktan sonra bir türkü tutturuyor.

Sesi güzel herifin; karanlıkta, ıssız denizin derinliklerinde yankılanıyor.

“Abi, ben sana sormadan türkü söylüyorum, ama balıklar kaçmaz d’il mi?”

“Kaçmaz oğlum, merak etme; sen türküye devam et.”

Bir büyüğün dibine vuruyorlar. İkincisini açıyorlar.

Ay ve yıldızlar bulutların arkasına saklanınca, yakamozların raksı başlıyor; ama ikisi de bu güzel şöleni fark edemeyecek kadar kafayı bulmuşlardı.

Tekne kendi halinde sürüklenip, gidiyor.

Yoruluyorlar. Haluk, bir ara kafasını kaldırıp bakıyor. Uzaktan karayı seçiyor.

“Oğlum, “diyor Haluk, “Tekneyi kıyıya bağlayıp biraz uyuyalım.”

Neresiyse, sığ bir yer burası. Fazla düşünmeden sahilde kumların üzerine bırakıveriyorlar gövdelerini.

***
Sabah olmuş, güneş yükselmeye başlamış. Gözlerini güçlükle açıyorlar.

Kumsalda bir kalabalık. Haluk, birini yakalıyor.

“Kardeş bura nere?”

Adam dediklerini anlamıyor, Arapça konuşuyor.

Cemal’e bakıp, “Ulan oğlum, akıntı, rüzgar bizi Suriye’ye mi getirdi ne?” diyor.

Cemal, hala kendine gelememiş, cevap vermiyor. Başını kumlara gömüp uyumaya devam ediyor.

Haluk da kumsala serilip, sızıyor yeniden.

Rüyasında babası başına dikiliyor:

“Sana kaç kere bu kadar içme demedim mi?”

Birisi dürtüklüyor. Gözlerini açıyor. Elinde silah biri asker postalıyla vücudunu dürtüklüyor.
Uyku sersemliğiyle bakıyor. Askeri elbiselerin içindeki şişman adam bir Türk askeri.

Cemal de uyanıyor. O da gözlerini açmış, şaşkınlıkla bakıyor.

“Abi, bizimkiler Suriye’ye girmişler galiba,” diyor.

Durumu anlayamıyor, ama “Yok lan,” diye cevap veriyor.

***
Karakol, savcılık derken; zor bela sahilde biriken insanlarla ilgileri olmadığını, insan kaçakçısı olmadıklarını anlatıyorlar.

Sürüklendikleri yerin Suriye olmadığını da anlıyorlar, ama hala neresi olduğunu anlayabilmiş değiller.

Akşama kadar oralarda oyalanıyorlar.

Yolun kenarındaki sergide kan kırmızısı karpuzlar var. Hemen yanında da buz gibi akan bir çeşme ve “hava çok sıcak, gelin gölgemize sığının” diye çağıran koca gövdeli ağaçlar…

Bir karpuz kesiyorlar. Tekneden getirdikleri rakının dibine vuruyorlar.

Cemal’in türkü söyleyecek bile hali yok. Yine uyuyorlar. Uyanıyorlar.

Yol yordam öğrenmek lazım. Karpuzcunun dünyadan haberi yok. O, durmadan kamyonetiyle geldiği şosenin sonundaki tepenin ardından esas yola nasıl çıkıldığını, oradan da pazara nasıl varıldığını anlatıyor uzun uzun.

Neyse ki benzincideki pompacı biliyor denizi.

Niyetleri güneş çekilince açılmak.

“Abi, evdekileri merak basmıştır. Dönsek?”

“Tamam oğlum döneriz. Bak, dönerken içmek yok, türkü de yok; bakarsın balık rasgelir. Evdekiler ekmek bekliyor.”


Moskova, 07 Ağustos 2016

Notos Öykü, Sayı 60, Ekim-Kasım 2016

No comments: