Olmayınca
balık?
Karısı oğlunu da alıp anasına gidince Haluk’un hepten keyfi
kaçmıştı.
Neymiş efendim, iyi bir koca değilmiş, evinin rızkını
getirmiyormuş.
Sanki varmış da o getirmiyormuş.
Balık yok! Yok işte!...
Balık yoksa para da yok.
Olmayınca balık, neylesin Haluk?
Olsa ne olur ki, bu aralar alan da yok, satan da.
En iyisi biraz içip, kafayı dağıtmak.
***
Balığa yalnız da çıkılır, ama yanında bir can yoldaşının
olması daha iyi.
Cemal’i alıyor yanına. Bir işe yaramaz, fakat sesi pek
çıkmaz, kafa ütülemez; ancak bir salaklık vardır hep üzerinde.
Cemal, soruyor:
“Ağları atayım mı abi?”
“At oğlum.”
Yarım saat geçiyor, Cemal yine soruyor:
“Abi, balık gelmiyor?”
“Olsaydı gelirdi oğlum. Biraz bekle.”
“Peki, abi.”
Yarım saat daha geçiyor.
Cemal:
“Balık gelmez mi dersin?”
“Belki gelir oğlum.”
“Abi, boş oturacağımıza bir şeyler yiyip, içelim. Rakıyı
açayım mı?”
“Aç oğlum.”
Kafayı bulunca Cemal, tatlı bir çocuk oluyor. Ayşe’yi ne
kadar çok sevdiğini anlatıyor da anlatıyor.
Cesaretini toplayıp bir mektup yazıp göndermiş. Laflarını
internetten “en güzel aşk mektupları” isimli bir siteden bulmuş. Çok güzel bir
mektup yazdığından, etkili olacağından emin. Ama bir hafta geçmiş cevap gelmemiş.
“Cevap yazmaz mı abi?”
“Bekle oğlum biraz, gelir.”
Cemal, rakıları tazeliyor. Ağları bir kez daha yokladıktan
sonra bir türkü tutturuyor.
Sesi güzel herifin; karanlıkta, ıssız denizin
derinliklerinde yankılanıyor.
“Abi, ben sana sormadan türkü söylüyorum, ama balıklar
kaçmaz d’il mi?”
“Kaçmaz oğlum, merak etme; sen türküye devam et.”
Bir büyüğün dibine vuruyorlar. İkincisini açıyorlar.
Ay ve yıldızlar bulutların arkasına saklanınca,
yakamozların raksı başlıyor; ama ikisi de bu güzel şöleni fark edemeyecek kadar
kafayı bulmuşlardı.
Tekne kendi halinde sürüklenip, gidiyor.
Yoruluyorlar. Haluk, bir ara kafasını kaldırıp bakıyor. Uzaktan
karayı seçiyor.
“Oğlum, “diyor Haluk, “Tekneyi kıyıya bağlayıp biraz
uyuyalım.”
Neresiyse, sığ bir yer burası. Fazla düşünmeden sahilde
kumların üzerine bırakıveriyorlar gövdelerini.
***
Sabah olmuş, güneş yükselmeye başlamış. Gözlerini güçlükle
açıyorlar.
Kumsalda bir kalabalık. Haluk, birini yakalıyor.
“Kardeş bura nere?”
Adam dediklerini anlamıyor, Arapça konuşuyor.
Cemal’e bakıp, “Ulan oğlum, akıntı, rüzgar bizi Suriye’ye
mi getirdi ne?” diyor.
Cemal, hala kendine gelememiş, cevap vermiyor. Başını
kumlara gömüp uyumaya devam ediyor.
Haluk da kumsala serilip, sızıyor yeniden.
Rüyasında babası başına dikiliyor:
“Sana kaç kere bu kadar içme demedim mi?”
Birisi dürtüklüyor. Gözlerini açıyor. Elinde silah biri
asker postalıyla vücudunu dürtüklüyor.
Uyku sersemliğiyle bakıyor. Askeri elbiselerin içindeki şişman
adam bir Türk askeri.
Cemal de uyanıyor. O da gözlerini açmış, şaşkınlıkla
bakıyor.
“Abi, bizimkiler Suriye’ye girmişler galiba,” diyor.
Durumu anlayamıyor, ama “Yok lan,” diye cevap veriyor.
***
Karakol, savcılık derken; zor bela sahilde biriken
insanlarla ilgileri olmadığını, insan kaçakçısı olmadıklarını anlatıyorlar.
Sürüklendikleri yerin Suriye olmadığını da anlıyorlar, ama
hala neresi olduğunu anlayabilmiş değiller.
Akşama kadar oralarda oyalanıyorlar.
Yolun kenarındaki sergide kan kırmızısı karpuzlar var.
Hemen yanında da buz gibi akan bir çeşme ve “hava çok sıcak, gelin gölgemize
sığının” diye çağıran koca gövdeli ağaçlar…
Bir karpuz kesiyorlar. Tekneden getirdikleri rakının dibine
vuruyorlar.
Cemal’in türkü söyleyecek bile hali yok. Yine uyuyorlar.
Uyanıyorlar.
Yol yordam öğrenmek lazım. Karpuzcunun dünyadan haberi yok.
O, durmadan kamyonetiyle geldiği şosenin sonundaki tepenin ardından esas yola
nasıl çıkıldığını, oradan da pazara nasıl varıldığını anlatıyor uzun uzun.
Neyse ki benzincideki pompacı biliyor denizi.
Niyetleri güneş çekilince açılmak.
“Abi, evdekileri merak basmıştır. Dönsek?”
“Tamam oğlum döneriz. Bak, dönerken içmek yok, türkü de
yok; bakarsın balık rasgelir. Evdekiler ekmek bekliyor.”
Moskova, 07 Ağustos 2016
Notos Öykü, Sayı 60, Ekim-Kasım 2016
Notos Öykü, Sayı 60, Ekim-Kasım 2016
No comments:
Post a Comment