20 June 2005

Biz Ankara’lı İstanbullular


Gençliğimi düşleyince Ankara, kader bağlayınca İstanbul

Yukarıdaki sözleri Sosyoloji’den arkadaşımız şair-yazar Haydar Ergülen’in Radikal Gazetesi’ndeki yazılarından birinden ödünç aldım.

ODTÜ’lü olununca ister istemez bir Ankara ilişkisi ortaya çıkıyor. İnsanlar yaşamlarının en az dört yılını, hem de gençliklerinin en güzel yıllarını Ankara’da geçirmiş oluyorlar. Tabii Hazırlık okunur ve üstüne üstlük “prob”, “repeat” olunup okul uzatılırsa bu ilişki daha da uzar...

İstanbullular okulu bitirip dönünce veya benim gibi Ankara’lılar ve diğer illerden olanlar İstanbul’a göçünce iki duyguyu birden yaşıyorlar. Çok sevdikleri ODTÜ’yü Ankara’da bırakarak, İstanbul’da yeni bir hayat kuruyorlar.

Yaşamının en önemli kısmını Ankara’da geçiren benim gibilerin günün birinde arkalarına bakmadan İstanbul’a göçmelerinin sebebini hep düşünmüşümdür.

Doğduğumdan itibaren çocukluğumu, bütün öğrenim hayatımı, iş yaşamımın önemli bir kısmını Ankara’da yaşamış ve günün birinde- ilk fırsatta demek daha doğru olur -kapağı İstanbul’a atmıştım. Hem de hiç tereddüt etmeden, pişmanlık duymadan... Bu vefasızlık mıydı? Nasıl bir duyguydu? İhanet hiç kabul edemediğim bir davranışken neydi bu yaptığım?

Hele çocukluğumun ve gençliğimin anılarını geride, arkamda bırakarak!?..

Belki de ben Ankara’nın ihanetine uğramıştım.

İki sevgili arasında kalan aşıklar gibi hissediyordum kendimi. Ama işte İstanbul ağır basmıştı.

Aslında eşyalarımı bavulumda, anılarımı -özellikle güzel olanlarını belleğimde taşıyarak İstanbul’a gelmiştim.

Kolay değil...

“Bu duygusallık da ne?”diyerek sitem edenler olabilir. Ben de onlara sitem ediyor ve çıkışıyorum.:

Sizi hiç babanız Gençlik Parkı’nda minyatür trene bindirmedi mi?

Anneniz suni gölün kıyısındaki çay bahçelerinde bir semaverle gelen çay yanında evden getirdiği börekleri, poğaçaları ikram etmedi mi?

Söğütözü’ne, Çubuk Barajı’na ailecek gidip piknik yapıp, ip atlayıp, yakan top oynamadınız mı?

Hayvanat Bahçesi’nde Muhini’yi gördükten sonra Atatürk Orman Çiftliği’ne kadar faytonla gelip, meşhur dondurmasından yemediniz mi?

Okulu asıp, gittiğiniz Papazın Bağı’nda sevgilinizle elele dolaşmadınız mı?

Goralı’dan sandviç, Sergi Kitapevi’nden kitap alıp, Büyük Sinema’ya iki matinesine gitmediniz mi?

Sakarya Caddesi’ndeki birahanelerde patates tavaya ketçap, hardal döküp bira içmediniz mi?

Mezuniyetinizi kutlamak için gittiğiniz Tavukçu’da dozunu kaçırıp küfelik oluncaya kadar kafayı çekmediniz mi?

Kuğulu Park’ta kuğulara simit atmadınız mı?

Belki de yapmışsınızdır ve hatta 80 öncesinde okuyanlarınızın çoğu, arkadaşlarınızla birlikte her fırsatta Kızılay’da trafiği keserek korsan miting yapıp, “Bağımsız Türkiye” diye bağırmışsınızdır.

70’li yıllarda gençliğini Ankara’da yaşayanların duygularını 2001 yılındaki Mezunlar Gününden sonra Ayşegül (Devecioğlu)’ün yazdığı yazıda alıntıladığı Erkin (Koray) ağabeyimizin aşağıdaki şarkı sözleri ne güzel anlatıyor. Dediği gibi ; “Nedense onca şarkı ve şiir içinde, bizim o günkü hallerimizi bu kadar esaslı bir şekilde tasvir edeni yoktur.”

“Bu bir Ankara usulüdür. Ankara’dan çıkar. Yeni olsa ne, eski olsa ne çıkar! Delikanlılar, ben, biz, onlar. Haa bak daha ne var! En hızlı zamanında Ankara’nın, sevdik birbirimizi. Sen ve ben. Belki çok erken. Ama çok yakın olduk birbirimize. Bir kız ve bir erkek. Çığ gibi yağdık Ankara’nın üstüne. Sabaha karşı fırından ekmek alıp yediğimizi, içtiğimizi, sevdiğimizi. Aslında bir hikayemizi anlatmaya kalksak, zamanın beyni durur, denizler kurur.”

Doğrusunu isterseniz bütün göç hikayelerinde olduğu gibi Ankara’lıların göçünde de hüzün vardır.

Ankara özellikle 80’lerde İstanbul’a önemli bir göç verdi.

Bu ülkenin en iyi üniversitelerinde yetişen en seçkin evlatlarına devlet kapısını kapatmıştı. Özel sektörde ise kapitalizmin doğası gereği hemşehrilik, parti yandaşlığı değil verimlilik geçerliydi. İyi ve paralı işler ise İstanbul’daydı.

Böylece bazılarımız sevdiği için, bazılarımız da zorunlu ekonomik nedenlerle İstanbul’a göçtük.

Sadece insanlar mı? Kurumlar, şirketler ve bankaların da önemli kısmı Ankara’dan İstanbul’a göçtü. Arkadaşlarımız Ersin Özince’nin T.İş Bankası, Faruk Malhan’ın Kolleksiyon Mobilyası, Haldun Dostoğlu’nun Galeri Nev’i, Ayten’in Eylül Bar’ı aklıma gelen ilk örnekler...

Benim için pek çok neden geçerliydi.Laf aramızda İstanbul çocukluğumdan beri beni hep çekmişti. Onun kozmopolitizmi, dinamizmi, sanat, kültür, ticaret ve finans merkezi olması ve tabii ki en başta Boğaz olmak üzere doğal güzelliği, tarihi beni büyüleyen nedenlerdi.

Şair Yahya Kemal'in 'Ankara'nın en çok nesini seversin?' sorusuna 'İstanbul'a dönüşünü' yanıtını verdiği çok bilinen bir şeydir.

Ankara’da yaşayanlarsa İstanbul’da yaşayanlara hayretle, biraz da acıyarak –bazılarına göreyse hayranlıkla ve gıpta ederek bakarlar. O keşmekeşe, uzun mesafelere, trafik sıkışıklığına, Köprü eziyetine ve manyak iş temposuna nasıl tahammül ettiklerini bir türlü anlayamazlar. “Gülü seven dikenine katlanır.” Deseniz de makul bir cevap vermiş olmazsınız.

Aslında benim çocukluğumun, gençliğimin Ankara’sında da vazgeçilmez güzellikte şeyler vardı. Kültür ve sanat olayları...Arkadaşlıklar...AST (Ankara Sanat Tiyatrosu)’nun sahnelediği belleğimden çıkmayan oyunlar, Sinematek, Çağdaş Sahne...

Peki ya arkadaşlar da göç dalgasına kapılıp İstanbul’a göçünce, tiyatrolar kapanınca?!..

İnsanlar eski sevgililerine benzeyen yeni sevgililerine aşık olurlarmış, annelerine babalarına benzeyen eşler bulur evlenirlermiş ya, belki bu nedendendir, genel tespit; göçenlerin Ankara’nın planlı yerleşimine, trafik düzenine nispeten daha çok benzediği için genellikle Kadıköy yakasına yerleştikleri ve yine göçen diğer Ankaralılarla ahbaplık ettikleridir.

Murathan Mungan bir keresinde “Ankara’da oturma odası ahlakı vardır.” Demiş.

Ankara’ya “azla yetinen şehir” diyorlar. “Denizsiz şehir kanaatkardır. Deniz tuhaf şeydir. Yüzünüzü denize verdiğinizde arkanızı dönersiniz, insanlara. Bu yüzden ancak deniz şehirlerinde yalnız kalabilir insan. Deniz kalır, kendine..
Ankara mı? Bakacak tek şey insan yüzleridir. Bu yüzden insan kırıp dökmeye cesaret edemez birbirini, kolay kolay. Oysa İstanbul’da bıçaklar ortadadır. Denizin şımartmasıyla belki de herkes bıçaklarıyla birbirinin peşindedir...Ankara’da ise her şey oturma odasında olur. Bakılacak bir deniz olmadığı için, insanlar sık sık ve uzun uzun birbirlerinin yüzüne bakar. Yüzlerde işaretler varsa hakikaten, bunu en iyi Ankara’da yaşayanlar biliyor olmalıdır. Bıçaksız oturma odalarında insanlar birbirleriyle yetinir...Belki de her yokuşun sonunda deniz çıkacakmış gibi olan bu şehirde kurulan deniz düşleri, denizin kendisinden daha mavidir. Kesin olan bir şey var yine de. Ankaralıların denizi İstanbullununkinden daha temizdir!”diyorlar.

Peki ya yüzüne bakılacak dostlar İstanbul’a göçmüşse?!.. Ve bu “kocaman manyak metropol”de, hengamede, iş güç koşuşturmacasının içinde bırakın dostların yüzünü aylarca denizi bile göremiyorsanız?!..

Öfff....Çok karışık konular...Duygular... Yoruldum. Cevap veremiyorum.

Asık yüzlü bir şehir olmuştu Ankara

Daha sonraları iş gereği veya aile ziyareti için Ankara’ya gittiğimde bir şey farkettim. Ankara artık benim çocukluğumdaki, gençliğimdeki Ankara değildi.

Bir ihtimal yanılıyordum, ama öyle düşünüyordum. Belki okulumuz bile aynı okul değildi. Eylül Fırtınası, YÖK falan derken herşey değişmişti. Ağaçlar büyümüştü ama, hocalarımızın çoğu yoktu. Eğitim kalitesi, gelenek,.. herşey hikaye olmuştu.

Sokaklara gri, kahverengi renkler hakimdi. “Devletin yıkılmaz kalesi” başkentteki koca soğuk binalardaki devlet dairelerine statükocu partilerin hortumlamaya yatkın soluk yüzlü, asık suratlı, eğitimsiz, kapasitesiz kadroları doluşturulmuştu. Ben de bir memur ailesinin çocuğu idim, ama bu adamların benim babam, dayım, karşı komşumuz Şadan Amca gibi eski idealist, yurtsever devlet memurlarıyla ilgisi yoktu.

Asık suratlı bir şehir olmuştu Ankara.

Bu Ankara benim Ankara’m mıydı? Yoksa “kasvetin başkenti” miydi?

Şimdi gidin, Ankara’da yaşayan gençlere sorun Büyük Sinema’nın, Ankara Sineması’nın, Ulus’un, Renkli Sinema’nın, Arı Sineması’nın, Çankaya Sineması’nın yerini bilirler mi? Son olarak Akün Sineması’nın törenle kapandığını duydum içim kıyıldı. Körfez Lokantası’nın kapandığını öğrenince iyice perişan oldum.

(*) Bu yazı ilk kez Baraka Dergisi’nde yayımlanmıştır.

No comments: