16 June 2005

57 Model Cadillac



57 Model Cadillac

M.Hakkı Yazıcı

Adını Detroit kentini kuran kaşiften alan Cadillac otomobillerden 57 Model olanı...Rock’n roll müziğin, arabayla gidilen sinemaların, fast-food yemekler ve yeni ekspres yolların çağdaşı... Gösterişli, ön tarafını bütünüyle saran yuvarlak uçlu ön camdan alnı, Douglas Fairbanks’in yukarı kalkık ince bıyıklarını andıran Cadillac motifi, zenginliğin ifadesi altın kaplama dişlerle sırıtır gibi kocaman ağzı, geniş pancurları, iri kromajlı tamponu ve arkasında koca kanatları ile sekiz silindirli 1957 Model bir Cadillac...Amerikan rüyasının sembolü...

Mc Donalds’tan, Coca-Cola’dan önce girmişti yaratılmak istenen “Küçük Amerika”ya, Türkiye’ye...

Demokrat Parti, “her mahallede milyoner yaratma” eyleminden önce milyonerleri Millet Meclisi’ne taşımıştı. ”Yeter söz milletin” deyip, “46 ruhu”yla iktidara gelmişlerdi. 57 Model Cadillac’ın ilk sahibi de aslında zengin bir çiftçi olan bir mebus idi. Demokrat Parti’nin meclise taşıdığı zenginlerden biri...İthalatçısı onu daha galeriye koymadan satmıştı. Otomobili lacivert takım elbiseli, kokartlı lacivert kasketli, yaşlı, güngörmüş bir şoför kullanıyordu. Arka koltuğa kurulmuş Mebus Beyi Millet Meclisi’nden alıp, Ulus’tan aşağı süzülüp, İstasyon’dan Tandoğan Meydanı’na, oradan Beşevler’den Emek Mahallesi’ne, İsrail Evleri’ndeki konutuna götürürken bütün diğer araçların sürücüleri hayranlık ve saygıyla ona yol verirlerdi. Asfalt yolda süzülerek yol alırken bu hayranlığın Mebus Bey’den ziyade kendisine gösterildiğinin bilincinde gururlu ve cakalıydı. Ancak çok uzun sürmedi bu keyif. Amerika’dan göç edip geldiği bu garip ülkenin insanları demokrasisine değil de parıltılı yaşam biçimine özenmişlerdi, Batılı ülkelerin.

27 Mayıs Darbesinde, askerler, Mebus Beyi sabah erken saatlerde, tavuk kümesinde saklanırken yakaladılar. Cadillac’ın ilk yürek yaralanması o zaman olmuştu. Millet Meclisi yerine, önce İstanbul’da Yassıada’da yargılanan, daha sonra da Kayseri Cezaevi’nde cezasını çeken Mebus Bey’i ziyarete giden karısını, çoluğunu çocuğunu taşıdı,yıllarca. Yorgun düştü, bakımsız kaldı.

Mebus Bey, cezaevinden çıktıktan sonra sanki uğursuzmuş da, bütün bunlara o sebep olmuş gibi İstanbullu yeni zengin bir tüccara, Osman Bey’e sattı, onu. Osman Bey, ithalatçı idi. Devlet ihalelerinden yolunu buluyordu. Bu arada sanayiciliğe de niyetlenmişti. Sanayicilik dediysek, “bacasız”ından idi. O zamanlar, “montaj sanayii” modası vardı. Devletin dışında ağır sanayi yatırımı yapacak babayiğit pek yoktu. Cadillac hayatından memnundu. Yine zengin bir eve kapağı atmıştı. Yeni sahibi uyanıktı. Paranın kokusunu iyi alıyordu. Yeşilçam filmlerinin sinemaları tıklım tıklım doldurduğu yıllardı. Zengin kızların evin fakir, ama yakışıklı genç şoförlerine aşık olduğu filmleri çeken sinemacılara kiraladı arabasını. Artist de olmuştu. Belgin Doruk, Türkan Şoray, Muhterem Nur’la aynı filmlerde rol arkadaşlığı yaptı. Herkesin kendisini tanıdığını düşünüyor, gururlanıyordu. Akşamları açık hava sinemalarının önünden geçerken şoför kornasına bastığında daha bir güzel ötüyordu.

Yaşanan güzel şeylerin de bir sonu oluyordu. Otomobiller de yaşlanıyor, yani eskiyorlardı. Değerleri düşüyordu. Muhasebeciler, ellerinde kalem, amortisman hesabı dedikleri bir hesapla acımadan değerlerini düşürüyorlardı. Yeni modeller çıkıyor, pabuçları dama atılıyordu. Olsun, o bunlara aldırmıyor, kocaman gövdesiyle şişinip geziniyordu. Piyasaya hakim olmaya başlayan, o cimri Avrupalıların ürettiği kıtıpiyos, küçük arabalar gibi değildi. Olamazdı da zaten. Gariban Avrupalılar çok sıkıntı çekmişlerdi. Daha yeni yeni bellerini doğrultuyorlardı. Pek tabii ki Amerikalıların zenginliği yoktu.

Ancak çok sonraları farketti, sahibinin “lıkır lıkır” benzin içtiği için ona kızdığını ve gözden düştüğünü. O kızgınlıkla Osman Bey, yeni model bir Avrupa arabası, bir Mercedes edindi, kendisine. Onu da bir galeriye satılmak üzere bıraktı. Çok kalmadı galeride. Uygun bir fiyatla satıldı. Bostancı-Taksim dolmuş hattında çalışan, doğma büyüme Erenköylü Serhat’ın sevgili arabasıydı artık. Ta ki yerini bir Ford minibüse bırakıp emekli olana kadar. Senelerce sabahları mahmur gözlerle okula giden öğrencileri, işe giden genç kızları, erkekleri, geceleri sarhoşları taşıdı. Onların tatlı muhabbetlerini dinledi, aşklarına şahit, sırlarına ortak oldu. Pırıltılı Bağdat Caddesinden, dünyanın en güzel manzarasına sahip Boğaziçi Köprüsünden, Bostancı’dan Taksim’e, Taksim’den Bostancı’ya gitti geldi. Serhat, ortaya ilave bir sıra koltuk koyup, daha fazla müşteri alabilmek uğruna gövdesini kestirip, ekleme yaptırıp boyunu uzatmıştı. Bununla da yetinmeyip daha az masraflı olsun diye zamanın modasına uyup LPG tüp taktırmıştı. Orasına burasına takıştırdığı “süslü” aksesuarlar da cabasıydı. Şekli şemali iyice değişmişti. 50’li yılların en fiyakalı arabasından geriye bir şey kalmamıştı. Serhat, arabasını çok seviyor, “ekmek teknem” diyordu, ama Cadillac’ın Serhat için aynı duyguları beslediği söylenemezdi. Hele Belediyenin de içinde bulunduğu bir komplo sonucunda, kendisi gibi akranı diğer Amerikan otomobilleri ile birlikte hattan çıkarılıp, yerini “sıfır” bir minibüse terkettirilip, haraç mezat bir hurdalığa satılınca kırgınlığı iyice artmıştı.

Yaşanan bunca ihtişamın arkasından kendisini bir hurdalıkta bulmuştu. Hurdalığın bulunduğu arsada yıllarca, yağmurun, karın altında yattı. Güzelim kaportası çürümeye başlamıştı. Kimsenin yanına uğradığı yoktu. Yalnızca arabacılık oynayan mahallenin çocukları ile dostluk edebiliyordu. Bu çocuklar yoksul ailelerin çocukları idi. Babaları onlara uzaktan kumandalı oyuncak arabalar alamıyordu. Çok zeki, sevimli yumurcaklardı. Direksiyonuna oturup oynuyorlardı. Hemen hepsinin düşü büyüdüklerinde şoför olabilmekti. Onların düşlerini paylaşabilmek hoşuna gidiyordu. Yaşlanmıştı. Hurdacının iki padişah, yedi cumhurbaşkanı görmüş anneannesi gibi o da 27 Mayıs Darbesi’nin arkasından iki askeri darbe ve bir “post modern” darbe yaşamıştı, bu Amerika karikatürü, ikinci vatanı ülkede. Bütün yaşananlara rağmen bu ülkenin insanlarını çok sevmişti. Onların sevinçlerine, üzüntülerine ortak olmuştu.

Tam ümitsizliğe kapılmışken eski, hurda arabaları adam edip, allayıp pullayıp antika meraklılarına Dolapdere’nin aşağısındaki galerisinde satan Kasımpaşalı Recep tarafından farkedildi. Recep, hurdalıktan aldığı Cadillac’ı bu işlerin erbabı kaportacı-boyacı arkadaşının ellerine teslim etti. Bir ay içinde eskisi kadar olmasa bile gıcır gıcır olmuştu. Galerinin en görünür yerine konuldu. Oradaki en fiyakalı araba gene oydu. O gelmeden önce galerinin gözdesi olan 56 Chevrolet kıskançlıktan çatlıyordu. Yoldan geçenlerin hemen dikkatini çekiyordu. Eski araba meraklıları sorup duruyorlardı, ama hiç kimse istenilen parayı verip almaya cesaret edemiyordu.

Sonbaharın son güneşli havalarından biriydi. Kasımpaşa Bahriye Caddesi yönünden Çevreyoluna doğru giden kıpkırmızı renkli, yeni model Alfa Romeo otomobil, ani bir frenle Galerinin önünde durdu. Allahtan ABS’si vardı.İçinden inen sürücüsü heyecanla ona doğru geldi. Sonra önde oturan yaşlı kadına seslendi.:

“Anne bak! 57 Model bir Cadillac.”

Annesi onaylar gibi başını salladı.:

“Ya, evet. Aynı rahmetli babanın otomobili.”

“Ne kadar güzel değil mi?”

Tanımıştı bu genç adamı. Tesadüfe bakın, Orhan’dı bu. Mebus Bey’in küçük oğlu. Yıllar geçmiş, koca adam olmuştu. Küçükken bir gün, şoför tuvalete gittiğinde, fırsattan istifade direksiyona oturmuş, vitesi boşa alıp, kontak anahtarını çevirmişti. Allahtan ayakları gaza yetişmiyordu. Yoksa büyük bir kazaya yol açabilirdi. Bir ağaca çarpıp, ufak bir hasarla atlatmıştı. “Rahmetli babam” demişti. Demek ölmüştü, adamcağız.

Orhan, otomobili uzun uzun inceledi. Küçüklüğünün arabasının izlerini aradı. Zoraki akşam gezmelerinden dönüşte arka koltuğunda uyuduğu otomobili özlemişti. Çocukluk anıları canlandı, gözünde. Yaşlanınca insanların boyu çeker, küçülürlerdi. Cadillac’ınsa dolmuşçu Serhat’ın marifetiyle gövdesine ekleme yapılmış, boyu uzamıştı. Arka bagajında ise bir LPG tüpü vardı.
Galerici Recep, yanlarına geldi. Alıcı olduklarını anlamıştı. Orhan fiyatını sordu. Annesi de Alfa Romeo’dan inip gelmişti.

“Alalım mı anne?”

“Sen bilirsin.”

Orhan, kararını çoktan vermişti. Cebinden çek defterini çıkarıp vadeli bir çek yazdı.

“Bizim çocukları gönderir aldırırım. Muamelelerini yaparız.” Dedi.

Bunca maceradan sonra, bir peri masalındaki gibi kader onu ilk sahipleri ile yeniden bir araya getirmişti. Mebus Bey ölmüş, karısı yaşlanmıştı. Orhan, büyümüş, akademik kariyer yapmış, profesör olmuştu. Bir vakıf üniversitesinde çalışıyordu. Evlenmiş, bir kızı olmuştu. Cadillac da yaşlanmıştı, ama üçüncü nesle yetişmişti. Tıpkı bu ülkenin tarihi gibi, çalkantılı, inişli çıkışlı bir hayatı olmuştu. Gene de çok mutluydu. Hurdalığa kadar düşmüş, ordan kurtulup yenilenmiş, ilk sahiplerinin yanında eski itibarına tekrar kavuşmuştu.


*Bu öykü, Notos Edebiyat Dergisi'nin Ocak-Şubat 2011 Sayısında yayımlanmıştır.


No comments: