16 June 2005

Büyük Öykülerin Gizi / M. Hakkı Yazıcı


Büyük Öykülerin Gizi

M. Hakkı Yazıcı



Giovanni Boccaccio, “Decameron”da “Kimi öykülerin çok uzun olduğunu söyleyenler çıkacaktır. Bu gibilere bir kez daha söylüyorum, yapacak başka işleri varsa, kısa öykülerimi bile okumaları çılgınlık olur. Yazmaya başladığımdan, çabamın sonuna ulaştığım bugüne dek uzun bir süre geçti. Ama yine de, bu çabayı başkaları için değil aylaklar için harcadığımı aklımdan çıkarmış değilim,”diyor. (1)

Şurası bir gerçek ki öykücünün işi zor. Öykücü tutumlu olmak zorundadır; öykücü geveze olmamalıdır. Semih Gümüş’ün dediği gibi “Kısa öykü, kendisininkinden başka bir yaratım biçimi ve sürecini dışarlayan, yapısal ve biçimsel bakımdan kendine özgü bir yazınsal türdür...Kısa öykü, deneysele karşı bazı sınırlar getirir. İster istemez yazınsal doğası gereği yapar bunu. Denebilir ki, yazarını bir romancıdan daha çok kendini denetlemeye zorlar. Romanın bazen sabuklamalara bile açık tuttuğu görülebilir kapısını. Açık kalan yerleri de doldurulabilir. Buna karşılık, bir kısa öyküde amaçsız metin parçalarına raslamak olası mıdır?..Kısa öyküde gereksiz bir tek cümle bile açığa düşerek anlatıyı aksatacaktır...Denetim ve tutumluluk kısa öykünün yaratım sürecinin başlıca güdücüleridir.” (2)

'Uyandığında, dinozor hâlâ oradaydı.' gibi kısacık kısa öykülerin yazarı, bir yıl önce ölen, Guatemala'lı Augusto Monterrosso’nun ölüm yıldönümünde yakın bir arkadaşı anlatıyor: "Bir defasında bir hikâyesini yanlış anlattım ve bir kelime fazla söyledim... Bana onu bir Tolstoy romanına çevirdiğimi söyledi."(3)

19 Şubat 2003’te İstanbul’da düzenlenen “Dünya Öykü Günü”nde okunan tebliğleri dinlerken aldığım notları yeniden okuyunca ister istemez güzel bir öykünün nasıl bir şey olduğunu yeniden düşünmek gereğini duymadan edemedim.

Erdal Öz, “Öykünün gevezeliğe tahammülü yoktur... Öykü, okunmalı, sözlü olarak bir daha anlatılamamalı; kristal öykü böyle olur,”demişti.

Necati Tosuner, “Öykü, enseye tokat atıp kaçar. Bir anı anlatır,”demiş; Osman Şahin, Cortazar’ın , “Roman puan farkıyla kazanır, öykü nakavtla kazanmak zorundadır” sözünü aktarmıştı. Sema Ulu,”Şiir edebiyatın yıldızıdır. Öykü ise onu göğsünde barındıran gökyüzü.”; Sadık Aslankara,”Öykü, başladığı ve bittiği o kısacık sürede yüreğimizi avucuna alabilmeli,” demişti.

Gerçekten de öykünün gevezeliğe tahammülü yoktu. Unutamadığım öyküleri anımsadığımda onların ortak yanını İlknur Özdemir’in mükemmel bir çeviriyle dilimize kazandırdığı Arundathi Roy’un “Küçük Şeylerin Tanrısı” romanından derlediğim aşağıdaki ifadelerin çok güzel anlattığını düşünüyorum.

Büyük öykülerin gizi nedir?

Büyük öykülerin gizi, gizlerinin olmamasındadır. Büyük öyküler, okumuş, dinlemiş olduğunuz ve yeniden okumak istediğiniz öykülerdir. Herhangi bir yerinden içine girebileceğiniz ve rahatça yerleşebileceğiniz öykülerdir. Onlar heyecanlarla ve şaşırtıcı sonlarla gözünüzü boyamazlar. Beklenmedik şeylerle şaşırtmazlar. İçinde yaşadığınız ev kadar tanıdıktır size. Ya da sevgilinizin teninin kokusu kadar. Nasıl bittiklerini bilirsiniz, ama yine de bilmiyormuş gibi okursunuz, kulak verirsiniz. Tıpkı, bir gün öleceğinizi bilmenize karşın hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanız gibi. Büyük öykülerde kimin yaşayacağını, kimin aşkı bulacağını, kimin bulmayacağını bilirsiniz. Ama yine de yeniden bilmek istersiniz.

Onların gizemi ve büyüsü budur işte.

Bu öyküler, çocuklarınız ve çocukluklarınızdır. Onlarla ve onların içinde büyümüşsünüzdür. İçinde büyüdüğünüz ev, üzerinde oynadığınız çayırlardır. Onların pencereleri, görüş biçiminizdir. Bu yüzden, bir öykü okuduğunuzda ya da anlatıldığında, kendi çocuğunuzmuş gibi davranırsınız ona. Onu kızdırır. Cezalandırır. Bir baloncuk gibi havaya uçurur. Güreşip yere serer ve yeniden serbest bırakırsınız.

Bu öyküler, sizi koca dünyalardan birkaç dakika içinde geçirir, sararan bir yaprağı incelemek için de saatlerce oyalayabilir. Ya da uyuyan bir köpeğin kuyruğuyla oynamak için... Kan dökülen savaşlardan, bir pınarda saçlarını yıkayan bir kadının mutluluğuna rahatça geçebilir; aklına yeni bir figür gelen bir rakkasenin kurnazca taşkınlığından, dedikodusu yapılacak bir skandal bilen gevezeye; bebeğini emziren bir kadının duyarlığından, bir gülümsemenin baştan çıkarıcı şeytanlığına... Mutluluğun içindeki keder yumağını açığa çıkarabilir... Zafer denizinde gizli utanç balığını...

Büyük öyküler, tanrıların öykülerini anlatır; ama ipliğini sıradan insanın yüreğinden dokur.

Ve büyük öykülerin yazarı, doğumundan başlayarak rendelenip cilalanmış, yontulmuş, öykü anlatma görevine uyumlu hale getirilmiştir. Öykü yazarı içinde bu büyüyü taşır. Sevginin yasalarından yararlanır. Öyküleri sıfırı tüketmiş bir sirkin becerikli cambazı gibi üstünde atlayıp zıpladığı bir güvenlik ağıdır; düşen bir taş gibi, dünyadan düşmemesi için elindeki tek çaredir. Rengi ve ışığıdır onun. İçine akıttığı bir kazandır. Öykü, ona biçim verir. Sağlamlık verir. Onu korur. Zapteder. Aşkıdır onun. Çılgınlığıdır. Umududur. Sonsuz sevincidir.

1) Adam Öykü, sayı 7, Kasım-Aralık 1996, s.117
2) Semih Gümüş, Bir Anlatı Olarak Kısa Öykü, Öykünün Bahçesi, Adam yayınları, s.20-21
3) Serhan Ada, Hikayelerin En Kısası, 08 Mayıs 2004, Radikal Gazetesi

(*) 
Bu yazı ilk kez 2003 yılında Ankara'da Öykü Günleri'nde Tebliğ olarak sunuldu ve Adam Öykü Dergisi'nde yayımlandı.

Yazıcı, Mehmet Hakkı; “Büyük Öykülerin Gizi”, (deneme), Adam Öykü, S. 55, Kasım-Aralık 2004, s. 96-97.

No comments: